Genel

350# Tekfir meselesi – Tekfir etmek caiz mi?

Tekfir, karşıdaki kişiyi kafir ilan etme demektir ve itikadi mezheplerin ve İslam kelamcılarının muhaliflerine galip gelmek amacıyla başvurduğu yöntemlerden biridir. Tekfir meselesindeki amaç psikolojik olarak ve sosyolojik olarak muhatabın susturulması ve dışlanmasıdır. Yani bir kişiyi tekfir ettiğinizde halkın bilinçaltına da “bu adamın fikirlerinden uzak durun yoksa siz de kâfir olur ve Cehennem’e girersiniz” diye mesaj verilmekte ve kendi fikirlerini kabul ettirmek için Allah’ın cezalandırma sistemini kendi tekeline almaktadır.

Tekfir bel altı savaş tekniğidir

Tekfir, fikir tartışmalarını bitirmedeki bu kuvvetinden dolayı özellikle muhatabına gösterecek kuvvetli delilleri olmayan kişiler tarafından bir bel altı savaş tekniği olarak İslam tarihinde tüm mezhepler arasında birbirlerine karşı kullanılmıştır. Karşı tarafın bir mezhebi tekfir etmesi karşısında psikolojik olarak darbe alan mezhepler için de bu erdemsiz silahı kullanmak bir mecburiyet haline gelmiş ve kendi itikatlarını kuran hiçbir topluluk bu tekfir meselesi silahının istimal edilmesine kayıtsız kalamamışlardır.

Tekfir meselesinin istimal edilmesi psikolojik olarak güç verir, insanların dikkatini çeker, taraftarlarınızı kuvvetlendirir. Fakat onursuz ve çürük ve saman alevi gibi tez parlayıp sönen sonra da sahibine Dünya ve ahirette zararlar veren bir yöntemdir. Tekfirciler tahripten doğan bir kuvveti hızla elde ederler. Bunun somut örneği olarak Müslüman kardeşler grubunun üyesiyken Seyyid Kutub ile hapis yatan ve hapisten çıktıktan sonra “Tekfir ve Hicret Grubu” adlı bir cemaat kuran, herkesi tekfir eden ve fazla dikkat çekip kendinden konuşturan Mustafa Şükrü adı marjinal kişidir.[1] Tahrifte ve saldırganlıkta psikolojik güç vardır ama uzun vadede fikirlerin devamlılığına pek bir faydası yoktur. Bunun yerine deliller üzerinden fikirleri anlatmak daha kalıcı bir yöntemdir.

İlgili Makaleler

tekfir etmek

Hz Muhammed ve ashabı kimseyi tekfir etmezlerdi

İslam’ın ilk yıllarına bakıldığında Hz Muhammed ve ashabının münafıkları (gizli kâfirleri) hallerinden hareketlerinden dolayı iyi tanıdıkları veya şüphelendikleri halde hiç kimseyi tekfir etmemişlerdir. Tekfir meselesinden uzak durmuşlardır. Hatta Peygamberin bazı hadislerinden anladığımız kadarıyla “La ilahe illallah” diyen hiç kimseye kâfir dememesi ve kılıç çekmemesi ile emrolunduğu aktarılır. Yine bir sahabi savaşta “lailahe illallah” dediği halde birisini öldürmüştü Resulüllah (sav) buna kızmış ve onu azarlamıştır. Sahabi, ‘o bunu korkusundan söyledi’ deyince Resulüllah ‘kalbini yarıp baktın mı, sen kıyamette bunun hesabını nasıl vereceksin!’ dedi ve öfkeli bir halde bunu o kadar çok tekrarladı ki sahabi, keşke şu ana kadar Müslüman olmamış olsaydım diye temennide bulundu (Ebu Davud).

İslam’ın kanseri olan tekfir ne zaman başladı?

Müslümanım diyenlere fikirlerinden dolayı bu tahammülsüzlük ortamı ve ilk tekfirler ne zaman yapılmaya başlandı. İlk tekfir meselesi Hz Osman ve Hz Ali zamanında oluşan görüş ayrılıklarında muhaliflerine psikolojik üstünlük kurma amacıyla ortaya çıktı. Örneğin Hariciler hakem olayından dolayı Hz Ali’yi tekfir ettiler. Yine Hz Aişe’yi, Talha’yı ve Zübeyr’i de tekfir ederek psikolojik olarak kendilerini haklı çıkarmak istediler. Şiiler de haricileri tekfir ettiler. Bundan sonra da “sadece benim düşüncem doğrudur, başkalarının düşüncesinin doğru olmasına imkân yok” diyenler ve geliştirdikleri yorumlarına (itikadi yorumlar) taassup derecesinde bağlı olanlar diğerlerini tekfir etmenin cazibeli gücüne kapıldılar. İmam Gazâli, Hanbelilerle Eş’ârilerin, Eş’ârilerle Mu’tezilenin karşılıklı olarak birbirlerini tekfir ettiklerini belirtmektedir.[2]

tekfir meselesi

Gazali’nin tekfircilerle imtihanı

Karşı tarafı ilmen mağlup edememekten kaynaklı bir eziklik duygusuyla onursuz bir şekilde kullanılan tekfir silahı Gazali’ye de çok defa doğrultulmuştur. Bu yüzden Gazali de tekfir meselesi hakkında şu meşhur lafını etmiştir:

“Fikirlerinden dolayı kıskanılmayan, dışlanmayan ve hakarete uğramayanı hakir; küfür ve sapkınlıkla suçlanmayan kimseleri ise küçük görürüm”[3]

Gazali’ye göre insanların bir birini tekfir etmesinin arka planında mezhep taassubu, cehalet gibi unsurlar bulunmakla birlikte, farklı mezheplerin birbirlerini tekfir ederken en çok kullandıkları gerekçe, yaptıkları “te’vil”ler (yorumlar) olmuştur.[4]

Gazali tekfir meselesinin tehlikeli bir şey olduğunu fakat susmanın ise mahsursuz olduğunu şu şekilde açıklar:

“Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Rasûlullah deyip buna sadakatle bağlı kaldıkları ve buna aykırı bir eylemde bulunmadıkları sürece “ehl-i kıble”ye dil uzatmaktan sakınılmalı; mezhepleri ve takip ettikleri yollar ne kadar farklı olursa olsun İslam fırkalarını tekfir etmekten kaçınılmalıdır. Buna aykırı eylemden kasıt ise gerekçesi olsun veya olmasın Hz. Peygamberin yalan söylemesini caiz görmektir. Bu durumda bile tekfir meselesini seçmek tehlikelidir, susmakta ise herhangi bir tehlike yoktur.”[5]

Allah’ın Cennet’ini kendine has kılmak

Gazâlî, Ebu’l-Hasan el-Eşʻari ve Ahmed b. Hanbel gibi belli başlı mezhep imamları ile Muʻtezile ve diğer mezhep imamlarına muhalefet etmeyi küfür telakki edenleri çok sert bir dille eleştirmektedir. Çünkü ona göre tekfir meselesini savunmak körü körüne taklitçilik yapmaktır. Müslümanları düşüncelerinden dolayı tekfir eden kelamcıları Allah’ın rahmetini daraltmakla ve Allah’ın Cennet’ini kendilerine has kılmakla itham etmiştir. Mezhepler arası tartışmalarda hiçbir kimsenin ikna olarak mezhebini veya görüşünü değiştirdiğinin görülmediğini de açıklamıştır. [5] Çünkü bu tartışmalı konular somut deliller üzerine bina edilmiyorlar. Herkesin dayandığı delilin az da olsa bir haklılık payı olabiliyor.

Gazali’ye göre mezhebe mensubiyet zamanla taklit ve taassubu doğurabilir. Mezhebin ulaştığı neticelerin mutlak hakikat olması şeklindeki handikaptan kurtulmanın yolunun taklit ve taassuptan uzaklaşmak olduğunu söylüyor. Kendisinin bu taassupdan kurtulduğunu belirten Gazâlî, herkese de böyle bir hedefe yönelmelerini tavsiye etmektedir. [5, 6]

Fakat Gazali de bu sözlerinin tersine olarak, İslam filozoflarıyla fikri sahada mücadelede yetersiz kalmış olacak ki İbn-i Sina ve Farabi gibi kendini Müslüman olarak tanımlayan kişileri düşüncelerinden dolayı tekfir etmiştir. Maalesef ki tekfir meselesinin şeytani cazibesinden dolayı, İslam kelamcılarının eserlerinde hem tekfir meselesini neredeyse imkânsız kılacak itidal ve sağduyu ağırlıklı ifadeler hem de ifrata varan açıklamalar aynı eserde kendine yer bulabilmiştir.[7]

Kuran mahluk diyenler kafirdir

Karşılıklı tekfir ithamlarına varan bu mücadelelerde, ilahi sıfatlar, tekvin-mükevven, salah-aslah, halku’l-Kur’an, irade, kabir azabı, ru’yetullah… gibi bazı problemler, diğerlerine nazaran etrafında daha hararetli tartışmaların yürütüldüğü problematik alanlardır.

Örneğin Kuran mahluk mudur (yaratılmış mıdır) yoksa ezeli midir konusu gibi, kabir azabı var mıdır yok mudur, Rüyetullah (Allah’ı görmek) var mıdır gibi daha Allah’ın açıkça bildirmediği pek çok konuda Müslümanlar farklı farklı düşünmüşler ve bu farklı düşünceleri itikad sorunu olarak tanımlamışlar ve birbirlerine kafir yakıştırması yaparak psikolojik olarak üstün gelmeye ve sözünü halka kabul ettirmeye çalışmışlardır.

Fakat bu işin raydan çıktığını ve tekfir meselesinin onursuz bir fikir mücadelesi yöntemi olduğunu anlayanlar da vardı. Bu yüzden daha sonra İslam âlimlerince makbul olan görüş, bir kişiye kâfir denebilmesi için o kişinin İslam aleyhtarı olması veya Müslüman olduğunu söylese bile İslam ile alay edercesine sözler sarf etmesi gerektiği şeklinde yaygınlaştı. İslam aleyhinde küçültücü, alaylı sözler sarf etmesi de onun aslında Müslüman olmadığını fakat içinde bulunduğu şartlardan dolayı öyle görünmek istediğini gösterirdi. İslam kelamcıları yine bu tekfir meselesini önlemek için “Kıble ehlinden hiç kimse tekfir edilemez” diye bir düstur benimsemişlerdir.[8] Fakat tekfirden vaz geçmek istemeyen kişiler ise bu sözü de yorumlamaya gitmişler ve çeşitli yorumlarla bildiklerini okumaya devam etmişlerdir.

Tekfirin ana nedeni mezhep taasuplarıdır

Genel olarak İslam uleması tekfir meselesine soğuktur ve bir kişiye yorumlarından dolayı kâfir denemeyeceğini belirtirler. Örneğin bir ayetin farklı yorumları varsa bu yorumlar bize çok zıt diye tekfir edemeyiz. Ali el-Kari ve İbn Abidin’de geçen bir tavsiye şöyledir: “bir kimsenin kâfir olduğuna dair doksan dokuz; Müslüman olduğuna dair bir delil bulunsa, müftü ve kadının o kişinin Müslüman olduğunu gösteren delile göre amel etmeleri gerekir”.[9]

Tekfir meselesine yol açan en önemli etken mezhepler arası yorum ayrılıklarında mezhebinin gücünü artırma gayretidir. Bu etken ilim sahipleri için geçerlidir. Bunlara uyan mukallidlerin tekfire başvurma sebebi ise bu kişileri taklit etmeleri ve cehaletten gelen bir taassupla önderlerinin tekfir etmedeki yanlışlarını görememeleridir.

Hakikat tekelciliği yapan dinî gelenekler, mezhepler, gruplar ve dinî oluşumlar, farklı şekillerde de olsa sadece kendilerinin Allah hakkındaki tüm hakikate sahip olduğunu iddia ederek kendilerini hakikat bekçisi ilan eder ve diğer görüş ve yorumları reddetme yoluna gider. Neticede bu durumun, farklı din algısına sahip olanların önce ‘sapkın’ veya ‘mürted’ gibi sıfatlarla marjinalleştirilmesine daha sonra da bir şekilde kendilerine şiddet uygulanarak bertaraf edilmelerine kapı aralaması kaçınılmazdır. [7]

Müslümanların kanayan yarası tahammülsüzlük ve şiddet

Bugün Batı’da faşizmin ve İslamofobinin yükselişe geçtiği, İslam coğrafyasında ise mezhep çatışmalarının yoğunlaştığı ve Müslümanların bir şiddet sarmalına girdiği görülmektedir. Bilinçli olarak, mutedil, kapsayıcı, kuşatıcı, ölçülü söylemlerden uzaklaşılarak, dışlamacı, aşırılığa varan anlayışlara güç kazandırılmaya çalışılmaktadır. Bir takım kirli amaçlar uğruna Müslüman’ın Müslüman’a kırdırıldığı böyle bir ortamda, tarihî ve i’tikadî bağlamından kopartılıp ısıtılarak yeniden piyasa sürülen, bir istismar aracı olarak kullanılan kavramlardan biri ve belki de en önemli ve yıkıcı olanı “tekfir meselesi”dir. [7]  

İslam’da olması gereken “birlikte yaşama kültürü”

Bugün İslam coğrafyasında kanayan yaramız şiddettir. Her grup birbirlerine önce tekfir etme gibi bir psikolojik şiddetle başlayarak, sonra hızlarını alamayıp birbirlerinin kanlarını helal görüyorlar. Irak’taki gibi devlet sistemleri bir zayıflasa tüm Müslümanların bir kaos atmosferi içinde birbirlerini doğradıklarını görebiliriz. Hepsi Allah adına bir diğer Müslümana psikolojik veya fiziki şiddet uyguladığını düşünüyor.

Peki Allah bunu ister mi? Allah İslam dinini yeryüzünde barış olsun, kimse kimsenin hukukuna tecavüz etmesin, inancına karışmasın diye göndermemiş miydi? Birbirlerine dalaşanları, savaşanları yeryüzünde fitne çıkaranlar olarak nitelendirmiyor muydu? İslam’ın gelmesindeki asıl amaç yeryüzünde barışın sağlanması değil midir? Peki karşılıklı tekfirleşmeyle oluşan psikolojik savaşlarınız bu durumda şeytanın bir oyunu değil midir ki sizi er geç fiziki savaşa sürüklemektedir?  Bu ötekleştirmeyi ve tekfir meselesi hastalığını terk edip Müslümanlar olarak “birlikte yaşama kültürü” geliştirmeli ve Dünya’ya İBRET değil ÖRNEK olmalıyız.

Halk onlara değil bana inansın diye yaptım

Bugün Müslümanların birbirlerini tekfir etmedeki en büyük nedenleri ise halkın karşı düşünceye inanmalarını engelleme ve kendilerine inanmalarını sağlama düşüncesidir. Bu, tabiki psikolojik ve sosyolojik olarak muhaliflerini küçük düşürmek, dışlatmak amacıyla yapılır ve tekfir edicinin ilmen karşı tarafı susturmaya delillerinin olmadığını gösterir. Yeterli delilleri olsa zaten halk karşı tarafa geçer diye korkmasına gerek yoktur. Hak geldi mi batıl zaten her zaman yok olur. İşte tekfir meselesine başvurarak karşı tarafı halkın gözünde küçültmek isteyen kişinin elinde bu yüzden hak yoktur. Elinde hak (delil) olmadığı halde kendini mutlak haklı görüyor ve karşı tarafı tekfir edebiliyorsa öğrenilmiş bir taassup öylelerine hâkimdir. Meseleyi kendi de yeterince anlamamıştır. Bu yüzden psikolojik şiddete başvuruyordur.

Einstein’ın sevdiğim bir sözü var ki diyalektikte kendime bir kıstas edinmişimdir. Der ki “Eğer 6 yaşındaki bir çocuğa anlatamıyorsanız meseleyi siz de anlamamışsınız demektir”. Benzer olarak ben de diyorum ki “Meseleyi halka delillerle kanıtlarla anlatıp, insanları böyle kendi tarafınıza çekemiyorsanız, bunun yerine karşı tarafı küçülterek halkı çevirmek istiyorsanız meseleyi siz de anlamamışsınız demektir. Sizin elinizde hakka dayanan bir bilgi falan yok.”

Tekfir etmek bir ad hominem safsatasıdır

Tartışma sanatında muhatabın fikrini çürütemiyorsanız şahsını küçük düşürücü söylemlerle tartışmayı kazanmaya çalışabilirsiniz ki buna literatürde ad hominem safsatası denir. İnsanları karalayarak fikirlerini ört-bas etme ve böylece halkı kendi tarafına çekme amacıyla yapılır. İşte tekfir etme de bir ad hominem safsatasıdır. Tartışmada muhatabınızı tekfir etmeniz, arenada gücünüzün yetmediği için rakip güreşçinin hayalarının ortasına kuvvetli bir tekme atmak gibi bir yaklaşımdır.

Güzel mücadele örneği: Tahakkümsüz Diyalog

Habernas (1929-), tartışmanın taraflarının bir muhatap olarak tanındığı ve konuşmaya katılmak için eşit fırsatların olduğu tartışma ortamına Tahakkümsüz Diyalog (discourse) der. Bunun tersinde ise yetki, güç, statü ve menfaatler genellikle iletişimsel sürece müdahale eder ve fırsat dengesini değiştirir der. İşte tekfir etmek de taassublarımızdan doğan tahakküm arzusunun tartışmadaki fırsat dengesini değiştirmesi ve güçsüzlüğümüzü izole etmesi adına başvurulan diyalog safsatalarından biridir. İslami değildir, Müslümanım diyen birini kâfir ilan etmek ancak Allah’ın yetkisindedir, Hz Peygamber bile buna başvurmamıştır. Aksine tekfirden uzak durulması için kulaklarımızda çınlaması gereken şu sözü söylemiştir:

“İki Müslümandan biri diğerini tekfir ederse bu itham mutlaka ikisinden birine raci olur (ulaşır)”[10] (Müslim, İman, 26) Yani tekfir ettiğiniz kâfir çıkmazsa siz kâfir olursunuz.

“Efendim ben büyüklerimizin verdiği hükümlere göre onu tekfir ettim” demeniz de sizi kurtarmaz. Çünkü büyüğün yanlış yapmışsa sen de yanlışta ona ortak olmuşsundur. Her insan aklını kullanmakla ve taassupla hiçbir kişinin fikirlerine paket olarak bağlanmamakla sorumludur. Çünkü taassuplar sizi yanlışlarda ortak eder. Büyüğünüz yanlış yapmışsa aklını kullanmadan itaat ederek siz de yanlış yaptığınız için siz de onun kadar sorumlu olursunuz.

Sonuç olarak; Tekfir meselesi

Kendine Müslümanım diyen bir kişi, görüşlerinde ne kadar sizden farklılaşırsa farklılaşsın bu kişiyi kâfir ilan edebilme yetkisi Allah’tan başka kimsede değildir. Açık olarak kâfir olduğunu söylemeyen hiç kimseyi tekfir ederek susturmaya çalışmamalısınız. Düşünce ve fikir hürriyetinin, dolayısıyla da her türlü atılım, ilerleme ve gelişmenin önünde büyük bir engel olarak görülen indirgemeci tekfir anlayışını bir sorun olarak ele almak ve İslam kelamını, doğruyu araştıran akılcı düşünceye ket vuran bu tekfirci anlayıştan kurtarmak ve tekfir meselesini kaldırmak gerekmektedir. Kısaca kendine Müslümanım diyen insanları hiçbir mazeret adı altında tekfir etmek caiz değildir, İslam’a ve kendisine zarar vermektir.

“Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Rasûlullah deyip buna sadakatle bağlı kaldıkları ve buna aykırı bir eylemde bulunmadıkları sürece “ehl-i kıble”ye dil uzatmaktan sakınılmalı; mezhepleri ve takip ettikleri yollar ne kadar farklı olursa olsun İslam fırkalarını tekfir etmekten kaçınılmalıdır. Buna aykırı eylemden kasıt ise gerekçesi olsun veya olmasın Hz. Peygamberin yalan söylemesini caiz görmektir. Bu durumda bile tekfir yolunu seçmek tehlikelidir, susmakta ise herhangi bir tehlike yoktur.” (İmam Gazali, Faysalü’t-tefrika, s. 45, 85.)

“Bir kimsenin kâfir olduğuna dair doksan dokuz, Müslüman olduğuna dair bir delil bulunsa, müftü ve kadının o kişinin Müslüman olduğunu gösteren delile göre amel etmeleri gerekir” (İbn-i abidin kitabı)

“İki Müslümandan biri diğerini tekfir ederse bu itham mutlaka ikisinden birine raci olur (ulaşır)” (Müslim, İman, 26)

“Bir kimse bir kimseyi fâsıklık ve kâfirlikle suçlamasın. Suçladığı kimseler fâsık ve kâfir değilse bu sıfatlar kendisine döner.” (Buhari, Edeb, 44)

Ek olarak kafir kime denir konusunu anlattığımız yazımızı şu linkten okuyabilirsiniz: https://www.bilimveyaratilisagaci.com/2020/12/cennet-ve-cehennem-neden-var/

KAYNAKLAR

  1. AYDINALP, H. (2014). Kural Dışı Dini Bir Yönelim Olarak Çağdaş Tekfir İdeolojisini Anlamak. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 46(46), 5-36.
  2. el-Gazzâli, Faysalu’t-tefrika, s.27.
  3. Gazzâlî, Faysalü’t-tefrika, s. 31.
  4. Kandemir, A. M. (2017). TE’VİL VE TEKFİR KURAMI ÇERÇEVESİNDE GAZZÂLÎ’NİN TOPLUMSAL BARIŞA KATKISI. KADER Kelam Araştırmaları Dergisi, 15(2), 343-361.
  5. Gazzâlî, Faysalü’t-tefrika, s. 45, 85.
  6. Ebû Hâmid el-Gazzâlî, el-Münkizu mine’d-dalâl. thk. C. Saliba-K. İyad, (Beyrut: Dârü’l-Endülüs, 1967), s. 69-70; Arpaguş, “Gazzâlî’nin Tekfire Bakışı”, s. 238.
  7. Şahinalp, H. İndirgemeci Yaklaşımların Bir Ürünü Olarak Tekfir. Birey ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, 7(1), 23-57.
  8. Soyal, F. (2020). Ebu Hanife’de Tekfirin Problematik Boyutu. Yakın Doğu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 6(2), 259-296.
  9. İbn Abidin, Mecmu’atu’r-resâil, c.1, Beyrut 2000/1421, s.367. Ali el-Kari, Şerhu’ş-şifa, c.2, Kahire 1307. s.502.
  10. Müslim, İman, 26.

S.S.S

İslam’da tekfir etmek var mıdır?

Hayır, bu hastalık sonradan aramıza girmiş ve kanser gibi yayılmıştır.

Tekfir etmek caiz midir?

Tekfir etmek müslümanlar arasında fitne, fesat, kaos oluşturur. Caiz değildir.

Tekfir etmek yetkisi kime aittir?

Müslümanım diyen birinin kafir olduğuna hükmetmek Allah’tan başkasının yetkisinde değildir. Peygamberimiz bile bundan kaçınmıştır.

 

Bu yazı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Loading spinner

Kurtuluş Berzan

Yazar 1979 doğumludur. Palandöken dağının eteklerinde yaşamaktadır. 20 yıldır dini ve bilimsel kitaplar okumaktadır. 2018 yılının başından beri öğrendiklerini, çözümlemelerini ve yeni araştırmalarını bu sitede yayınlamaktadır. Doktora derecesine sahiptir. Yazılarımızdan alıntı yapma kuralları için tıklayınız.
Başa dön tuşu