Çelişki yok

Kuran’a neden inanmıyoruz diyen karikateist ve diğer ateistlerin 99 sorusu ve cevapları

Kuran’a neden inanmıyoruz diye karikateist benzeri sitelerde paylaşılan ateistlerin 99 sorusu ve cevapları veriyoruz. Böyle objektif olmayan ve düşmanlık hisleriyle yazılmış 99 tane maddeyi görmek, algısal olarak okuyucu da “haklı olabilirler” düşüncesi oluştursun diye yapılmış.

Fakat bu sizi aldatmasın, düşmanlık hisleriyle yazılmış 99 değil 999 tane de iddia olsa hepsi taraflıdır, objektif değildir, olayları bir yönden gösterip diğer yönünü gizleyerek aktarmak böyle yanlı iddiaların bir gereğidir ve sayısı ne kadar olursa olsun kıymeti artmaz. ateistlerin 99 sorusu bu yüzden çok anlam ifade etmiyor.

Çünkü bir insan  bir fikre, bir oluşuma, bir millete, bir harekete vs. düşmanca tavırlar içinde iddianameler hazırlamaya başladığında olayları hep tek taraflı yansıtır, okuyucuyu büyük resme doğru açıdan değil hep yanlış bir açıdan baktırmaya çalıştırır. İnsanoğlu kitlesel olarak algı oyunlarıyla yönetilmeye çok müsait varlıktır. Melek gibi birinin bile sürekli bir şeytan olduğunu her fırsatta anlatırsanız, kitleleri buna ikna edersiniz.

ateistlerin 99 sorusu tek gözlüdür

İşte buradaki iddiaların cevaplarını okuduğunuzda da anlayacaksınız ki militan olan ateizm İslam hakkında hep yanlı ve yanıltmacalı iddialar hazırlıyorlar, maksatları gerçeği bulmak değil, her halükarda ve her halükarda İslam’ın haklı çıkmaması için mücadele ediyorlar ve diğer tüm batıl sistemlerin yaptığı gibi İslam’ın bitmesini yürekten temenni ediyorlar. Çünkü İslam, insanları şeytani zevklere davet etmiyor, insanlığın uzun vadede huzuru için her türlü şeytani oyuna engel oluyor.

Burada ateistlerin 99 sorusu konusuna verilen cevapların çoğu, sitemizde daha önceden yayınlanmış yazılardır. Buraya tekrar kopyaladık. İddiaların az bir kısmını daha önceden cevaplamamışım, onları da cevaplayınca yayınlamayı düşündüm ama sonradan daha fazla bekletmeyeyim diye karar verdim. Cevaplanmayan birkaç iddia da sıra ile cevaplanıp en kısa sürede eklenecektir.  Bir sorunun üstüne tıkladığınızda o sorunun cevabı açılacaktır. Keyifli okumalar.

İslam'da kölelik yoktur. Bazı kişiler Kuran’ın sanki köleliği emrettiği veya teşvik ettiği gibi bir algı oluşturmak istiyorlar. Konuyu bilmeyenlerde bazen kafa karışıklığı oluşturup, hedeflerine ulaşabiliyorlar. Köleliği dört madde ile kısaca açıklayalım:

  • Kuran’da köleliği emreden veya teşvik eden bir ayet yok.

  • Tam aksine köleleri serbest bırakmaya teşvik eden ayetler vardır.

  • Köleliği devam edenler için de bunların hukuklarını düzenleyen ayetler vardır.

  • Köleler hakkındaki ayetler hep köleler lehindedir, durumlarını zorlaştıran bir ayet yoktur.

İslam'da kölelik kavramını kaldırmak için teşvik eden ayetler

Aşağıdaki ayetler köleliği kaldırmaya teşvik eden ayetlere örnektir, Allah’ın muradının köleliğin kaldırılması yönünde olduğunu Müslümanlara açık açık bildirmiştir.

Bakara 177: “Gerçekte erdemlilik, yüzünü doğuya veya batıya çevirmeniz ile ilgili değildir; ama gerçek erdem sahibi, Allah'a, Ahiret Günü'ne, melekler, vahye ve Peygamberlere inanan, servetini -kendisi için ne kadar kıymetli olsa da- akrabasına, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculara, (yardım) isteyenlere ve insanları kölelikten (cariyelikten) kurtarmaya harcayan; namazında devamlı ve dikkatli olan ve arındırıcı (mali) yükümlülüğünü ifa eden kişidir; ve (gerçek erdem sahipleri) söz verdiklerinde sözünü tutan, felaket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir. İşte onlardır sadakatlerini gösterenler ve işte onlardır Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar.”

Beled 12: “Fakat insan, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Köle azat etmektir veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut toprakta sürünen bir yoksulu doyurmaktır.”

Savaşta köle almak

Tüm Dünya'da genel bir savaş kuralı olarak savaş esirleri köle ve cariye olarak alınabilirdi, günümüzde de savaş esirlerini işçi mahkumlar olarak köle niyetine kullanıyorlar, bu tür bir köleliğin insanlık var oldukça devam etmesi kaçınılmaz.

Fakat Kuran'da savaş esirlerini köle olarak alın veya almayın diye direk bir ayet geçmez. Yani Kuran bunu ne yasaklar ne de teşvik eder. Muhammed 4 ayetinde Bedir savaşında savaş esirleri hakkında yapılması gerekli olan şeyler açıklanırken onların serbest bırakılması söylenmiştir

Muhammed suresi 4: “(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları çökertip etkisiz hale getirdiğinizde bağı sıkı bağlayın (sağ kalanlarını esir alın). Artık bundan sonra (esirleri) ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin. Savaş sona erinceye kadar hüküm budur.”

Yine de ayetin tüm savaşlar için genel bir emir olduğuna dair elimde bir veri yok. O yüzden böyle bir iddia da bulunmayacağım. Her savaşın şartları farklıdır, bu hüküm her savaş için değil Bedir savaşı için verilmiş olabilir. Fakat sonraki savaşlarda da benzer durumlar için Allah'ın isteğinin yönüne dair bir fikir verir.

Bu yüzden olsa gerek Hz. Ömer zamanında İslam devleti yedi düvelle savaşa girişip her yeri feth ettiği sırada Hz. Ömer'in savaşlarda köle almadığı nakledilmiştir. Köle alınmasını yasaklamıştı. Mısır feth edildiğinde Mısır'dan getirilen köleleri hep serbest bırakıp memleketlerine geri göndermişti (Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları).

İslam köleliği istenmeyen olarak ilan eden ilk sistemdir

Kuran köleliğin doğru olmadığını ve kaldırılması gerektiğini bildirdiği zamanlarda Dünya'da köleliği kaldırmaya yönelik başka bir girişim bulunmuyor. Hatta kısmen tahrif edilmiş olan İncil ve Tevrat’ta bile köleliği kaldırma hakkında ayet bulunmazken Kuran’da açık ayetlerle kölelerin serbest bırakılmasının doğru olduğu ve savaşta köle alınmayacağı ifade edilmektedir.

Yine üçüncü ve dördüncü maddelerde bahsettiğimiz gibi köleliği devam edenler için onları koruyucu ve hayatlarını kolaylaştırıcı hükümler gelmiştir ama asla hayatı onlara zorlaştıran ayetler gelmemiştir. Örnek:

 Kölelerin evlendirilmelerini ister

Nur Suresi, 32: “Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.”

Köleler anlaşma yaparak özgürlük isterlerse anlaşma yoluna gidin der, onları fuhşa zorlamayın der

Nur 33: “…Kölelerinizden sizinle azadlık anlaşmasını yapanlarla anlaşın, eğer yararlılıklarını (hürce yaşayabileceklerini) bilirseniz… Allah’ın size verdiği maldan onlara da verin. Dünya menfaatini elde etmek için, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın.”

Köleler, zekât verilen sınıflardan birisi olarak sunuluyor

Tevbe Suresi, 60: “Sadakalar (zekâtlar) Tanrı’dan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, tanrı yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Tanrı pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.”

Onlara iyi davranılması emredilir

Nur 36: “….ellerinizin altında bulunanlar (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın….”

Peygamberin kölesi ve cariyesi var mıydı?

Ayrıca bazıları diyor ki Muhammed peygamberin bile köleleri ve cariyeleri varmış. Bu yanlış bir bilgi. Peygamberin tek kölesi olan Zeyd İslam’dan sonra azad edildi. O köleliği kaldırmak için örnek olsun diye Zeyd’i azat etmişti. Kölelik tarftarı değildi. Kendisine hediye edilen tek cariye olan Mariyeyi de hürriyetine kavuşturdu ve nikâh kıyarak eşi oldu. Mariye Mısır hükümdarının hediyesi idi, onunla evlenerek Mısır ile siyasi yakınlaşma sağlandı.

Yine savaşta esir düşen Safiye ve Cüveyriye isimli eşleri ise hür birer kadın olarak mehirleri de verilerek evlenildi. Bu iki kişi Yahudi kabilelerinin şeflerinin kızları olup, bu evliliklerle siyasi düşmanlıklar ortadan kalkması hedeflendi. Ayrıntı için 22 nolu yazımıza bakın.

Kölelik neden tek seferde kaldırılmadı?

İslamiyet köleliği neden kesin emirle tek seferde kaldırmadığı bir toplumsal mühendislik meselesi. Eğer bu toplumun ve tüm Dünya insanlarının sosyal yapısına aşırı yayılmış ve hayatın normal bir parçası olmuş olan bu tümör tek seferde çıkarılsaydı sosyal buhranlar oluşturabilirdi.

Bir doktor bir tümörü tek seferde cerrahi ile çıkarmaya karar verebilir veya bunun zararlı olduğunu bilirse ilaç tedavisi ile aşamalı olarak tümörün küçülmesini sağlayabilir. Beled 12 ayetinde de zaten insan o sarp yokuşu aşamadı yani köleliği kaldıramadı deniyor. Demek ki Allah'ın muradı köleliği tek seferde kaldırmakta idi fakat tek seferde kaldırmak insanlığın henüz hazır olmadığı ve yapamayacağı bir istekti.

Özetle

Kuran köle alın demez, köle salın der. Öyleyse denilebilir ki İslam'ın kendisinde kölelik yok. Fakat kültürlerde kölelik vardır. Kuran köleliği emretmediği ve hatta kaldırmaya teşvik ettiği için İslam'da kölelik yoktur.

Ayrıca 171# İslam’da cariyelik var mı? aslı yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz.

Nisa 34: “Bir kısmınızın, bir kısmınızdan yaratılışı itibariyle farklı özelliklere sahip kılınması ve kendi mallarından harcadıklar için erkekler, kadınların işlerini görürler. Saliha kadınlar, bağlılık gösteren ve Allah’ın korumasını istediğini, kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Nüşuzundan korktuğunuz (şüphelendiğiniz) kadınlara (önce) öğüt verin, (sonra onları) yataklarda yalnız bırakın, yine dinlemezlerse vurun. Eğer size uyarlarsa onların aleyhine bir yol aramayın. Kuşkusuz Allah, Çok Yüce’dir ve Çok Büyük’tür.”

ateistler bu ayeti sık sık kadınları istismar etmek için kullanırlar. Ayette darabe fiili geçer bu kelimenin birkeç anlamı vardır. Vurmak anlamına geldiği gibi yola çıkmak anlamına da gelir ve Kuran da yola çıkmak anlamının başka ayetlerde kullanıldığı için bu ayetinde “terk edin” anlamına geldiğini söyleyen ilahiyatçılar da vardır. Fakat ateistler ayetin bütünlüğü içinde bakmadan sadece bu kelimeyi cımbızla seçip, Kuran kadınları dövün diyor diye olumsuz propaganda yaparlar. Biz “terk edin” anlamının da Allah tarafından kast edilmiş olabileceğini kabul ediyoruz, fakat eğer dövün anlamı varsa bunun ayetin bütünlüğü açısından hangi şartlarda ne amaçla söylendiğini inceleyeceğiz.

Bu ayet “nüşuzundan korktuğunuz kadınlar” diye başlar. Nüşuz kelimesi sıradan bir geçimsizlik veya tartışma hali demek değildir. Çünkü Kuran kadınlarla iyi geçinilmesi görevini erkeklere yükler (Nisa 19). Ayetin öncesizde Nüşuz eden kadının tam tersi olan Salih olan kadının özellikleri anlatılır.(1) Salih olan kadına itaatkar manası verip, nüşuz yapan kadına isyan eden manası verenler yanılıyorlar. Çünkü Salih demek “güzel işler yapan” demektir. Zaten aynı ayette bu salih kadınların iki özelliğini tarif eder. Kanitat (bağlılık gösteren) oldukları ve ALLAH’ın korumasını emrettiğini (aile sırlarını ve iffetlerini) koruyan kadınlar olarak anlatır. Müfessir Îci buradaki korumasını emrettiği şeyin iffeti kast ettiğini Arap gramerine göre anlatır.(2) Öyleyse ayet bize nüşuzun ne demek olduğunu Salihin tanımını yaparak öğretiyor. Buna göre Nüşuz, Saliha kadının tam tersidir yani bağlılık göstermeyen ve kocasının korunması gereken şeylerini (iffeti, namusu, şerefi veya malları gibi) o sadakatsizce başkalarına açan kadındır. Yalnız burada kast edilen kadının zina yapması değildir. Zinanın hükmü sopadır. Burada kast edilen zina aşamasına gelmemiş bir gönül verme veya uygun olmayan biçimlerde başka biriyle yaptığı flörttür. Böyle birisi ise ailenin kudsiyetini onarılamaz bir şekilde bozacağı bir şekilde hareket ettiği açıktır.(3) Müfessir Ragıp İsfehani de nüşuzu “kadının kocasına buğz edip başkasını sevmesi” olarak tarif etmiştir.(4)

Nüşuz kadın ve kocanın şiddetli geçimsizlik yaşaması hali değildir. Yani şiddetli geçimsizlik var diye erkek kadını dövecek diye bir şey yok. Çünkü bu ayetin peşindeki ayet olan Nisa 35’te ayrılmaya varacak şiddetli geçimsizlik halini ŞİKAK sözcüğü ile ifade edilir.(1) Ve şiddetli geçimsizlik durumunda kadının ve erkeğin ailesinden tayin edilecek birer hakemin bir araya gelip sorunu çözmesi istenir. Böylece Kuran akrabaların bir araya gelip sorunun kısır döngü haline gelmesini engellemekte ve enfes bir çözüm yolu öğretmektedir.(5) Neyse bu konumuz dışı ama anlamamız gereken konu, şiddetli geçimsizlik var diye kadını dövün diye bir emrin olmadığıdır.

Tefsir alimi Atâ (m.981) şöyle yazmıştır: “Erkek, namusu lekeleyecek bir davranışta bulunmayan, yalnızca nâşize olan (nüşuz yapan) karısını dövemez, ancak ona karşı öfkesini ortaya koyabilir”(6)

Buradan da anlaşılıyor ki nüşuz bir dikleşme, isyan etme durumu değildir. Eşini bırakıp başka birilerine yakınlaşma hali, iffetini korumama halidir. Zaten ayette nüşuz şüphesi olan kadın için bu hükümleri aktarır. Burada nüşuza dikleşme veya baş kaldırma diyemeyiz. Çünkü dikleşmenin şüphesi olmaz. Ama gönlü başka bir erkeğe kaymanın veya iffetini korumamanın şüphesi olur.

Peki, Kuran nüşuz şüphesi olan kadını hemen kalkın dövün mü diyor? Hayır! Önce bir konuşun, nasihat edin diyor. Baktınız kadın anlamıyor hâlâ aileniz ateşe gidiyor. O zaman yataklarınızı ayırmayı bir deneyin diyor. Bu belki kadının ailesinin değerini bilmesi gerektiğini hatırlatabilir. Bu da olmadıysa en son aşamada ailenin dağılmasını önlemek için dövün diyor. Yani buradaki dövme günümüzdeki gibi sinirlenince kalkıp kadını döven kendi egosunu tatmin eden bir erkek anlayışını yansıtmıyor. Böyle bir anlayışı kaldırıyor ve kadını sinirlenince hemen dövülmekten koruma altına alıyor. Çünkü erkek ilk aşamada çok sinirlenir ama bu erkeğe hemen döv demiyor. Erkek önce nasihat edip sonra yatağını ayırdığında ise zaten ilk sinir hali yatışmış olacaktır ve basit sıkıntılar çözülmüş olacak böylece basit olaylar yüzünden kadının üzülmesi engellenmiş olacaktır. Bu yüzden ayet erkeğe sinirlenince hemen kalkıp kadını dövme yolunu kapatmış oluyor.

Bu ayetin dövün demediğini “gidin” dediğini savunanların delilleri zayıftır. Çünkü, Peygamber ve sahabeler bu ayeti böyle anlamamış, hiçbir tefsirde böyle yazmaz, sadece son zamanlarda birkaç tane yurdum insanı böyle anlamıştır. Yanlış anladıklarının bir delili de Kuran’da kadını boşadığınız zaman dört ay yanınızda tutun ondan sonra kadını salın der. Evi bırakın çekin gidin demez.

Kısaca, bu ayetteki dövme, kadını cezalandırma anlamında değil, sonuçları ağır olacak bir uçuruma doğru giden bir aile için başvurulabilecek en son ameliyattır. Az zararın çok zarara tercih edilmesidir.

Bu noktada bazı akla takılabilecek meseleleri de bildirmem gerekiyor. Bazıları buradaki nüşuzun hayasızlık olmadığını çünkü hayasızlığın cezasının recm veya sopa olduğunu düşünüyor. Hayır efendim biz zina yapan kadından bahs etmiyoruz, başka bir erkeğe meyleden veya gözü erkeğinde olmayıp dışarıda olan kadınlardan bahs ediyoruz.

Buraya kadar Kuran’dan getirdiğimiz deliller ile Nüşuz’un sıradan bir geçimsizlik olmadığını ve ailenin kudsiyetini çiğneyebilecek hareketlere meyil olduğunu açıkça ortaya koyduk. Fakat bunu destekleyecek önemli bir peygamber sözü var olduğu için onun da konuya ışık tutacağını düşünüyorum.

“Kadınlar konusunda Allah’tan korkun. Siz onları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onlarla ilişkiye girmeniz size, Allah’ın emriyle helal oldu. Sizin onlar üzerindeki hakkınız, hoşlanmadığınız bir kişiye serginizi çiğnetmemeleridir. Eğer böyle yaparlarsa onları belli olmayacak şekilde dövün.”(7)

Peygamberimizden rivayet edilen ve kadına dayağı kınayan birçok söz olduğu halde burada kadına ancak ailenin iffetini başka kişilere çiğnetmeleri durumunda hafifçe dövülmeye izin veriliyor. Ayette hafifçe tabiri geçmiyor. Ama peygamberimiz yaşayan Kuran’ın en büyük müfessiri olduğu için bu konuyu açıklıyor ve hafifçe diyor. Evin iffetini çiğneten kadını hafifçe dövün demeden önce bile kadınlar konusunda Allah’tan korkulması gerektiğini ve onların emanet olduğunu hatırlatıyor. Evet aile hayatında eşlerinin kıskançlıklarından çok çeken peygamberimiz hayatında bir kere bile kadın dövmemiş hatta hakaret bile etmemiş (8) olmasıyla zaten bize Kuran’dan anlamamız gereken doğru yaşantıyı göstermiş oluyor.

Kısaca nüşuz etme eşinden yüz çevirip iffetini koruyamama halidir. (Fakat zina değildir, zinaya açık olma halidir) Böyle bir durumda bile Allah yuvalarınızı yıkın, kadını hemen cezalandırın gibi birşey söylemez. Tam tersine ilk etapta diyaloğu ve farklı çözüm yollarına başvurulmasını önerir. Böylece ayet bu şekilde kadını korur. En son aşamada ise yuvanın dağılmasındansa daha az şerli bir yöntem olan vurmayı söyler. Ama bu vurma kesinlikle böyle bir durum hariç yapılacak birşey değildir. Ne kadar şiddetli geçimsizlik olsa bile yapılmaz. Şiddetli geçimsizlik halinde Allah bu ayetin peşinde kadının ve erkeğin ailesinden birer hakem tayin edin diyerek yol gösterir ve kadını kendi ailesiyle koruma altına alır.

Ayrıca Kuran’ın kadına verdiği değer için şuraya ve Kuran’da kadınlara Cennet vaad edilmiyor diye yapılan kara propagandaya karşı şuraya tıklayın.

KAYNAKLAR

  1. Erdoğan, S. İslam Aile Hukukunda Şiddetli Geçimsizlik (Şikâk) Durumunda Hakem Tayini ve Tayin Edilen Hakemlerin Yetkileri. Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi1(2), 45-57.
  2. Îcî, Adudüddîn, Tahkîku’t-Tefsîr, Köprülü Fâzıl Ahmet Paşa, no: 50, vr. 139b.
  3. Eşref Yazar, İSLAM AİLE HUKUKUNDA EŞLER ARASINDAKİ GEÇİMSİZLİK VE ÇÖZÜMÜ, Yüksek Lisans tezi, ERZURUM-2007
  4. Kutluay, İ. Kadına Şiddeti Meşrûlaştırdığına Delil Olarak Kullanılan Bazı Âyet ve Hadislerin Değerlendirilmesi. Marife Dini Araştırmalar Dergisi18(2).
  5. BAYAR, M. İslam Aile Hukukunda Karı-Koca Arasında Meydana Gelen Anlaşmazlıklara Önerilen Çözümler. e-Şarkiyat İlmi Araştırmaları Dergisi/Journal of Oriental Scientific Research (JOSR), (5), 87-111.
  6. bn Arabî, Ebu Bekr Muhammed b. Abdullah, Ahkâmu’l-Kur’an, Dârü’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut,
    t.y., I,
     536–538
  7. Buhari, Nikah 80, VI,52.
  8. İbn Mace, Nikah 51, I,683

Naziat 30: “Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi.”

Kuranda Naziat 30 ayetinde geçen “Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun” ifadesi ile Kuran’da düz dünyanın geçtiğini iddia ediyorlar. Ve Kuran’da dünya küredir diye bir belirti koyulmamasını Kuran’ın Dünya’nın şeklinden habersiz olduğuna bağlamışlar.

Dehaha kelimesi

Aslında eskiden öyle iddia ediyorlardı. Çünkü belirtilen ayette geçen “Dehaha” kelimesi yeri yaymak anlamındadır, fakat “Dehaha” kelimesinin semantik yapısına göre kelime bir devekuşunun yuvasını yayması anlamında kullanıldığı ve aynı zamanda devekuşunun yumurtalarına da bu ismin verildiği öğrenilince ayetin kaçınılmaz olarak bir mucizeyi açıkladığı ortaya çıktı. Evet, bu ayet Dünya düz demiyordu, aksine Dünya yayılmış, kıtalar sizler için düzleştirilmiş, ovalar vadiler oluşturulmuş, fakat Dünya yine de deve yumurtası şeklindedir anlamı veriyordu. Bu haber internette yayıldıktan sonra ateizm artık bu ayetle çok uğraşmamaya başladı.

Peki Kuran neden doğrudan değil de dolaylı yollardan böyle bilimsel gerçekleri açıklıyor diye soru akla gelebilir. Biz de şöyle soralım. Dünyanın küre şeklinde olduğuna dair bilimsel gözlemlerin yapılmadığı çağlarda, insanların Dünyayı düz olarak bildiği bir ortamda, akla hayale sığmayacak iddiaları aşikâr bir şekilde konuşmak mantıklı olur muydu?

Yani Kuran’dan yüzyıllar sonra bile Galileo Dünya yuvarlaktır deyince anlaşılamamış ve dışlanmış bir meselenin 1450 yıl önce dillendirilmesi insanlar arasında nasıl bir tepki oluştururdu diye bir düşünmek lazım. Sadece Dünya’nın şekliyle de bitmiyor bu iş. Galaksimizden ve bugün yeni yeni öğrendiğimiz kozmolojiyi aynıyla anlatsaydı ne olurdu? İlkokul çocuğunu trigonometri öğrenmeye zorladığınızda olacak şey olurdu. Peki, ayette neden yeri yayıp döşeyene demiş.

Dünya’nın ve yeryüzünün oluşumu

Dört milyar yıl önce Güneşten kopan alev topları boşlukta büyük çarpışmalarla birleşerek Dünya’yı oluşturdu. Üzerinde yaşadığımız 6-70 km arasında değişen yer kabuğu Dünyaya nispetle, bir elmanın kabuğu kadar ince kalır. Ateş üzerinde döşenmiş, ince bir halı üzerinde sayısız canlı yaratanın bu harika olayı haber verme tarzı, Peygamber zamandaki insanın kafasını karıştırmaması ve de bugünkü bilimle de birebir örtüşmesi onun mucize yönündendir.

Bilimin söylediğine göre “iç kuvvet” yani tektonik plaka hareketleriyle girintili çıkıntılı bir hal alan yer kabuğu, “dış kuvvet” yani güneşin karşı konulmaz enerjisi ile aşınmakta ve yeryüzünde yaşama daha uygun düzlükler ancak böylece meydana gelmektedir. Evet, Dünya’da yer kabuğunun aşınma mekanizması var. Aşınma mekanizması, suyun yerçekimi etkisi altındaki hareketlerini izler, yüksek dağların aşınarak alçalmasına, okyanus derinliklerinin dolarak yükselmesine yol açar, sonuçta yer yuvarlağının girinti ve çıkıntılarının törpülenerek çekim etkisi ile belirlenmiş ideal geoit biçimine yaklaşması yönünde çalışır.

Kuran’da yeryüzünün yayılması

Eğer yeryüzünde aşınma mekanizmaları olmasaydı yeryüzü tamamen girintili çıkıntılı yani dağlar ve çukurlarla dolu olacaktı, yollar ve geçitler oluşamayacaktı. Oysa aşınma mekanizmaları sayesinde yeryüzü yayılıp döşenmiş, vadiler ve düzlükler oluşturulmuştur. İnsan ve hayvanlar için daha kolay bir hale gelmiştir. Dünya üzerinde jeolojik devirler boyunca ince bir katman halinde yer kabuğunu yayan Allah elbette ki, bu olağan üstü olaylardan “Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun” diye bahsedecektir.

Kıtaların oluşması ve yayılıp düzlemler oluşturması jeoloji biliminin gelişmesiyle ancak anlaşılabilmiş gerçekler olduğu halde, Kuran ayetlerine uygun olması Kuranın Allah’ın sözü olduğundandır. Aşağıda Dünyanın kabuğunun oluşumu ile ilgili kaynaklardan kısa alıntılar yaptım. Daha fazlasına lüzum görmediğimden yazıyı uzatmak istemedim. Evreni ve Kuranı beraber okuyun ikisini de yazanın aynı olduğunu göreceksiniz;

Dünya’nın kara kitlelerinin yavaş yavaş Dünya’nın kabuğunda hareket ettiği inanılmaz plaka tektoniği süreci hala devam etmektedir.

Bilime göre yeryüzünün yayılması

Yerkabuğu çok sayıda eğri levhanın yan yana dizilmesiyle oluşan bir bütün olarak düşünebilir. Bu levhalar mantonun oldukça yumuşak üst katmanına oturduğu için sağa sola hareket edebilir. Okyanus tabanının yanlara doğru yayılarak genişlemesi çok çarpıcı bir biçimde kanıtlanmıştır. Bu kanıtlamanın en önemli dayanak noktası da Dünya’nın manyetik alanının zaman zaman yön değiştirmesidir…

…Kıtaları oluşturan güç, levha hareketlerinin motoru olan Yer’in iç enerji kaynağıdır; çok daha büyük bir dış enerji kaynağı da, kıtaları aşındırarak törpüleme ve düzleştirme sürecinde etkili olur: Bunun kaynağı ise Güneş enerjisidir. Atmosfer hareketlerini ve su döngüsünü sürdürmek için gerekli enerjiyi sağlayan güneş ışınları, su ve rüzgâr aşındırması ile kıta yüzeylerinden koparılan minerallerin yine bu iki araç yardımıyla okyanus tabanlarına taşınarak çökmesine yardımcı olur. Bu mekanizma ile okyanus kabuğu üzerinde gittikçe kalınlaşarak biriken tortul kaya katmanı, dalma-batma mekanizması sırasında yerküre içlerine taşınarak yeniden erir.

Aşınma mekanizması, suyun yerçekimi etkisi altındaki hareketlerini izler, yüksek dağların aşınarak alçalmasına, okyanus derinliklerinin dolarak yükselmesine yol açar, sonuçta yer yuvarlağının girinti ve çıkıntılarının törpülenerek çekim etkisi ile belirlenmiş ideal geoit biçimine yaklaşması yönünde çalışır... Wikipedia

Sonuç olarak

Yeryüzü kabuğunun aşınarak ve tektonik hareketlerle yayılarak oluşması ve yaşam için elverişli hale gelmesi için düz vadiler oluşturacak şekilde düzlenmesi olayı bugün bilim tarafından tartışma konusu bile edilmeyecek derecede bilinen bir olaydır. Kuran’ın ayette bahsettiği “Yeri yaydık ve döşedik” ifadesi bu gerçeği anlatmaktadır, Dünyanın tepsi gibi düz olduğundan değil kıtaların ve yeryüzünün yayılmasından bahsetmektedir. Sonuç olarak anlaşılır ki Kuran’da düz dünya tanımlamasını çıkarmak imkansızdır ve Kuran’da dünyanın şekline bu ayetlerden ulaşamayız. Ama dehaha kelimesinin deve kuşu yumurtasına da isim olarak verildiğini düşünürsek burada şapkayı ortaya koyup insaflıca düşünmek gerekir.

Dünyanın ilk ateş küresi halinden kıtaların nasıl yayılıp döşendiği gerçeğine kadar daha iyi anlamak için aşağıdaki videoları izleyiniz.

Zariyat 51: “ (Deki) Allah’la beraber başka bir tanrı uydurmayın; haberiniz olsun ki ben size ondan gelen açık bir uyarıcıyım.”

Enam 114: ” (Deki) şimdi de Allah size kitabı, içinde herşey inceden inceye açıklanmış olarak göndermişken Allah’tan başkasını mı hakem isteyeceğim? Kendilerine kitap verdiklerimiz de bilirler ki, o tamamıyla gerçek olarak rabbin tarafından indirilmiştir. Sakın şüphelenenlerden olma!”

Cevap: Kuran’ın ayetlerinde taklidi mümkün olmayan ve kendi devrinin şairlerini aciz bırakan o kadar edebi üsluplar var ki bu üslupları bilmeden anlamadan Kuran’da gramer hatası vs. aramak edebiyat ve dil inceliklerinden habersiz olmaktır (en hafif tabir). Evet Kuran’ı edebi üslup yönünden, kelimelerin seçilişinin ustalığı yönünden, cümlelerin kısaltılması yönünden inceleyecekseniz öncelikle iyi bir Arap dilbilimcisi olmalı ve Kuran’a körlemesine saldıran tutucu bir kişi olmamalısınız.

Diyorlar ki; “Zariyat 51’de ‘ben size ondan gelen açık bir uyarıcıyım’ dediği halde başına ‘deki’ konulmamış.” Fakat benzer bir ayetin Hud 2’de de var olduğunu anlamıyor bu insanlar ve bu ayetin başına da “deki” ifadesi konulmamış. Şimdi iki ayetin benzerliğine bakalım:

Hud 2: “Öyle ki, Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size O’nun tarafından bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”

Zariyat 51: “Allah’la beraber başka bir tanrı uydurmayın; haberiniz olsun ki ben size ondan gelen açık bir uyarıcıyım.”

Görüldüğü gibi her iki ayet te aynı üslup ile aynı şeyi belirttiği halde ikisinin başında da “deki” ifadesi kullanılmamış. O halde bu her iki ayet birbirini destekliyor ki burada bu şekilde ifade edilmesinin kasıtlı ve uygun olduğunu gösteriyor. Uygunluk ise hem edebi açıdan, hem kelimelerin matematiksel konumlandırılması açısından, hem okuyucuyu sürekli uyanık tutması ve tatlı bir belağat (edebi güzel söz söyleme sanatı) zevki vermesi açısındandır.

Arapça’nın kendine has belağatından ve Kuran’ın taklid edilemez edebi yönlerinden tamamen habersiz olan insanlar Kuran’ın belağatının bir yönünün de cümleleri en sade ve anlaşılır şekilde vermek olduğunu, böylece cümleleri çokça kısalttığını bilmezler normal olarak. Kendi Türkçe bilgilerini kullanarak mealler üzerinden bir başyapıtı eleştirmek ne kadar makuldür? Örneğin bu insanlar Romeo ve Juliet’in gramerini Türkçe çevirisi üzerinden eleştirseler edebiyat üstadları bunlara ne gözle bakarlar, bir düşünün bakalım.

Yukarıdaki ayetlerde Allah peygamberin ağzından kelimeleri sıralamış fakat başlarına “deki” koymayıp bu ayetlerde bu kelimeyi atmış. Kuran’da bu tür kelime atmalarına sadece bu ayetlerde değil yüzlerce ayette rastlayabilirsiniz. Bu ise Kuran’ın kendine özgü eşsiz belağatından kaynaklanıyor. Bazı mealler Kuran’ı mümkün mertebe kelimesi kelimesine çevirip arada atlanılan kelimeleri ise parantez içinde verirler, bu tür meallerde Kuran’ın nasıl cümleleri kısaltarak edebi bir sanat kullandığı net görülebilir. Örnek olarak Hayrat neşriyatın meali bu şekildedir. Bazı mealler ise kısaltılan kelimeleri parantez içinde değil doğrudan metin içinde verir. Bu tür meallerde kısaltılmış kelimeleri anlayamazsınız.

Şimdi Kuran’ın bazı kelimeleri bazı ayetlerin içinden attığına birkaç örnek verelim ki bu ateist arkadaşlar biraz Kuran gramerinden bilgi sahibi olabilsinler. Örnek olarak aşağıdaki ayeti önce parantez içini okumadan okuyun sonra parantez içiyle birlikte okuyun. Ne kadar çok özneyi attığını göreceksiniz. Oysa öznelerin çoğu atılmış olmasına rağmen cümle anlaşılır ve edebi bir sadelik içeriyor.

Kasas 25: “Derken o iki (genç kız)dan biri (erkeklere dönmeden, uzaktan uzağa) utana utana yürüyerek ona geldi: “Doğrusu babam, bizim için (hayvanları) sulamanın karşılığını sana vermek (örfümüze göre ikramda bulunmak) üzere seni çağırıyor” dedi. Bunun üzerine(Mûsâ) ona (kızların babası olan Şuayb’a) gelip (başından geçen) kasas’ı (o hikâyeyi)kendisine anlatınca, (o:) “Korkma, o zâlimler topluluğundan kurtuldun!” dedi.”

Başka örnek:

Nur 53: “Bir de (o münâfıklar), kendilerine emredersen, kesinlikle (savaşa) çıkacaklarına dâir bütün güçleriyle Allah’a yemîn ettiler. De ki: “Yemîn etmeyin! (Sizden istenen) bilinen (hâlis) bir itâattir. Şübhesiz ki Allah, yapmakta olduklarınızdan hakkıyla haberdârdır.”

Yukarıdaki ayette birçok kelime kısaltılmış, konu bütünlüğü (siyakı ve sibakı) içinde bakarsanız ayetin gayet anlaşılır ve ustaca kısaltılmış olduğunu görürsünüz. Fakat bu şekilde tek bir ayeti cımbızlayıp çıkarırsanız burada birçok kelime unutulmuş der ve saçmalamaya başlarsınız. Sonra da size derler ki Kuran’ın indiği devirdeki müşrikler bile Kuran’da böyle bir gramer hatası olduğunu iddia etmedi, hatta dönemin şairleri benzerini getirmeye aciz kaldılar, fakat bu inceliklerden anlamayan ateistler kelime unutulmuş diyorlar. Bu cehalet nasıl bir güçtür, öyle değil mi?

Yusuf 45: “Bunun üzerine (zindandaki) iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman sonra (Yûsuf’u) hatırladı da dedi ki: ‘Ben size onun tabîrini haber veririm; hemen beni (zindana)gönderin!’”

Yusuf 46: “ (Zindana gelince dedi ki:) ‘Yûsuf! Ey doğru sözlü kişi! (Rüyâda) yedi zayıf(ineğ)in yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başak ile (bir o kadar da) diğer kuru başakları (görmeyi) bize açıkla! Umulur ki (saraydaki) insanlara dönerim de (senin kadrini)bilirler.”

Yukarıdaki ayetlerde yine hem kelime kısaltmalarını gördüğünüz gibi olay sahnesi bile kısaltılmış. Adam diyorki “hemen beni (zindana)gönderin!”, bunu dedikten sonra kral teklifi kabul ediyor, gidiyorlar, Yusuf’u görüyor, belki sarılıyor vs. herşey kısaltılmış ve direk (Zindana gelince dedi ki:) ‘Yûsuf! Ey doğru sözlü kişi! diye 46. ayete devam ediliyor ve “dedi” ifadesi de yine kullanılmıyor. Bu örnekler binlerce verilir. Kuran’ın, başkasının ağzından konuşurken de bazen kelimeleri nasıl kısalttığını gösteren çok sayıda örnekten sadece birkaçıdır. Buna Arapça edebiyatında icaz deniyor. Yani kısaltma sanatı. Evet Türk edebiyatında da kullanılan bu icaz sanatı diğer söz sanatları gibi Kuran’da çokça kullanılır. İcaz sanatının detaylarını https://www.turkedebiyati.org/soz_sanatlari/icaz.html adresinden okuyabilirsiniz.

Özetle: Konu başındaki ayetlerde ki “deki” kelimeleri unutulmamış, aksine Kuran’ın bazı ayetlerinde konu bütünlüğü içinde bazen “deki” kelimesi bazen başka kelimeler kısaltılarak Kuran’ın kendine özgü ve edebi zevki olanların anlayabileceği örnekler sergiler. Zaten örnekte verilen Zariyat 51’deki benzer ifadenin Hud 2 ayetinde de geçmesi ve orada da “deki” kelimesinin atılmış olması bunu destekler niteliktedir.

Soru:

Bakara 7: “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.”

Bakara 21: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz.”

Hadid 3: “O, ilktir, sondur, açık olandır, gizli olandır. O, her şeyi bilendir.”

gibi ayetler Allah’ın sözü müdür, yoksa Cebrail’in sözü müdür? Çünkü üçüncü tekil şahıs kullanılmış.

Cevap: Kuran’da birçok ayette “Allah’ın kelimeleri” lafzı geçer (Bakara,75; Tevbe, 6; Fetih,15).

Fetih 15: “Geride bırakılanlar, ganimetleri almaya gittiğiniz zaman diyeceklerdir ki: ‘Bizi bırakın da sizi izleyelim.’ Onlar, Allah’ın kelimelerini değiştirmek istiyorlar.”

Demek ki Allah’ın kelimeleri var ve bu kelimeler elbette ki kutsal kitapların kelimeleridir.

Kıyame 16: “Vahyi çarçabuk bellemek için, dilini kımıldatma. Onu toplamak ve onu okutmak bize âittir. O halde biz sana Kur’an’ı okuyunca, sen onun okunuşunu takip et.”

ayetine göre vahiy peygamberin anlayacağı dilden Arapça kelimelerle geliyordu ki o da ezberlemek için tekrar ediyordu. Ayrıca Kuran’da geçen bazı ayetlerin başlarındaki “Deki” kelimelerine göre de Kuran Hz. Muhammedin kendi sözleri değil, fakat insanlara okuduğu Allah’ın sözleridir.

Bazı ayetlerde Allah’ın kendinden “O” diye bahsetmesi veya üçüncü tekil şahıs olarak bahsetmesi ise ayetlerin Allah’tan başkasına ait olmasından dolayı değildir. Allah bu ayetlerde Arapça dil edebiyatında bulunan ve hatta hemen hemen her dilde bulunan bir ululuk ve azamet göstergesi olarak kendini tanıtırken üçüncü şahıs kipi kullanır. Bu kullanım Kibriya sıfatının gereğidir ve makamın hakkıdır. Bu hitap şeklini genelde krallar kullanır veya kurumsal kimlik kazanmış şirketler kullanır ve hemen hemen tüm kültürlerde vardır. Bunu bazen tanınmış sanatçılar da kullanır. Mesela Okan Bayülgen kendinden bahsederken ben demek yerine “Okan Bayülgen” diye çoklukla kullanır.

Bu konu da anlaşılmıştır zannediyorum, bu kadar örnek yeterli. Kısacası Allah hep “ben” veya “biz” demek yerine kendinden bazen üçüncü tekil olarak “O” veya “Allah” veya “Rab” olarak bahsetmesi insanların kullandığı dil yapılarına göre ululuk ve azamet ifadesidir. Cebrail’in veya başkasının sözleri değildir. Bu ayetlere örnek ise yazının girişindeki soruda verilmişti.

Soru: Peki, “Bu, onurlu bir elçinin sözüdür. (Tekvir 19)” ayetini nasıl anlayabiliriz?

Burada Kuran’ın elçinin sözü olduğunu söylemesi elçi tarafından o sözlerin insanlara okunduğundan dolayıdır. Yani elçi bir söz söylüyor fakat bu söz kendine ait değil. Zaten adı üstünde ayette elçi denmiş. Elçi ise kendi sözlerini değil elçisi olduğu kişinin fermanını aynen getirir. Bunu bir örnekle açıklayayım. Bir kral halkına bir elçi gönderiyor ve kendi fermanını okutturuyor. Sonra da fermanının sonuna ekliyor ki “elçinin söylediklerine uyun, O onurlu bir elçidir”. Bu durumda elbette ki elçinin getirdikleri kendisinin sözleri olmuş olmuyor. Yine bazı ayetlerde neden “deki” kelimesinin kullanılmadığını “Kuran’da konuşan kim?” başlıklı yazımızda açıklamıştık.

Özetle: Kuran’ın Allah’ın kelimeleri olduğunu belirten ayetlerin açıkça olması ve ayetlerin başında “deki” kelimesinin çokça kullanılması Kuran’ın Allah kelamı olduğunu gösterir. Üçüncü tekil şahıs olarak kullanılan ayetler ise azamet ve ululuk gösteren bir hitap şeklidir. Elçinin sözleri tabiri ise elçinin Allah’tan getirdiği sözler demektir.

Soru: Tarık suresi 7. ayette, sperm bel ile kaburga kemikleri arasından atılır diyor mu? İnsan menisi nereden gelir? Meninin bel ile kaburgalar arasından atılması ne demektir? Meni (sperm) karın boşluğunda değil testislerde üretilir. Sperm bel ile kaburga kemikleri arasından atılır açıklaması bilime aykırıdır. Bunun açıklaması nedir?

Cevap: Bu ayeti anlamak için önündeki ve sonundaki ayetlere beraber bakalım.

5- İnsan neden yaratıldığına bir baksın:

6- Kuvvetle atılan bir sudan yaratıldı.

7- Bel ile kaburga kemikleri arasından çıkar.

8- O (Allah), onu tekrar döndürmeğe kādirdir. (Tarık: 5-8)

  1. ayetin kelimelerine bakalım:

Hulika min mâin dâfikın.

  1. hulika : yaratıldı
  2. min : den
  3. mâin : su, sıvı
  4. dâfikın : kuvvetle atılan

Su kelimesi meni demek değildir, geniş anlamlıdır

Buradaki “su” kelimesinden Kuran tefsircileri “meni” olduğu anlamını çıkarmışlar ve Kuran meallerine de çoğu zaman “meni” olarak girmiştir.

Oysa meni olsaydı, Kıyame-37 ayetinde olduğu gibi direk “meni” olarak söylenebilirdi. Bu kelime Arapçadan Türkçemize geçmiş ve kullanılan bir kelimedir.

Kıyame-37 (O, dökülen meniden bir damla değil miydi?)

  1. e lem yeku : olmadı mı, değil mi
  2. nutfeten : nutfe, bir damla
  3. min meniyyin : meniden
  4. yumnâ : akıtılan, dökülen

Tekrar Tarık suresine dönelim

Tarık 5. ayette “İnsan neden yaratıldığına bir baksın” derken konu insandır,

  1. ayette “Kuvvetle atılan bir sudan yaratıldı” derken konu fışkırarak atılan sudur,
  2. ayette “ bel ile kaburga arasından çıkar ” derken konu yine sudur.
  3. ayette ise “onu tekrar döndürmeye kādirdir” derken kıyamet günü insanın yeniden yaratılışından bahsedilmektedir.

Şimdi gelelim insanın yaratıldığı suyun ne olduğuna

Bel ile kaburgalar arası bilindiği gibi karın boşluğudur ve bu karın boşluğunda pek çok organ vardır. Kuran bize üreme suyunun bu organlarda yapıldığını haber veriyor.

Bu ayette herhangi bir cinsiyeti belirtmiyor, yani bu suyun hangi cinsiyetin suyu olduğu belirtilmemiş. Hatta erkeğin suyu olsaydı meni demesi gerekirdi. Öyleyse kadınlarda çocuk oluşum mekanizmasının başlangıcına bakalım. Kadın üreme organlarından yumurtalık (ovaryum) üzerinde ayda bir defa follikül (içi su dolu baloncuk) oluşmakta ve bu follikül patlayarak içindeki yumurta (ovum) hücresini Fallop tüpüne doğru hızla fırlatmaktadır. Yazımızın sonunda bu olayın resmi konulmuştur. Baloncuktaki bu patlama sonucu meydana gelen “tazyikle fırlatılma olayı” sayesinde yumurta hücresinin gideceği yere ulaşması sağlanmış olur. (1, 2)

Eğer tazyikle atılma olmasa idi yumurta hücresi tutunma yerine yani rahime varamayıp karında farklı noktalara tutunurdu, bu olaya ise dış gebelik denir. (3) Aşağıya da bu olayın videosu eklenmiştir, detaylı olarak inceleyebilirsiniz.

İnsanın yaratılışı bu hücrenin bulunduğu tazyikli suyla başladığı için Kuran bu olayı tazyikli atılan sudan yarattık diye belirtmiştir. Kuran'ın indiği dönemde hücre veya ovum diye bir kavram Dünya'da olmadığı için en basit ve anlaşılır haliyle su ifadesi kullanılmıştır. Kuran zaten çok detaya girmez.

Bel ile kaburgalar arasından atılan su meniye indirgenemez

Ayeti sperm bel ile kaburga kemikleri arasından atılır diye anlamak için bir cinsiyet belirtmesi lazım fakat ayet bir cinsiyet belirtmiyor. Ayeti sadece erkeğin sıvısı olan sperme indirgemek ayetin hakikatini gözlerden kaçırılmasına neden olur, çünkü ayette cinsiyet belirtilmemiş. Spermde de bir suyun içinde yüzen sperm hücreleri vardır ve tohumlamayı bu sperm hücreleri yapar, tıpkı kadının suyundaki ovum hücresi gibi. Fakat biz nasıl ki sperm için su lafını kullanabiliyorsak ve insan bu sudan yaratıldı dememiz normal ise aynısını kadının suyu içinde söyleyebiliriz. Yani kadının suyu içindeki bir hücre yavruyu oluştursa bile genel anlamda yavrunun bu sudan oluştuğunu söyleyebiliriz. Çünkü aynı kullanımı zaten spermde de yaparız.

Öyleyse bu ayet sperm bel ile kaburga kemikleri arasından atılır dememekte ve bilimle ters düşmemektedir. Aksine kimsenin folliküllerden ve spermin suyunu oluşturan prostat bezinden haberi olmadığı zamanlarda, karın boşluğunda bulunan böyle bir kuvvetle atılan sudan bahsetmesi, onun mucize yönlerinden bir tanesini göstermektedir.

Sulb ve teraib nedir

Ayette sıvının sulb (omurganın alt kısmı) ile teraib (kaburga) arasından çıktığı belirtiliyor. Sulb bel bölgesi omurgası demektir. Sulb aynı zamanda nesil, soy, döl veya zürriyet de demektir. Mesela "Kimin sulbündensin?" demek, kimin zürriyetisin, çocuğusun veya neslisin demektir. Yani sulb, cinsel organların başladığı bel omurgası bölgesidir.

Sulb kelimesi omurganın başlangıcından yani kuyruk sokumu hizasından başlayan bel bölgesini anlatır, teraib'e kadar yani göğüs kemiklerine kadar olan bölgeyi kapsar ki bu bölge karın boşluğu demektir ve yumurtalık (ovaryum) bu sınırlar içindeki karın boşluğu arasında bulunur. Aşağıdaki şekilde bu bölgenin alanı kırmızı dikdörtgen ile belirtilmiştir. Bu bölge yumurtalıklar da dahil tüm karın boşluğu organlarını barındırır.

Sperm bel ile kaburga kemikleri arasından atılır

sperm bel ile kaburga
Kadın üreme organları ve Ovaryumun (ovary) yeri

EK: Elmalılı tefsiri de bunu açıklamıştı

Müfessir Elmalılı'nın ifadelerini de [4] koyalım ki eski müfessirler tarafından bile detaylı izah edilmiş bir meseleyi çözümsüz olarak görenler Kuran ilimlerinde ne kadar bilgisizce yargılamalar yaptıklarını anlasınlar:

"Öte yandan ulûkun yani döllenmenin meydana gelmesinde kadından da bir maddenin iştirak edip katıldığı daha sonra çocuğun anaya da benzemesi durumlarının ortaya çıkmasından da anlaşılmasına ve hadiste de bunun kadın menisinin katılıp üstün gelmesinden olduğunun söylenmesine dayanılarak katılan etkili veya etkiyi kabul eden bir unsurun dahi nazar-ı itibara alınması gerekmiştir ki bu unsur kadının bezr (tohum) veya büyeyza (yumurtacık) tabir olunan ve döllenen yumurtacığıdır. Kadının suyunun bir meni gibi sayılması rahmin üstünde "mebiz" denilen yumurtalıktan çıkan bu yumurtacıklar dolayısıyladır. "Suyun tamamından çocuk olmaz." hadisi gereğince çocuk erkek suyunun tamamından değil bir kısmından olduğu gibi, kadın suyunun da hepsinden değil, bu yumurtacığındandır..... ."

Özetle: Bel ile kaburgalar arasından atılan sıvı

Ayet sperm bel ile kaburga kemikleri arasından atılır dememektedir, sıvı atılır demektedir ve cinsiyet vermemektedir. Ayette belirtilen bel ile kaburgalar arasından atılıp da insanın oluşumunu sağlayan sıvı kadın üreme organlarından olan ovaryum (yumurtalık) sıvısına tam uymaktadır.

Spermin testislerden geldiği ise o zamanki Araplar arasında zaten biliniyordu, çünkü cahiliye Arapları kısır bırakmak istedikleri kölelerin testislerini buruyorlardı. Hatta öküz olmasını istediği boğaları da testislerinden burup yavruları olmasını engelliyorlardı. Spermin testislerden çıktığı binlerce yıl öncesi Sümer insanları tarafından biliniyordu ve bu bilgi Araplar için yeni bir bilgi değildi. O halde Kuran'ın bu ifadesi farklı bir hakikatten bahsediyor olmalı diye düşünmek gerekiyor.

Kuran burada bel ile kaburgalar arasından sıvı çıkar derken bilinmeyen bir meseleye işaret etmiştir ki bu meselenin doğru çıkması bir mucize olarak görülmelidir. Bu mesele ise kadın ovaryumundan fışkırarak çıkan ovaryum sıvısıdır.

Ayrıca Kemiklere et giydiriyoruz ayetini açıklayan 84 nolu yazımızı öneririz.

KAYNAKLAR

  1. Drake, R., Vogl, A. W., & Mitchell, A. W. (2009). Gray's Anatomy for Students E-Book. Elsevier Health Sciences.
  2. Netter, F. H. (2014). Atlas of human anatomy, Professional Edition E-Book: including NetterReference. com Access with full downloadable image Bank. Elsevier Health Sciences.
  3. İmir, G., Dinç, S., Yenicesu, C., Çetin, M., Yıldız, Ç., Yanık, A., & Güvenal, T. (2007). Dış Gebelik Olgularının Klinik Bulgu ve Tedavilerinin Değerlendirilmesi. CÜ Tıp Fakültesi Dergisi, 29, 113-118.

Yasin 36: “Yerin bitirdiklerinden, kendi cinslerinizden ve daha bilmedikleri nice şeylerden türlü eşleri yaratan pek yücedir.”

Bu ayette yerde büyüyen bitkilerden çiftler yaratıldığı söylenir. Ayetin açık olarak cinsiyetten bahsettiği anlaşılıyor. Bitkilerin cinsiyeti konusunda çok miktarda bilimsel makale ve kitaba baktım. Cinsiyetsiz bir bitki keşfedildiğine hiçbir yerde rastlayamadım. Eğer bir gün keşf edilse bile istisnalar genel kaideyi bozmaz, çünkü ayet bize genel bir kuraldan bahs ediyor, her genel kuralın istisnaları olabilir ama istisnalar genel kuralı bozmaz. Bitkiler de hayvanlar gibi erkekten gelen sperm ve dişiden gelen yumurta yoluyla yani tozlaşarak ürerler.

Eğrelti otu ve kara yosunları ise hem eşeyli hem de eşeysiz (sporlanma) yoluyla üreyebilirler.[1] Çiçekli bitkiler çift cinsiyete sahiptir ama cinsiyet organlarının farklı zamanlarda gelişmesi kendi kendini dölleme şansını azaltır.[2] Bitkilerde vejetatif büyüme veya klonal büyüme şekli de vardır, bu üreme için çiftleşmeye gerek yoktur ama yine de bu bitkiler de bir cinsiyete sahiptir.[3] Eşeysiz çoğalmada genetik çeşitlilik sağlanamadığı için bu tür bitkilerin neslinin çabuk tükendiği yapılan araştırmalarda bildirilmiştir.[4]

Resim: Bir eğrelti otu.

Bunun yanında mantarlarda 36000 değişik cinsiyet vardır. Bu mantarlar da eşleşir ve eşleşerek ürerler. Bu eşleşme hakikati ayet ile uyumludur. Yukarıda verdiğimiz Yasin 36 ayetinde bitkilerden ve kendi nefsinizden ZEVCAN yaratıldığı söyleniyor. Ayette geçen zevcan kelimesi EŞ anlamında olup bunu Türkçe’ye çevirirken çift diye çevirenler de vardır, fakat asıl anlamı eştir ve Türkçede de ZEVCE olarak EŞ anlamında kullanılmaktadır. Dolayısıyla ayette geçen zevcan kelimesinden bitkilerin illa ki bir çift cinsiyeti olması anlaşılmamalıdır, bitkilerin eşleri olduğu ve eşleştikleri anlaşılmalıdır. Yani kaç tane cinsiyetin olduğu ayetin konusu değildir, ayetin konusu bitkilerde bulunan eşleşme yani tozlaşma gerçeğidir.

Kuran, insanların çift cinsiyet halinde yaratıldığını söyler (Kıyame 39), bitkilerin çift cinsiyet halinde olduğunu söyler (Yasin 36) ama hiçbir yerde bütün canlıların çift cinsiyette olduğunu söylemez.

Zariyat 49: “Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık.”

Soru: Yukarıdaki ayette her canlının çift olarak yaratıldığı söyleniyor ama bakteriler eşeysizdir, bunu nasıl açıklarsınız?

Cevap: Yukarıdaki meal Diyanet’e ait. Ayette “külli şey” yani “herşey” ifadesi geçer. Kulli şey kelimesi evrenin tamamı için kullanılır. Arapça da tüm kulli eşya veya kulli şey denildiği zaman tüm evren anlaşılır. Yani bu ayet sadece canlılarla alakalı bir ayet değildir, herşey derken dağ, taş, vadi, yıldızlar, galaksiler yani kısaca herşeyi kapsar, buna rağmen çevirmenin ayete parantez içinde cinsiyet eklemesi çoklarının aklını karıştırmıştır. Bu soruyu soran takipçim bana birçok doktor meslektaşının bu ayeti bilime zıt sandığı için ateist olduğunu söyledi. Bu durumda, kendi fazlalık yorumlarını ayet meallerine katanlara mı yoksa iki tane ateist yazısı okuyunca detaylı araştırma yapmadan dinini bırakacak kadar safderun olanlara mı şaşırmak lazım bilemedim.

Bu ayette herşey (külli şey) çift yaratıldı der. Herşey ne demektir? Kısaca evrendeki herşey, Dünyamız, Dünyamızın içindekiler, güneş sistemimiz, Samanyolu galaksisi vs. çift yaratıldı demektir. “Herşey” ifadesi canlı varlıkları kapsadığı gibi cansız varlıkları da kapsar. Modern fizik ise evrenin yapıtaşları olan atom ve atom altı parçacıkların hepsinin karşıtının olduğunu söyler.[5] Kuvvetli teoriye göre evrenimizin antimaddeden oluşan bir ikizi vardır.

Bu teoriye göre, bildiğimiz maddenin yük-parite simetrisinden kurulu bir de anti maddesi vardır.[6] Örneğin; eksi yüklü elektronun karşıtı artı yüklü pozitrondur, artı yüklü protonun karşıtı ise eksi yüklü anti-protondur.[7]

İngiliz fizikçi Paul Dirac, parçacıkların matematik modellerini kullanarak maddenin bir karşıtının var olması gerektiğini ortaya koyan ilk kişidir. 1928 yılında, henüz atom çekirdeğinde bulunan nötronun dahi keşfedilmemiş olduğu bir dönemde, elektronun artı yüklü bir eşinin var olması gerektiğini söylemiştir. O sıralarda kulağa bilim-kurgu gibi gelen bu iddia, bilim çevrelerince pek ciddiye alınmamış hatta zaman zaman alay konusu dahi edilmiştir. Birkaç sene sonra pozitronun keşfedilmesiyle fikir doğrulanmış ve Dirac, Nobel ödülüne layık görülmüştür.[7]

Bilimin söylediğine göre evrenin oluşumu şu şekilde oldu: Big bang patlamasıyla önce evrende sadece enerji oluştu. Enerjiden ise eşit miktarda madde ve antimadde parçacıkları çıktı. Bu parçacıklar birbirinin eşi ve zıttıdır. Birbirleriyle tekrar bir araya geldiğinde yok olurlar.[5] Bilim insanlarının çözemediği mesele ise big-bang patlamasıyla eşit miktarda madde ve antimadde oluştuysa antimaddenin nereye gittiğidir. Bir teoriye göre ilk başta madde ve antimaddenin çoğu birbirini yok etti, sonra antimadde maddeye dönüşmeye başlayınca geride evrenimiz kaldı. Diğer bir teoriye göre ise evrenimiz kadar büyük bir antimadde evreni olması gerekiyor. Ve parçacıklar birbirlerinin simetriği olarak davranmışsa evrenimizde olan herşey simetrik bir şekilde orada da bulunması gerekiyor. Oxford’lu fizikçi Frank Close bigbang patlamasından sonra oluşan antimaddenin maddeyi iterek bizim evrenimizden uzaklarda başka bir evren oluşturması gerektiğini belirtiyor.[8] Bu konuda ünlü fizikçi Hawking “Zamanın daha kısa tarihi” kitabında şöyle der: “Karşıt parçacıklardan yapılmış karşıt Dünyalar ve Karşıt insanlar olabilir. Yani eğer karşıt benliğinizle karşılaşırsanız, el sıkışmayın, büyük bir ışık patlaması içinde ikinizde kaybolabilirsiniz.”

Kısaca, ayet bize cinsiyetten değil herşeyin çift yaratıldığından bahsediyor ki,  bugünkü fizik te evrende ilk başlangıçta madde kadar bir anti-madde ortaya çıktığından yani tüm atomların ve maddelerin ve evrendeki her şeyin eşiyle beraber yaratıldığını haber veriyor. Kısaca bakteriler de dahil herşeyin bir antimadde karşıtı yani çifti olması gerekiyor.

Kısaca bu yazıdagösterdik ki Kuran bitkilerin ve insanların eş olarak yaratıldıklarını yani eşlerinin olduğunu söyler fakat bunlar dışında kalan şeyler için cinsiyet olarak eş yaratıldıklarını açıkça söylemez. Buna hayvanlar da dahil. Herşein çift yaratıldığını söyleyen ayetin ise cinsiyetle alakası yok, fizikteki parite teorisi ile alakalıdır, bunu bakterilerin cinsiyeti ile bağdaştırmak anlamsız bir karşılaştırmadır.

KAYNAKLAR:

  1. http://www.turkcewiki.org/wiki/E%C5%9Feyli_%C3%BCreme.
  2. Barrett, S.C.J.N.r.g., Evolution of sex: the evolution of plant sexual diversity. Nature Reviews, 2002. 3(4): p. 274.
  3. Dorken, M.E., & Van Drunen, W. E. (2010). Sex allocation in clonal plants: might clonal expansion enhance fitness gains through male function?. Evolutionary Ecology, 24(6), 1463-1474.
  4. https://phys.org/news/2010-08-clonal.html.
  5. https://popsci.com.tr/anti-maddenin-izinde/.
  6. https://khosann.com/antimadde-evreni-neden-yok-etmedi/.
  7. http://www.yaklasansaat.com/evren/buyuk_patlama/antimadde.asp.
  8. Close, F., Antimatter. 2018: Oxford University Press, USA.

Kuran’da Kehf suresi 83-98. ayetleri arasında Zülkarneyn’in doğuya, batıya ve kuzeye seferleri konu ediliyor. Fakat Zülkarneyn’in kim olduğu tam bilinmiyor. Bu konuda tarihte O’na benzer kişiler olduğu için farklı kişiler tarafından farklı tespitler var. Allah’ın günleri yani tarih insanlar arasında tekrarla döndüğü için (Ali İmran 140) Kuran’da bildirilen Zülkarneyn benzeri şahıslar her devirde var olmuş olabilir. Örneğin tarihte yaşamış Kartacalı Hannon isimli kralın Zülkarneyn benzeri bir sefer düzenlediğini ve kıssada anlatılan olayları birebir yaşadığını web sitemizde anlatmıştık. Fakat buradaki konumuz Zülkarneyn’in kim olduğundan ziyade kıssada geçen “Güneşin battığı yer” ve “güneşi kara bir göz” içinde batarken gördü ifadeleri olacak. Öyleyse başlayalım:

Kuran’da geçen Zülkarneyn’i kısaca hatırlayacak olursak: Zülkarneyn doğuya ve batıya seferler düzenleyen büyük bir kraldır. Önce güneşin battığı yer diye bildirilen bir ülkeye veya şehire veya yere varıyor. Onun yanında zalim bir kavim buluyor ve zalimlik edenleri cezalandıracağını söylüyor. Daha sonra güneşin doğduğu yer olarak adlandırılan bir ülkeye veya yere varıyor. Buradaki kavmin ise güneşten korunakları olmadığı belirtiliyor ki en basit anlam olarak bunların Afrika’da yaşayan avcı toplayıcılar gibi ilkel bir hayat sürdükleri ve yerleşik evlere sahip olmadıkları düşünülüyor. Sonra ki yaptığı seferde ise Yecüc ve Mecücü buluyor ve onlara karşı aşılamaz bir set yapıyor.

Şimdi burada işleyeceğimiz konu güneşin doğduğu yer ve battığı yer meseleleri. Çünkü ayet te bir incelik var ki bu inceliği kaçırırsanız ayetin bir yer isminden bahsettiğini anlamayabilirsiniz. Evet ayete konu olan güneşin doğduğu ve battığı yerler son keşiflerle birlikte anlaşıldı ki eski Dünya’da iki ayrı ülkeyi temsil ediyor.

Şöyle ki; 1800’lü yılların sonunda Irak’ın güneyinde Fırat’ın kıyılarında bulunan bir tabletin Mezopotamya’da kurulmuş Babil krallığına ait olduğu anlaşıldı. Tablet bugüne kadar bulunan ilk Dünya haritasını içeriyordu. Tablete İmago Mundi denildi ve yazıları 1899 yılında çözülerek yayınlandı. [1]

Tabletin orta kısmında yani Dünya’nın merkezinde Babil imparatorluğu yer alıyor. Çevresinde ise Asurlular ve Urartu medeniyetleri gösterilmiş.[2] Bunların etrafında ise 7 adet üçgen yapı mevcut, bunlara adalar deniyor. Tabletin yarısı bulunabildiği için bu üçgen yapıların bir kısmı görünmüyor, fakat üzerindeki açıklama kısmından bu üçgenlerin nereyi ifade ettiği biliniyor. Aşağıdaki resimlerde bu tablet ve modern çizimi görünüyor.

babylonianworldmap15

indir (2)

Bu üçgenlerin her biri bir ülkeyi göstermekte olup bu ülkeleri şu şekilde adlandırmışlardır.[3, 4]

Birinci Üçgen, Arabistan yarım adasını ve okyanusu göstermektedir.

İkinci Üçgen, güneşin battığı ülkeyi gösterir.

Üçüncü Üçgen, kuşların bile varamayacağı deniz ötesini göstermektedir. Muhtemelen Akdeniz’i boylu boyunca tanımlamaktadır. Ulaşılamazdır.

Dördüncü Üçgen, gece parlak yıldızların olduğu kuzey batıyı göstermektedir.

Beşinci Üçgen, karanlık kuzeyi yani kuzey kutbunu göstermektedir.

Altıncı Üçgen, yeni gelenlere saldıran boynuzlu boğanın ülkesini göstermektedir.

Yedinci Üçgen, güneşin doğduğu ülkedir.

Buradan anlaşıldığına göre eski Mezopotamya’nın “Güneşin doğduğu ülke” ve “Güneşin battığı ülke” diye adlandırdığı iki ülke vardı. Bu ülkeler muhtemelen devrinin büyük yerleşim yerlerini anlatıyordu.

Güneşin doğduğu ülkeden kasıt Hindistan veya Çin gibi uzak doğu ülkeleri olabilir, fakat güneşin battığı ülke ile hangi medeniyeti kast etmiş olabilir bakalım.

Eski Mısır’lıların taptığı bilinen en eski Tanrı’nın ismi Atum’dur. Milattan önce 2345 —2181 yıllarında Eski Mısır’da Ra-Atum veya Atum-Ra inancı yani “Akşam Güneşi”, “Batan Güneş” inancı ortaya çıkmıştır. [5] Bu dinin ana tapınağı Heliopolis (Güneş şehri)dir. Bu günkü Kahire’nin yakınlarındadır. Büyük Ra tapınağının güney doğusunda Atum-Ra yüksek rahiplerinin mezarları bulunmuştur (M.Ö 2345-2181). Heliopolis şehrine Arapça’da “Ayn Şems” denir. Ayn kelimesi göz demek olup fakat su gözelerine de ayn dendiği için Ayn Şems  demek Güneşin gözü veya Güneş’in Pınarı anlamındadır. Nil Nehrinin 8 kilometre doğusundadır.[5]  Tevrat’ta geçen ismi “ir hašemeš’ “Güneş Şehri” veya Beth Shamas adında bahsedilmektedir.[6] Yunancada’ki ismi ise Helios olup yine Güneş şehri demektir. İşte İmago Mundi haritasında gösterilen Güneşin battığı şehir veya ülke muhtemelen burası idi ve Kuran da İmago Mundi haritasındaki gibi güneşin battığı yeri yani şehri tarif ediyordu. Buradan çıkaracağımız sonuç ise Zulkarneyn’in batıya olan seferinin buraya olduğudur.

Bu Heliopolis kentinin tapınılan Tanrısı ise Ra’dır. Ra güneş Tanrısı demektir ve bu kentte Ra’nın tapınağı vardır. Ra’nın sembolü ise güneşin içine battığı bir göz sembolüdür. Bu sembolde güneş Ra’yı temsil eder, tek göz ise Horus’un gözünü. Horus ise diğer bir Tanrı’dır. Bu sembol tapınağın ve şehrin her yerinde vardır. Horus’un gözünün sağ yanında Nekhbet ve sol yanında ise Wadjet durmaktadır.[5]

Ekran Alıntısı.PNG

165073180-612x612.jpg

Kabala öğretilerinin Horus’a ve Ra’ya  tapınma ayinlerinde kullanıldığı bu öğretiler hiçbir zaman kaybolmadı, kendilerini gizleyerek sürekli devam etti. Bu göze daha sonra tapınakçılar ve masonlar hizmet etmeye devam edecek ve efendileri Horus’un Dünya’nın sonuna doğru yeniden Dünya’ya getirileceğine olan inanışlarını korumaktadırlar. Mason örgütleri ve İlluminati gibi bu göze sadık olan örgütler göze “herşeyi gören göz” adını verirler. Bu gözün piramitin tepesinde yer alması da zaten kaynağını gösteriyor. Ve tek gözlü efendileri Horus’u zamanın sonunda beklemektedirler. Bu sembole ayrıca Yahudi inanışında da “herşeyi gören göz” denir. Güneş bu gözde doğar ve batar. Piramitin içinde Horus’un gözünün tarif edilmesi antik Mısırlılar zamanında olmamıştı. Bu tasvirin en erken olarak Rönesans devrinde kullanıldığınına dair kayıtlar var. Fakat gözün içinde güneşin batması tasviri tamamen antik Mısırlılara ait bir tasvirdir ve mitolojik Tanrılarını simgeler.

Şimdi bu bilgiler ışığında Kehf 86 ayetine bakalım:

Güneşin grup ettiği yere ulaştığı zaman, onu kara bir Ayn içinde batarken buldu.”

Ayette kullanılan Ayn kelimesi göz anlamında olup, Müslümanlar tarafından güneşin gözde batmasına bir anlam verilemediği için, Ayn kelimesinin yan anlamını esas alarak güneşin kara bir su gözesi yani bir su pınarı içinde battığını anlattığını düşünmüşler ve kara göz kelimesini bulanık su gözesi veya “kara balçıklı su” diye anlamayı tercih etmişlerdir. Oysaki ayetin Arapçasında pınar tabiri yoktur, Ayn asıl anlamıyla göz demektedir. Ayette geçen hamietin kelimesi kara anlamına gelir. Meal yazarlarının kullandığı pınar veya kara balçık tabirinin yorumlara dayanmakta olup ayetin tam anlamını vermediğini bilelim. Kelimenin ilk anlamı “kara göz” ‘dür.

Bu anlattıklarımı toparlayacak olursak, bir Mezopotamya kralı olan Zülkarneyn batı yolculuğunu Mısır’a yapmış ve İmago Mundi haritasında belirtilen “Güneşin battığı ülke” tabiri ile Mısır’a ulaşmıştır. Orada putperest insanlar buldu ki bu insanlar Güneşin battığı göze tapıyorlardı. Burada gördüğü hiyerogliflerde güneş gözün içinde batıyor olarak tasvir edilmişti ve Kuran, Zülkarneyn’in bu seferinin nereye olduğunu belagatlı bir şekilde ipuçları ile bu şekilde anlatmıştı.

Bu tapınakların bulunduğu şehrin ismi de Heliopolis “Güneşin gözü” anlamına geldiği için ve güneşin içine battığı göz simgeleriyle donatılmış bir şehir bulduğu için ayette “güneşi kara gözde batıyor” buldu denmiştir.

Bu ayet eski Müslümanlardan çok dünya’nın sonunda gelecek Müslümanlara mesajlar taşımaktadır. Bu ayetin gerçek manası ancak çağımız Müslümanları tarafından anlaşılabilmiştir ve mesajı bizleredir. Tek göze tapanlara dikkat çekilmek istenmiş ve bunların zalimler olduğu haber verilmiştir. Bu tek göze tapanlar da tarihin hiçbir devrinde şimdiki olduğu kadar güçlenip azgınlaşmamışlardı.

Bu ayete “Güneş’i bir pınar içinde veya kara balçık içinde batarken buldu” anlamı vermek yanlış bir mealdir. Doğru meal şu şekilde olmalıdır: “Güneşin battığı yere (denilen ülkeye) varınca, kara bir göz içinde bir güneş batımı buldu” Kehf86

KAYNAKLAR

  1. Smith, C.D., Imago Mundi’s logo the Babylonian map of the world. 1996.
  2. http://www.ancientpages.com/2015/09/10/imago-mundi-famous-babylonian-world-map-is-the-earliest-known-in-the-world/.
  3. https://www.thevintagenews.com/2017/01/08/imago-mundi-is-the-name-of-the-babylonian-map-which-is-the-oldest-in-the-world/.
  4. https://traveltoeat.com/babylonian-world-map-british-museum-london/.
  5. https://infogalactic.com/info/Heliopolis_(Ancient_Egypt)
  6. http://www.akevler.org/AkevlerMakaleler/833/SonYor/10153/Mete-Firidin/Gozdeki-Batan-Gunes.

Üç ayette şeytanlara şihablar atıldığı söylenir (Hicr 18, Saffat 10, Cin 9). Bir ayette ise en yakın gökteki bazı kandillerin şeytanlar için taşlama görevinde bulunduğu yazılmıştır (Mülk 5). İlk üç ayette geçen şihab kelimesi ateş parçası, ışık parçası, gibi manalara gelir ve taş ile alakalı değildir. Bu yüzden taşlanma olayı farklı bir olaydır. Taşlanma olayı için Fahreddin Razi gibi müfessirler yıldızlardan kopan küçük parçaların şeytanlara isabet ettiğini kast etmiş olabileceğini belirtmişlerdir. Yani bir güvenlik duvarı işlevi görmekteler. Bunu bilimin ilerlemesiyle daha iyi anlayacağız. Bu yazıda yıldızlardan fırlayan taşların ne olduğuna değil, ilk üç ayetteki şihabların ne olabileceğine bakacağız.

Şeytan bozgunculuk yapan yani kurulu sistemlerin işleyişini kötü niyetli olarak bozmaya çalışan tüm yaratıklara verilen isimdir. Bu manasından dolayı Kuran’da şeytan kelimesi hem cinler hem de insanlar için kullanılır. Örnek;

Enam 112: İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O hâlde, onları iftiralarıyla baş başa bırak.

Kuran’ın her yerinde iyilik ve kötülüğün mücadelesi anlatılır. Evrenin yaratılış sistemini koruyup ona uygun hareket edenler ile kurulu düzenlerin açıklarını arayıp onu çökertmek için uğraşanlar sürekli bir mücadele içindedirler. Bu mücadele mikro kozmos olan hücrelerimiz içinde de var olduğu gibi makro kozmos olan evrende de vardır. Örneğin vücudumuza girmeye çalışan mikroplar çok çeşitli yollarla durdurulmaya çalışılır. Durdurulmazsa vücut sisteminde bozgunculuk yapacaklardır. Önce deri geçit vermez, eğer deriyi geçip kan sistemine karışırlarsa kandaki T lenfositler bunları tanır ve mikropların eşkâlini lenf merkezlerine bildirirler. Lenf merkezlerinde bu eşkâle uyacak gülleler (B lenfositleri) üretilir ve kana bırakılır. Bu minik gülleler mikroorganizmayı bulduğu yerde parçalar ve yok eder. Bu gülleler sadece verilen eşkâli tanır. Vücudumuzda meydana gelen bu olay yukarıdaki ayette anlatılan makro kozmosta meydana gelen olay ile aynı olduğu görülüyor. Öyleyse bunların hepsi külli bir kanunun değişik âlemlerdeki tecellileridir. Peki, bu olay evrende nasıl cereyan ediyor, bakalım.

1800’lü yıllarda Thomas Young bir deney yaptı. Buna çift yarık deneği deniyor. Bu deneyde bir ışık kaynağından elektronlar gönderdi ve çift yarıktan geçip arka tarafta bulunan fosforlu tabelada nasıl bir iz bıraktığını gözlemledi.

32.jpg

Bu deneyin sonucu çok ilginçti ve kuantum dünya’sının keşf edilmesini sağladı. Önce bu elektronların hangi delikten geçeceğini gözlemleme yapmadan gönderdiler ve aşağıdaki B şeklinde olduğu gibi karşı levhada çok sayıda iz belirdi. Daha sonra elektronları gözlemlemek için bir sensör yerleştirince film burada koptu. Çünkü gözlemlemek istediğinizde elektronlar bir önceki şekilde olduğu gibi tüm levha boyunca dalgasal bir şekilde yayılmayıp bir parçacık gibi veya bir mermi gibi ilerleyerek çift yarıktan geçtiler ve sadece 2 tane desen oluşturdular. Bu desen ise şekil A’da görülüyor. Kısaca elektronları gözleyince üstteki şeklin A kısmında olduğu gibi karşı levhada iki çizgi oluştu, oysa gözlemlemeyince çok sayıda çizgi oluştu.

Bu araştırma defalarca değişik araştırıcılar tarafından tekrar edildi. Sonuç hep aynıydı. Bu nasıl olabilirdi? Atom altı parçacıkları (elektron, foton, glüon vs.) izlenmek istemiyor gibi davranıyorlardı. İzlenince farklı izlenmeyince farklı davranıyorlardı. İşte bu deney bizim klasik fizik görüşümüzü kökünden değiştirdi ve evrenin atom altı düzeyde işleyen ve tüm evreni etkileyen inanılmaz sırları olduğunu öğrendik. Daha sonra 1927’de Heisenberg adlı fizikçi henüz 25 yaşında iken bu parçacıkların belirsizlik ilkesine göre hareket ettiğini buldu ve Nobel ödülü aldı. Bu belirsizlik ilkesine göre bir parçacığın aynı anda konumu ve hızı asla tespit edilemez. Sadece olasılıklarını tespit edebilirsiniz.  Feynman’a göre parçacıklar A noktasından B noktasına seçili bir yoldan gitmezler. Parçacıklar sonsuz sayıda bir yol izlerler ve hatta “yol” tabiri bile sıkıntılıdır. Aşağıdaki şekillerde atom altı parçacıklarının hareketlerinde izlediği karmaşık yollar gösterilmiştir.

 

Yani parçacık için aslında sonsuz sayıda yol vardır ve hangisini kullandığını bilemeyiz. Her halükârda çift yarık deneyi hiçbir mantık ve sağduyu yaklaşımıyla çözülebilecek bir fenomen gibi durmamaktadır. Peki, bu atom altı parçacıklar neden gizleniyor ve neden bize kesin bilgi vermek istemiyorlar? Evrende bilginin atomaltı parçacıkları vasıtası ile taşındığını bildiğimize göre bu parçacıkların hareketi aslında bazı bilgilere ulaşılmasını engellemek üzere bir şifreleme sistemi olabilir mi?

Okuduğum birçok fizik kitabı arasında Brian Green’e ait olan “Evrenin zerafeti” kitabından çok istifade ettim. Bu konuda aşağıdaki sözler bu kitaptan direk alıntıdır:

“Fotonlar, elektromanyetik kuvvetin haberci parçacığı olarak nitelenir. Keza glüonlar ve zayıf ayar bozonları da sırasıyla güçlü ve zayıf nükleer kuvvetlerin haberci parçacıklarıdır.”

“Aslına bakarsanız, büyük bir kutunun içinde tek bir elektronu yakalayıp, elektronun konumunu daha kesin belirlemek için kutunun kenarlarını yavaş yavaş sıkıştıracak olsanız elektronun daha çılgın bir şekilde hareket ettiğini görürdünüz. Elektron sanki klostrofobiye kapılmış gibi yerinde duramayacak, giderek çok daha çılgın bir şekilde ve öngörülemez bir hızla zıplayarak kutunun kenarlarına çarpacaktı. Doğa, bileşenlerinin köşeye sıkıştırılmasına izin vermez. Mikro parçacıkların hareketleri daha küçük bölgelerle kısıtlandığında ve bu şekilde incelemeye tabi tutulduğunda, gittikçe daha çılgın bir hal alır… Sanki tüm evrenden ödünç bir enerji alıyormuş gibi yüksek enerji seviyelerine çıkarlar”

Green yine kitabında, bu parçacıkları izlemek üzere foton gönderdiğinizde büyük bir çarpışmayla her ikisinin de yön değiştirdiğini bildirir ve bu olayı tekme atmaya benzetir.

Şimdi ayetlere gelelim. Ayetler bize şeytanların bilgi çalmak istediğinde “Şihablar” ile kovalandığını haber veriyor. Şihab kelimesine müfessirler genelde “ışın, ateş ışığı, parlak bir ateş, ateş topu anlamlarını vermişlerdir. Bu ateş veya ışının ne olduğunun bilinmediği için de buna birçok müfessir yıldız veya meteor yakıştırması yapmıştır. Fakat yıldız veya meteor diye bir belirti ayette olmayıp bu tamamen bir yorumdur. Cin 9 ayetinde bu şihablar “şihaben rasaden” yani gözlemleyici şihablar olarak tanıtılmaktadır.

Şimdi düşünelim, ateşten yani fotonlardan yaratılan cin şeytanları göklerdeki gayb haberlerini yani kader programlarını dinlemek isterler fakat bu bilgileri taşıyan atom altı parçacıklar onları her yandan gelen bir elektron bombardımanına tutarlar, tekmeler atarlar fakat kesinlikle taşıdıkları bilgileri kimseyle paylaşmak istemezler.

Cin şeytanları da ateşten yaratılmıştır ve ateş ise elektronlar yığınıdır. Demek ki haber taşıyan elektronlar kendisinden bilgi çalmak isteyen elektronlara yağmur gibi vuruşlar yapıyor. Tabi önceden belirttiğimiz gibi bu elektronların nereden gidecekleri hiç belli değil. Yani bilgi alınmak istenen elektronlar şeytanların üzerine aniden boşalabilir veya uzaktan gidip onlara hiç müdahale etmeyebilir.

Cin 9: “Doğrusu biz göğün bazı mevkilerinde dinlemek için otururduk. Fakat şimdi her kim dinleyecek olursa kendini gözetleyen bir şihab (elektron yağmuru) buluyor.”

Bu ayetten de anlaşılan o ki deneylerinde kanıtladığı gibi gözlendiğini bilen elektronlar şaşırtmacalı bir şekilde istediği yoldan hareket edebiliyorlar ve önceden şeytanlara müdahale etmiyorken Allah’tan gelen emirle daha sonraları dinleyenleri delip geçen bir elektron yağmuru gibi davranmaya başlamışlar.

Fiziğin açıkladığı bu olay Kuran’ın anlattığı olayın açıklamasını çok güzel veriyor. O yüzden bu şihablara yıldız veya meteor değil ışığın atom altı parçacıkları demek daha uygun olur. Ekrandaki şekil parçacıkların birbirlerine tekme atma durumunu temsil etmektedir.

kuantum-teorisine-genel-bir-bakis-25-bilimfilicom.jpg

Bu ışık parçacıkları, sıkıştırılmak ve bilgisi çalınmak istenirse Brian Green’in dediği gibi tüm evrenden ödünç enerji alıyormuş gibi karşı konulamaz enerji seviyelerine çıkarak çılgınca hareket etmeye başlar.  Üstelik ayette “gözlemleyici şihablar” olarak tarif edilmesi de çok manidar. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi bu parçacıklar gözlemlendiğini hemen anlıyorlar ve hareketlerini değiştiriyorlardı. Nereden gittiğini nerede olduğunu bilmeniz mümkün değil. Nereden geldiği bilinemeyen parçacıkların da onu dinlemek veya izlemek isteyen şeytanlara birer gizli tekme atıcı olmaları ayeti çokta güzel açıklar.

Sonuç olarak, bilimin ilerlemesiyle diğer bazı ayetlerde olduğu gibi şeytanların şihablarla kovalanması olayı da çok daha iyi anlaşılabiliyor ve daha da iyi anlaşılabilecektir. Burada anlattıklarım kesin doğrudur diye henüz demiyorum fakat şihabların ışık veya ışın parçası olarak tefsirlerde açıklanması ve ışık parçacıkları olan foton ve elektronların hareketlerinin de çok gizemli olup bize kuantum denen farklı bir boyutu açması ve bu parçacıkların bilgiyi saklamak ister gibi yaptıkları davranışlara baktığımda ben şihabların bunlar olduğuna kanaat getirdim. Fakat kesin olarak ispat ettim diyemem. Bunu kabul etmeniz veya alakasız bir yorum sanmanız, bu kuantum alanı hakkında biraz ön bilginizin olmasıyla ve yazıyı iyice anlamış olmanızla da yakından alakalıdır.

Soru: Kutuplarda namaz ve oruç vakitlerini Kuran neden bildirmemiştir? 6 ay gece 6 ay gündüzün yaşandığı kutuplarda yaşayan insanlar namaz vaktini nasıl belirleyecektir. Kuran, bu insanlar için bir şey söylemediğine göre buradaki insanların durumunu bilmiyor muydu?

Cevap: ateistlerin Kuran’da açık bulduk diye bilgisi olmayan insanları tuzağa düşürdükleri sorulardan bir tanesi de budur. Bu konuyu iki madde ile cevaplayacağız.

1- Bütün insanlara uyan kurallar üretmek Dünya’nın ve yaşamın gerçekliğine aykırıdır

İnsanlar birbirinden farklı özelliklere sahiptir. Bir insanı tanımlayacak hiçbir özellik diğer bütün insanların tamamına uygulanamaz. İnsanlar arasındaki bu farklılıktan dolayı bir özelliğiniz insanların çoğunluğuna uyuyorsa o özelliği genelleyebilirsiniz. Örnek olarak, bir ülkenin insanları çay sever dediğimizde istisnasız bütün insanlarının çay sevdiğini kast etmeyiz. Çoğunluk seviyorsa çay seven bir ülke deriz.

Örneğin, işyerinde çay molası saati belirlemeye çalışıyorsunuz. Kalabalık bir işyeri ise herkese uyan bir saat olmayabilir.  O halde çoğunluğa uyan ortak bir saat belirlersiniz. Azınlık ise çoğunluğa uyar. İşyerinde öğle yemeği çıkarırsınız hangi yemeği yaparsanız yapın mutlaka o yemeği sevemeyen birkaç kişi olacaktır. Herkese her an uyamazsınız. Çoğunluğa uyan bir standart belirlersiniz. Kısacası aklınıza gelebilecek hiçbir standart için bütün insanları kapsayacak bir model yoktur. Aynı şekilde Kuran insanlardan bahsettiği zaman her insan bu şartları tamamıyla taşıyacak ve örneğimiz üzerinden konuşursak, Kutuplarda namaz ve oruç bahsini de Dünyada karşılaşılabilecek tüm detaylarla birlikte detaylandırsın diye bir önerme olamaz.

Kuran’da diğer örnekler neden verilmez de Kutuplarda namaz ve oruç hep örnek verilir?

Örneğin, Kuran’da;

Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da (yıkayın.) Maide 6

ayetini elleri ve kolları olan insanlar için bu şekilde uygulanır, “ellleri ve kolları olmayan”  insanlar ise en kolayına gelen şekilde ayeti tatbik etmeleri beklenir. Kuran elleri kolları olmayan insanları bilmiyormuydu diye kimse sormaz.

Başka örnek

Veya ayakları olmayıp ayağa kalkamayan, dolayısıyla aynı ayette belirtilen “namaza kalkmayı” hiç yapamayan insanları Allah bilmiyor muydu? gibi saçma bir soru kimse sormamıştır. ateistlerin aklına bu güne kadar bu ayetin, elleri olmayanları düşünmemiş olduğu, veya uykusuzluk hastalığını düşünmemiş olduğu gelmiş midir? Cevap; hayır böyle bir komik iddia kimse tarafından dillendirilmemiştir.  Çünkü dediğimiz gibi sunacağınız her standardın dışında kalan insanlar mutlaka olacaktır.

Başka örnek

…mutlaka siz Mescid-i Haram’a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş, kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz… Fetih 27

ayetinde toplum içindeki kılsızlık (alopesi) hastalığına yakalananları veya başındaki bir hastalıktan dolayı traş olamayanları Allah bilmiyor mu diye saçma bir söz söylenir mi?

Başka örnek

…Evlere kapılarından girin…Bakara 189

Kuran bu emri verirken kapısız evler olabileceğini bilmiyor muydu? Veya kapı kilitli olduğu için pencereden girmek zorunda olan insanları bilmiyor muydu?

Daha bu örnek ayetleri artırabiliriz.

Demek ki ayetler bütün topluma iner, fakat yaşamın kanunları gereği her insan her zaman aynı şartları taşıyamayabilir. Bunlardan beklenen ise emri kolayına gelen şekilde yerine getirmesidir. Kutuplarda namaz ve oruç bahsine benzer çok sayıda örnek verilebilir ama uzatmaya gerek yok.

Kuran’da ana konular verilir, her örneğe farklı bir emir inmez

Kuran’ın üslubuna baktığımızda ana hükümleri verir. Hayati önemdeki kanunlardan bahseder. Çok ayrıntısına girmez, bunları da insanların akıllarına havale eder. Nitekim insanlar akıllarıyla bu meseleleri çözmüşler, hatta kutuplarda namaz kılma meselesi ilk müslümanlardan beri üzerinde durulmuş ve “en yakın bilinen bölgenin takvimine göre namaz kılınmalıdır” diye karar vermişlerdir. Kutup dairesinde yaşayan insan sayısı ise insanlığın binde 0.7 lik bir bölümün denk gelmektedir, müslüman oranı ise bu orandan çok daha azdır. Orana vurulursa ellleri olmayıp abdestin tam şartlarını sağlayamayan müslümanlardan bile daha azdır. O halde Kuran kutuplarda namaz kılacakları bilmiyor mu yerine elleri olmayan insanları bilmiyor muydu ki abdesti elleri olanlara göre tarif etti demek bile daha mantıklıdır.

Kuran amellerle ilgili emirlerini çok detaylandırmaz ki bu emirlerin şartlarını sağlayamayanlar kendilerine kolay yolu tutabilsinler, mutlak bir zorluk oluşturmaz. Bu yüzden peygamberimiz birşeyi Kuran’da bulamazsanız benim yaptığım gibi yapın, eğer yeni bir mesele olur da bende de bulamazsanız kıyas yapın, kıyasla da çözülemezse bir heyet oluşturun ve meseleyi uygun bir şekilde karara bağlayın mealinde sözlerle izlememiz gereken yolu bize öğretmiştir.

Kuran’da yeni karşılaşılan meselelerin şura (toplantı) ile kararlaştırılması talimatı

Yine Kuran’da geçen şura kelimesi de insanların işlerini heyet halinde ortak karara bağlaması demektir.

Şura 38: “Ve onlar ki, Rablerin(in da’vetin)e icâbet ederler ve namazı hakkıyla edâ ederler. Onların işleri ise, aralarında şûrâdır (ortak karar vermek).

Örneğin;

“Deccal yeryüzünde kırk gün kalacaktır. Bu kırk günün bir günü bir yıl gibi, bir günü bir ay gibi, bir günü bir hafta gibi, diğer günleri ise normal günleriniz gibi olacaktır.” deyince ashab, uzun günlerde bir günlük namazın yeterli olup olmadığını sormuşlar, bunun üzerine Hz. Peygamber “Hayır bir günlük namaz yeterli değildir; namaz vakitlerini takdir edersiniz.” buyurmuştur (Müslim, Kitabu’l-Fiten ve Eşrâtu’s-Sâat, 20).

Buradan anlaşılıyor ki bir zaman gelipte günler aşırı uzasa veya kısalsa bir heyetin namaz vakitlerini yeniden belirlemesi gerektiğini peygamber zaten göstermiştir. Çünkü namazın güneşe göre ayarlanması kolaylık olsun diyedir, namazın özü değildir. Bundan dolayı anormal durumlarda namaz vakitleri yeniden düzenlenir. İşte bu yüzden insan ister kutuplarda yaşasın ister Mars’ta yaşasın, ister uzay mekiğinde yaşasın namaz vakitlerini uygun bir şekilde yeniden hesaplaması gerektiğini peygamber zaten bize öğretmiş. Kutuplarda namaz ve oruç gibi ilerde karşılaşılacak tüm meseleler de şura ile halledilir.

2# Kutuplarda 6 ay gece 6 ay gündüz mü oluyor? 

Kutup dairesinde güneşin batmaması veya doğmaması olguları Dünya’nın güneşin etrafında dolaşırken, eksenin bir beşik gibi bir o yana bir yana doğru yatmasından kaynaklanır. Böylece kuzey kutbunda gündüzlü günler yaşanırken güney kutbunda geceli günler yaşanır ve 6 ay sonra gündüz ve gece kutuplar arasında yer değiştirir. Aşağıdaki şekilde kuzey kutbunun karanlık günlerinde güney kutbunun aydınlık günler yaşadığını görüyorsunuz.

dünya ekseni

Kutup dairesinin her yerinde 6 ay gece 6 ay gündüz yaşanmaz. Sadece kutupların tam ortasındaki noktada bu olgu yaşanır. Kutup dairesinin kenarlarına doğru geldikçe sürekli güneşin görüldüğü veya hiç görülmediği günlerin sayısı hızla azalır, kutup dairesinin sınırlarında ise senede sadece bir gün güneşin doğmadığı ve batmadığı noktalara rastlanır. Aşağıya kuzey kutup dairesinin resmi eklenmiştir;

Şimdide aşağıda 1 numara ile tam kuzey kutbunun ortasında, 3 numara ile kutup dairesinin kenarına yakın ve 2 numara ile ikisinin orta noktasında olmak üzere üç nokta için kutuplarda bir yılda güneşin doğmama ve batmama sürelerine bakalım.

Ekran Alıntısı

Tarih 90°N (1 noktası) 78.3°N (2 noktası) 66.6°N (3 noktası)
Kutbun tam ortası Kutbun kenarı
Ocak 21 Güneş doğmaz Güneş doğmaz Gün 4:55 saat sürer
Şubat 21 Güneş doğmaz Gün 4:41 saat sürer Gün 8:52 saat
Mart 20 Güneş batmaz Gün 12:35 sürer Gün 12:18 saat
Nisan 21 Güneş batmaz Güneş batmaz Gün 16:16 saat
Mayıs 21 Güneş batmaz Güneş batmaz Gün 20:25 saat
Haziran21 Güneş batmaz Güneş batmaz Güneş batmaz
Temmuz 21 Güneş batmaz Güneş batmaz Gün 20:37 saat
Ağustos 21 Güneş batmaz Güneş batmaz Gün 16:23 saat
Eylül 21 Güneş batmaz Gün 12:35 saat Gün 12:18 saat
Ekim 21 Güneş doğmaz Gün 4:27 saat Gün 8:48 saat
Kasım 21 Güneş doğmaz Güneş doğmaz Gün 4:53 saat
Aralık 22 Güneş doğmaz Güneş doğmaz Gün 2:11 saat
187 gün güneş batmaz 126 gün güneş batmaz 30 gün güneş batmaz
163 gün güneş doğmaz 94 gün güneş doğmaz

Görüldüğü gibi 2 ve 3 numaralı bölgelerde yaşayan insanlar için 6 ay güneş doğmama veya batmama durumu söz konusu değildir.

İnsanlığın ne kadarı kutuplarda yaşıyor?

Peki, kutuptaki insanların nerelerde yaşadığının haritasını da sizinle paylaşalım.

arcnato1

Haritadan gördünüz gibi kutuplarda yaşayan toplam 4 milyon 238 bin kişi vardır. Dünya nüfusunun yaklaşık binde 0.7 gibi bir kısmına denk gelir. Yerleşim yerleri ise kutup dairesinin çevreleridir. Ortaları değil. Örneğin Türkiye’den bir kısım akademisyenlerin gidip güneşi gözlemleme çalışması yaptıkları Troms kenti 155.000 nüfusu ile haritada görülmektedir. Görüldüğü gibi çoğu insanın sandığı gibi kutuplarda yaşayanlar 6 ay gece 6 ay gündüz yaşamıyorlar.

Özetle

Kuran nasıl ki eli olmayan insanların nasıl abdest alması gerektiğinden bahsetmemişse aynı şekilde güneşin döngüsünün değiştiği yerlerde ki yani kutuplarda namaz ve oruç şeklini de detaylandırmaz. Bunları insanlar Kuran’ın ana emirlerine göre yeniden düzenlerler. Bu bir kolaylıktır, rahmettir.

İnstagram’dan bizi takip etmeyi unutmayın.

İki madde ile cevaplayalım.

1- Kuran’ın kangurulardan, pandalardan, dinazorlardan bahsetmesi için öncelikle bu hayvanların Arapça’da bir kelime karşılığı olması gerekir. Arapçada o zamanda kanguruyu tanımlayacak bir kelime yoksa elbetteki olmayan kelimelerden bilinmeyen bir kavram oluşturmayacak. Kuran Arapça indiği için Arapça’da bulunan ve bilinen kelimelerle konuşacak.

2- Hadi diyelim ki Kuran, Dragon Fruit'ten bahsetti ve bu anlamsız kelimenin ne olduğunu ve meyvesinin nasıl olduğunu Kuran’ın ilk muhatapları bilmiyor. Bu meyveyi anmak kime ne yararı olurdu?

3- Peki bu meyvenin ismini hangi dilden söylemesini tercih ederdiniz? Çünkü bir meyve veya hayvan çoğu zaman farklı ülkelerde farklı bir kelime ile adlandırılır. Hadi muhataplarımız gibi bizde saçmalayalım, diyelim Kuran’a İngilizce olarak yazıldı. İngilizce bir kelimeyi Kuran’da görseniz imanınız mı artacaktı yoksa herşeye bir kulp taktığınız gibi buna da bir kulp takacak mıydınız?

4- Dünya üzerinde 2000 tür dinazor yaşadığı tahmin ediliyor, oysa Dünya üzerinde bugüne kadar yaşamış milyonlarca değişik tür var. Dinazorlar da bu canlılardan bazılarıdır. Canlılık açısından bütün türler hayat taşır ve doğadaki ekolojik zincirin bir parçasıdır.  Dinazorları,  eski çağlarda yaşayan ve henüz keşfedip ad bile koyamadığımız diğer canlılardan canlılık yönünden farklı kılan bir tarafları yok. Milyonlarca bilinmeyen tür içinde neden özellikle dinazorlardan bahsedilsin ki?

5- Kuran’ın apaçık olarak nitelendirilmesinin sebebi insanların bildikleri kavramlarla konuşmasıdır. Müteşabih ayetler (sonradan ortaya çıkacak bilimsel gerçekler) bile bilinen kavramlarla anlatılır. O yüzden bilinmeyen kavramları veya yüzyıllar sonra konulacak isimleri aramak veya Kuran'ın asıl işlevi olan adaleti ve doğru yolu gösterme işlevini bırakıp, değişik canlıları anlatmasını beklemek manasız bir beklenti olur. Bilimsel mucize olması açısından bu soruyu soruyorsanız, belirtmeliyim ki Kuran sınırsız sayıda mucize göstermez, gösterdiği bilimsel mucizeler ise yeterlidir.

6- Soru: Kuran neden bir sürü bilimsel gerçekten haber vermiş te dinazorlardan veya kutup ayılarından üstü kapalı olarak, mesela dev canavarlar veya beyaz ayılar olarak haber vermemiş? Cevap: Kuran'ın dinazorlardan veya bilinmesi mümkün olmayan bilgilerden haber vermesi tıpkı diğer mucizeleri gibi bir mucize olurdu. Fakat Kuran sınırsız sayıda bizim keyfimiz yerine gelip tamam tatmin oldum diyene kadar mucize göstermez. Aklını kullanan insanlara yetecek kadar belki birkaç on tane mucize gösterir. Kuran, Meydan Larousse ansiklopedisi değildir. Amacı, kütüphanelerce bilimsel ve tarihi bilgiler vermek te değildir.

7- Kuran'ın ilk muhataplarının anladığı kelimeler kullanması, onun ilk muhatapları ve İslam'ın çekirdeği olan bu insanlar tarafından kolay anlaşılmasını sağladı dedik. Fakat bu demek değildir ki Kuran sonraki insanlara kapalı bir kitap olmuştur. Çünkü bizler o günün toplumunun bilgi seviyesinin üstünde olduğumuz için onlara inen her ayeti anlayabiliyoruz fakat o günün insanına bugünün anlayacağı bilgilerden bahsederseniz mantıklı bir iş yapmamış olursunuz. Kuran en ilkel insanın da en alim insanın da kendine göre yüzeysel veya derin manalarla anlayacağı bir kitaptır. Bugünün insanı, Kuran'daki bilimsel mucizeleri görüp hayret etmektedir. Bilimsel mucizeler de müteşabih ayetlerdir ve o günün insanı için değil, bilim çağı insanları için kitaba konulmuştur. Dolayısıyla böyle bilimsel gerçekleri ihtiva eden ve evrensel kuralları, yaşanan olaylar üzerinden örneklendirerek anlatmak bir üslubu olan Kuran'a sırf en düşük bilgi seviyesindeki insanların da kolaylıkla anlayabileceği dil kullanılarak inmiş diye tarihseldir denemez. Kuran mesajını ve evrensel öğütlerini tüm çağlara dersler verecek şekilde sunar.

Burada sunduğumuz maddeler özetle:

1- Kuran Arapça olarak inmiştir, Arapça kelimelerle konuşur

2- Bir canlıyı canlılık yönünden diğerlerinden üstün kılan bir özellik yok, o yüzden Kuran timsahtan bahsetmediği gibi T. Rex denilen dinazordan da tabiki bahsetmez.

3- Kuran'ın amacı irşaddır, insanları irşad edecek veya gelecek insanlara mucize olacak bazı bilgiler içerir.

4- Kuran Wikipedia ansiklopedisi değildir. Her aradığınızı bulamazsınız. Fakat her bilim dalından bazı örnekler verir.

5- Kuran o zamanın insanlarının anlayacağı dilden dersler verir ama verdiği dersler evrenseldir, zaman üstüdür, her zamanda çıkarılabilecek öğüt ve dersler içerir, emir ve yasaklar içerir. Zaten 1400 yıl sonra gelecek insanların anlayabileceği mucizeler göstermesi de bunu gösterir.

Neanderthal neden yok sorusu 10. maddedeki dinozor neden yok sorusunun makyajlanmış hali. Cevapları aynıdır. Melekler kısmına cevap verelim ama melekleri görmeden inanmayız diyorsanız okumayı burada kesebilirsiniz.

Cevap: Allah herşeye kudreti yettiğini Kuran’da buyuruyor. Buna şunu örnek verir. İbrahim ölülerin dirilmesinin nasıl olacağını görmek istedi ve Allah’a sordu. Allah’ta yakîni artsın, kalbi mutmain olsun, ilmi artsın diye ona dört tane kuş alıp kesmesini, sonra parçalarını karıştırmasını, sonra bunları dört tane ayrı dağa dağıtmasını ister. Sonra da o kuşları çağırmasını bildirir. İbrahim’de öyle yapar ve kuşlar toparlanıp yeniden dirilir ve İbrahim’e doğru uçar gelir. Allah bu örnekle İbrahim’e gücünün aslında herşeye yettiğini ve istese hiçbir sebebi kullanmadan da anında yaratabileceğini göstermiş olur. Bu olayı da biz Müslümanlara anlatarak Allah hakkında su-i zanda bulunmamızı önlemiş olur. Acaba gücü herşeye yetmiyor mu, gücü yetiyorsa neden meleklere ihtiyaç duyuyor gibi sorular bu örnekle kalkmış oluyor.

Allah kuşların yaratılması için normalde bir anne ve babadan meydana gelen yumurtayı kullanır. Kuşun beslenmesini şart koşar. Yani yetişkin haline gelene kadar o kuşlar çok sayıda sebebe bağlıdır. Evrene koyduğu temel kanun; herşeyin bir sebebe bağlı olduğudur. Sebepsiz bir şey yoktur. Fakat bu durum Allah’ın sebeplere ihtiyacı olduğu anlamına gelmiyor. Yukarıda ki örnekte olduğu gibi Allah isterse sebepsiz de yaratabilir. Yine İsa a.s.’ın ölüleri diriltebilmesi, çamurdan kuş yapıp üfleyince gerçek kuş olup uçması mucizeleri de Allah’ın sebeplere ihtiyaç duymadığını fakat evrende sebeplerle birlikte yaratılışa önem verdiğini gösteriyor.

Şimdi düşünün birisi sorsa ki Allah neden vücudumuzdaki hücreleri beslemek için kan’a ve oksijene ihtiyaç duyuyor, bunlarsız da besleyemez miydi? Ne kadar mantıksız bir soru olarak kulağa geliyor. O sebep olmasaydı, bu sebep olmasaydı diye mantık kullandığınızı zannederseniz en sonunda «hiçbirşey olmasaydı» sözüne kadar gider bu mantığınız. Fakat Allah sanatının ve kâinatın var olmasını diledi. Burada vücudumuzu da böyle sanatlı yaratmış, herşeyi bir sebebe bağlı kılmış ve hücrenin beslenmesine sebep olarakta kan’ı, besinleri ve oksijeni koymuş. Bunlar sayesinde oluşturduğu sistemle vücudumuz hayatına devam ediyor. Bu sebepler bir sistem oluşturmuş ve Allah’ın yaratma sanatının bir parçasıdır. Şimdi vücuttaki bir hücrede canlı bireyler yaratmış olsa ve o hücre onların Dünya’sı olsa. Onlara vahiy gelse ve dese ki sizin evreniniz yani vücutta çeşitli melekler görev alır. Besinlerinizi her yeri kaplayan bir melek taşır (Yani Kan), sanı temizleyen büyük bir melek vardır (Yani karaciğer) vs. Şimdi bu hücrenin içinde yaşayan akıllı canlılar dese ki Allah bu vücudu idare edemiyor mu ki işleri meleklere yaptırıyor, ne kadar saçma bir soru olurdu, değil mi? Çünkü, o sebep olmasın, bu sebep olmasın derken en sonunda hiçbirşey olmasına kadar gider bu mantığınız.

Kuran’da anlatılan mesela arşı taşıyan melekler (Mumin 7), ölenin canını alan melekler  (secde 11), İnsanın amelini yazan melekler (Kaf 17-18), Cennet ve Cehennemi idare eden melekler de (Rad 23-24, Tahrim 6, Müddessir 29-31) aynı vücudumuzda çalışan görevli proteinler, enzimler, hormonlar, organlar gibi evrenin görevli memurlarıdır, Allah aynı vücudumuzdaki sistemi hormonlarla, enzimlerle kurduğu gibi evrenin sistemini de bu meleklerle kurmuştur. Yine Bedir’de istese düşman ordusunu meleklere ihtiyaç duymadan bir emirle öldürmeye gücü de yeter. Fakat sebepleri aradan kaldırmıyor. Kötülüğün iyilik tarafından yok edilmesini istiyor. İyilik güçsüz kalınca çok nadir durumlarda melekleri gönderip iyiliğin tamamen bitmesini engelleyebiliyor. Allah’ın melekleri görevlendirmesi işleri kendisinin yapamayacağı anlamına gelmiyor. Fakat kurduğu sistemin ne kadar muhteşem olduğunu gösteriyor. Örneğin başka bir ayette de azgın toplumların üzerine gökten ordu göndermeğe ihtiyacı olmadığını çok güçlü ses dalgaları ile topluluğu yok ettiğini yazar. Burada da melekleri kullanmasa da sesi kullanıyor. Fakat Allah bir OL emri ile ölü kuşları sebepsiz kaldırabileceği gibi sesi de kullanmadan azgınları helak edebilirdi. Bu ayetler bize Allah’ın evrende sebepleri kendisine bir kudret perdesi yaptığını fakat onlara muhtaç olmadığını gösteriyor. (Sebepler derken melekler de dâhil her türlü aracıyı kast ettiğim anlaşılıyordur umarım)

Diğer bir örnek ise bir hükümdarın askerlerinin, yardımcılarının, memurlarının çok olması o hükümdarın gücünü, kudretini, saltanatının büyüklüğünü ve ihtişamını gösterir. Bunun gibi Allah’ın herşeye gücü yeterken bazı şeyleri sayısız meleklere yaptırması Allah’ın saltanatının büyüklüğünü, kudretinin ihtişamını gösterir.

Meleklerin de tek tip varlıklar olduğunu düşünmüyorum. Tıpkı vücut örneğimizdeki kan, hormon, böbrek gibi görevli elemanlar birbirlerinden ne kadar farklı ise meleklerde o kadar farklıdır. Tabiki meleklerin görevlendirmesini anlatırken şuursuz proteinlerden verdiğim örneklere bakıp meleklerin de şuursuz olduğunu veya bazılarının iddia ettiği gibi birer tabiat kanunu olduğunu sanmayın.  Meleklerin yeryüzünde insanın yaratılması konusunda Allah’ı sorguladıklarına ve sonra özür dileyip pişman olduklarına da bakılırsa (Bakara 30-32) melekler şuursuz birer robot veya kanun değiller. İyiliğe ve kötülüğe açık olma ve itiraz etme yanları da var. Yine Kuran’da geçen “Âdem’e bütün melekler secde etti, İblis hariç” ifadesi melekler kavramını anlamamıza yardımcı oluyor. İblis meleklerden bir grup içinde zikr ediliyor ve iblis hariç diğer melekler secde etti deniyor. İblis’in cinlerden olduğu da bildiriliyor, o halde evrendeki adlarını bilmediğimiz sayısız canlı türünün hepsinin ortak adının Kuran’da melekler olarak zikr edilmesi muhtemeldir. Veya melekler her türün içinden özel olarak seçilmiş bireylerdir. En doğrusunu Allah bilir.

ateist sitelerde bir yaygaradır kopuyor. Efendim, Kur’an kalp için düşünme organı demiş fakat kalp sadece kan pompalarmış, düşünce organı sadece beyinmiş. Evet doğrudur Kuran kalbin düşünme ile ilişkisinden şöyle bahseder.

“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? Ne var ki, kör olan gözleri değil, göğüslerdeki kalpleridir!” Hac 46

Kalp beyin değildir

Bu soruları açıklamak isteyen sitelere göz gezdirdiğimde, Kuran’ın bu ayetlerde beyni kast etmiş olduğunu savunduklarını gördüm. Müslümanların bu açıklamaları da üzüntü verici. Çünkü ayette açık olarak göğüslerin içindeki kalpler diyor. Eğer Kuran’a güveniyorsak bu doğrudur, kalbin düşünceleri yönlendirmede etkisi olmalı fakat bilim henüz bunu çözecek seviyeye gelmemiş olabilir diyebilmeliyiz. Evet, eğer bilimsel makaleleri bir tarayıp konuya bakmaya üşenmişlerse en azından Kuran’a karşı böyle bir teslimiyet göstermeleri gerekirdi. Çünkü bu güne kadar Kuran zaten onlarca mucizesini insanlara göstermişti. Elbette ki Kuran bunda da haklı çıkacaktı.

Neyse lafı uzatmadan konuya gelelim. Bilimsel literatürleri bir taradım ve bulduğum sonuçlar şöyle:

Amerika’da saygın bir enstitü: HeartMath enstitüsü

Kalp ve beyin arasındaki ilişkiyi inceleyen geniş kapsamlı bir çalışmada, HeartMath (Kalp matematiği) enstitüsünden Dr. Rollin McCraty  ve ekibi, kalp ve beynin nasıl senkronize hareket ettiklerini uzun bir yazılarında anlatmışlardır. [1]

Yazılarında, beyinde düşünce sırasında açığa çıkan elektromanyetik dalgaların beynin düşünce işlemlerinde önemli görevleri olduğu bilindiği gibi, aynı şekilde duygu durumlarına göre kalbin elektrokardiyogram yapılarının değiştiğini ve bu bulguların tekrar edilebilir olduğunu bildirmişlerdir. Her duygu durumu ile birlikte kalbin ayrı bir ritme girdiğini belirtmişlerdir. Kalp ritmini çeşitli sinyal parametrelerinin formüle edilmesiyle bulmuşlardır ve bu kalp vuruş sayısından farklıdır.

106 sayfalık yazılarının hepsini veremeyeceğim için burada özet olarak bazı cümlelerini tercüme edeceğim:

“Kalbin beyin ve bedenle iletişim kurduğu ana yollar hakkındaki bu çalışmamız, kalbin ürettiği sinyallerin duygusal deneyimleri sürekli olarak nasıl bilgilendirdiğini ve bilişsel işlevi nasıl etkilediğini gösterir…

Kalp, vücut fonksiyonları için gerekli olan sistem bilgisinin tutarlı bir bütün olarak üretilmesinde ve aktarılmasında merkezi bir rol oynar. Bu önermeyi destekleyen çok sayıda kanıt vardır: Kalp, vücuttaki ritmik bilginin en tutarlı ve dinamik jeneratörüdür; onun kendi sinir sistemi, beyinden bağımsız olarak çalışan karmaşık bir bilgi şifreleme ve işleme merkezidir; kalp çoklu vücut sistemlerinde işlev görür ve böylece sistemler arasında ve tüm vücut boyunca bilgileri entegre etmek ve iletmek için benzersiz bir şekilde konumlanır; ve tüm bedensel organlar içinden kalp, beyinle en geniş iletişim ağına sahiptir. Daha sonra açıklanacağı gibi, kalp sinyalleri sadece beyindeki homeostatik düzenleyici merkezleri etkilemekle kalmaz, aynı zamanda algısal, bilişsel ve duygusal işlemede yer alan daha yüksek beyin merkezlerinin aktivitesini de etkiler, dolayısıyla davranış ve  deneyimlerimizin birçok ve çeşitli yönlerini etkiler.”

Kalp bilgiyi beyinden önce işliyor

Dr. Schaffer tarafından yapılan bir araştırmada, kalbin beyinden önce bilgiyi işlediğini ve bu sezgisel bilgiyi merkezi sinir sistemi aracılığıyla beyne gönderdiğini bildirilir. [2]

Bir çalışmada Mc Carty ve ekibi deneklere uyarıcı fotoğraflar göstermişler ve kalp dalgalarının beyin dalgalarından önce oluştuğunu ve beyne iletildiğini belirlemişlerdir. [3] Yine McCraty 2014 yılında bir araştırmasını yayınladı, bu araştırmada Rulet oyunu oynarken denekler izlendi: Kalp dalgalarının, katılımcılara iyi ya da kötü bir bahse ilişkin bir gösterge verecek şekilde değiştiğini gözlemlediler. Katılımcıların iç kalp tepkilerine göre hareket etmeleri halinde, daha iyi bahis seçimleri yapmış olduklarını tespit ettiler. [4] Bu da eskiden beri söylenen kalbinin sesini dinle sözünün hiç te küçümsenmeyecek olduğunu gösteriyor.

Nöral hücrelerle örülü kalp beyni

Nörokardiyoloji uzmanları beyin ve kalp arasındaki bağlantıyı son 20 yıldır artan oranda araştırıyor. “Şu anki tespitlere göre Kalplerin manyetik enerjisinin, beyin tarafından üretilenlerden 5000 kat daha güçlü olduğu bulunmuştur. Buna ek olarak, kalplerimizin çok zeki olduğunu gösteren “kalplerin kendi beyni” veya “kalp-beyni (heart-brain)” olarak da adlandırılan “nöral hücreler” olarak adlandırılan beyin hücrelerini içerdiklerini bildiren çok sayıda araştırma var. [2, 5-8]”

Kalp tüm beyin fonksiyonlarını etkileyebilme gücüne sahip

Araştırmalar, kalbin sinir sisteminin, beynin ön korteksini etkilediğini [1, 9, 10], beynin motor korteksini etkilediğini [11], dikkati ve motivasyonu sağladığını [12], bilişi ve hafızayı [13] ve duyguları [14] etkilediğini  bildirmişlerdir. [6] Dr. Shao ağrılı bir olaya maruz kalındığında kalpten gönderilen sinyallerin beyinde ağrı algısı oluşturmuş olduğunu yaptığı klinik çalışmalarla ortaya koymuştur. [1, 15] Bu yüzden araştırmacılar ağrının seviyesinin ölçümü için kalpten çıkan sinyallerin kullanılmasını önermişlerdir. [1] Kalp sinyallerinin dua etme anındaki sonuçları Dr. Edward tarafından yayınlanmıştır. Bu çalışmaya göre dua, kalp sinyalleri ile çok yakından ilişkilidir, dua edenlerde psikolojik iyileşme, beyin-kalp tutarlılığı olduğu ortaya konmuştur. [16]

Duygular ile kalp sinyalleri arasında bağlantı keşfedildi

Mc Carty 2015 yılında yayınladığı çalışmasıyla duygular ile kalp sinyallerinin bağlantısını gösterdiğini bildirmiştir. [6] Whitney kendi tez çalışmasında kalbin, duyguları, düşünceleri ve aklı düzenleyen bir organ olduğunu açıklamıştır. [17] Kalbin haritası isimli bu tez çalışması okumaya değerdir. Armour ise kalp nöron yumaklarının ön korteksi ve böylece duyguları etkilediğini, bunun için nörotransmitterler benzeri bir yol kullandığını bildirmiştir. [18] Yine Mukesh Kumar (2020) yaptığı klinil çalışmaların sonucunu rapor etmiş ve beyin kalp etkileşiminin insan bilincini yönlendirdiğini söylemiştir.[19]

Aşağıdaki şekil McCarty 2015’ten alınmıştır ve beyin ile kalp arasındaki etkileşim yollarını göstermek için çizilmiştir.

kalp.PNG

Ya yapay kalp varsa?

Buraya kadar anlaşıldı ki kalbin beyni yönlendirme kapasitesi var ve muhtemelen beyin yanlış düşünebildiği halde kalp onun yanlış düşünmesini engelleyecek mekanizmalarla sinyaller gönderiyor. Tabi bu demek değildir ki kalpten sinyaller gelmezse beyin düşünemez. Zaten Kuran’da bazı insanların kalplerinin mühürlenmiş olduğu belirtilir ki bu kalplerden beyne doğru düşünme sinyallerinin artık gitmediğini anlıyoruz. Yani kalp düşünceyi doğruya yönlendirir fakat düşünce için olmazsa olmaz değildir. Kalbinden gelen sinyaller olmadan düşünenler kalbin rehberliğinden yoksun kalırlar. Kalpleri açık olanların sadece müslümanlar olduğunu söylemek te doğru olmaz, kalpleri kötülükle dolu olmayan, kalbinde sevgi ve şefkate de önemli yer olan isterse budist veya şamanist olsun herkes kalbinin yol göstericiliğinden faydalanır. Bu açıdan yapay kalp takılmış biri düşünebilir fakat kalbin yol göstericiliğinden, rehberliğinden yararlanamaz.

Kuran beyinden neden bahsetmiyor?

Ayetlerin amacı insanın düşünüp düşünmemesini belirtmek değil, çünkü insanlar yanlış da olsa yine de düşünür. Kuran beyin düşünür, karaciğer kanı süzer, akciğerler hava değiştirir gibi asıl maksatlarını ifade etmeyen bilimsel gerçekleri ifade etmek için gelmemiştir (Ama mucize olarak bazen bilimden bahsedebilir.) Buradaki ayetlerin amacı, kalbinin yönlendirmesini dinlemeyen insanları belirtmek ve onların kalplerinden gelen düşünceyi yönlendirici sinyalleri dinlemediklerini belirtmektir. Evet insanlar kalplerinden gelen sinyallerin rehberliğini dinlemezse düşünmeleri onları doğru sonuca vardırmayacaktır, Kuran içinde önemli olan ise bu istikametli düşünce şeklidir. Bu yüzden ayetlerde salt düşünme merkezi olan beyin değil beyine kılavuzluk edecek sinyaller gönderen kalbin bu eşsiz rolünden bahsedilmiştir. Çünkü Kuran’ın ve Allah’ın mesajını anlamak için düşünmek değil doğru düşünmek gerekiyor. Salt beyinle müthiş bir zeka sahibi olabilirsiniz ama zekanız şeytani bir zekaya kısa sürede evrilecektir. Kalbin kılavuzluğundaki bir zeka ise akıl olur, akletmek ve doğruyu yanlıştan ayırıp mesajı ve hakikatleri anlamak kalbin kılavuzluğuna bağlıdır. Zannediyorum anlaşılmıştır.

Ek olarak

Çoğu meallerde Hac 46’da “gözler kör olmaz, kalpler kör olur diye çeviri yapılmış. Fakat bu ayetin gerçek çevirisi “kör olan gözleri değil; kör olan, göğüslerdeki kalpleridir!” şeklinde Muhammed Esed’in çevirdiği gibi olmalıdır. Zaten ayetin genel anlamda gözlerin kör olmadığından bahsettiğini anlamak akla aykırı olur, çünkü gözlerin kör olduğunu Peygamber zamanındaki insanlar da biliyorlardı, yae

Kaynaklar

  1. McCraty, R., et al., The Coherent Heart Heart-Brain Interactions, Psychophysiological Coherence, and the Emergence of System-Wide yOrder. Integral Review: A Transdisciplinary & Transcultural Journal for New Thought, Research, & Praxis, 2009. 5(2).
  2. Shaffer, F., R. McCraty, and C.L. Zerr, A healthy heart is not a metronome: an integrative review of the heart’s anatomy and heart rate variability. Frontiers in psychology, 2014. 5: p. 1040.
  3. McCraty, R., M. Atkinson, and R.T. Bradley, Electrophysiological evidence of intuition: Part 1. The surprising role of the heart. The Journal of Alternative & Complementary Medicine, 2004. 10(1): p. 133-143.
  4. McCraty, R. and M. Atkinson, Electrophysiology of intuition: pre-stimulus responses in group and individual participants using a Roulette paradigm. Global advances in health and medicine, 2014. 3(2): p. 16-27.
  5. Goldstein, D.S., Neuroscience and heart-brain medicine: the year in review. Cleveland Clinic journal of medicine, 2010. 77(0 3): p. S34.
  6. McCraty, R. and F. Shaffer, Heart rate variability: new perspectives on physiological mechanisms, assessment of self-regulatory capacity, and health risk. Global Advances in Health and Medicine, 2015. 4(1): p. 46-61.
  7. Armour, J.A., Anatomy and function of the intrathoracic neurons regulating the mammalian heart. Reflex control of the circulation, 1991: p. 1-37.
  8. Armour, J.A., Potential clinical relevance of the ‘little brain’on the mammalian heart. Experimental Physiology, 2008. 93(2): p. 165-176.
  9. McCraty, R., M. Atkinson, and R.T. Bradley, Electrophysiological evidence of intuition: Part 2. A system-wide process? The Journal of Alternative & Complementary Medicine, 2004. 10(2): p. 325-336.
  10. Lane, R., et al., 21. Activity in medial prefrontal cortex correlates with vagal component of heart rate variability during emotion. Brain and cognition, 2001. 47(1-2): p. 97-100.
  11. Svensson, T. and P. Thoren, Brain noradrenergic neurons in the locus coeruleus: inhibition by blood volume load through vagal afferents. Brain Research, 1979. 172(1): p. 174-178.
  12. Schandry, R. and P. Montoya, Event-related brain potentials and the processing of cardiac activity. Biological psychology, 1996. 42(1-2): p. 75-85.
  13. Hassert, D., T. Miyashita, and C. Williams, The effects of peripheral vagal nerve stimulation at a memory-modulating intensity on norepinephrine output in the basolateral amygdala. Behavioral neuroscience, 2004. 118(1): p. 79.
  14. Zhang, J.-X., R.M. Harper, and R.C. Frysinger, Respiratory modulation of neuronal discharge in the central nucleus of the amygdala during sleep and waking states. Experimental Neurology, 1986. 91(1): p. 193-207.
  15. Shao, S., et al., Effect of pain perception on the heartbeat evoked potential. Clinical neurophysiology, 2011. 122(9): p. 1838-1845.
  16. Edwards, S.D. and D.J. Edwards, Contemplative investigation into Christ consciousness with Heart Prayer and HeartMath practices. HTS Theological Studies, 2017. 73(3): p. 1-5.
  17. Whitney, A., Map of the Heart: An East-West Understanding of Heart Intelligence and its Application in Counseling Psychology. 2017, California Institute of Integral Studies.
  18. Armour, J.A. and J.L. Ardell, Basic and clinical neurocardiology. 2004: Oxford University Press.
  19. Kumar, M., Singh, D., & Deepak, K. K. (2020). Identifying heart-brain interactions during internally and externally operative attention using conditional entropy. Biomedical Signal Processing and Control57, 101826.

Bu konuyu bazı insanlar erkeğin kayırılması olarak algılıyor. Oysa ki durum erkeğin kayırılmasıyla ilgili değil, İslam’da kadına ve erkeğe verilen sorumlulukların ve rollerin ağırlığı ile ilgili bir durumdur. Şöyle ki;         (Bu kısım ağırlıklı olarak akademik bir makaleden alındı(1))

1) İslam hukukuna göre kadın, ekonomik olarak kendi geçimini sağlamakla yükümlü değildir. Kadının ekonomik sorumluluğu evlenmeden önce babasına veya erkek kardeşlerine, evlendikten sonra ise kocasına aittir.

2) Kadın evlendiğinde kendisinin veya diğer aile fertlerinin geçiminden sorumlu değildir. Erkek ise hem kendisinin, hem eşinin, hem de çocuklarının geçimini sağlamakla yükümlüdür.

3) Evlenirken erkek kadına mehir vermekle yükümlüdür. Kadının ise böyle bir sorumluluğu yoktur(1)

Görüldüğü gibi ekonomik olarak yuvayı kurma ve geçimini sağlama külfetini İslam erkeğe yükler. Kadınları ise bu külfetten muaf tutarak omuzlarındaki annelik ve çocuk yetiştirme yükünü daha da artırmaz. Bu durumda evin dış işleri idaresi erkeğe verilirken iç işlerindeki idare ise kadına verilir. Bu durum her iki cinsiyetinde tabiatlarına daha kolay gelir. Erkek kadına evlenirken mehir verir(2) ve bakımını üstlenir, oysa kız çocukları İslam hukukunda mehir aldığı gibi kendi geçimini de kocasının üstüne bırakır. Bu yüzden evin idaresi için paraya ihtiyacı olan erkek cinsiyetine mirastan daha çok pay ayrılması adalettir.

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere İslam miras hukukunda, erkek çocuğunun mirastaki payının kız çocuğunun payının iki misli olmasının temel gerekçesi; ontolojik olarak yaratılış ve cinsiyete dayalı İslam’da kadına (kız çocuğuna) verilen “değer” ile ilgili değildir. Aksine, İslam’ın öngörmüş olduğu aile ve toplum yapısında, erkeğin ve kadının üstlenmiş olduğu rol ve mali yükümlülüklerle, yani “sosyo-ekonomik yapı/olgu” ile ilgili reel gerçekliklerdir.(1, 3)

Nitekim İslam’ı seçen Fransız düşünür Roger Garaudy (1913-2012) Kur’ân’da erkek çocuğunun payının kız çocuğunun payının iki misli olması ile ilgili şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “İslam toplumunda, ailenin ve anne babanın bakımı ile ilgili bütün yükümlülüklerin ve bugün adına “sosyal güvenlik” dediğimiz bütün hususların, kocanın omuzlarına bindirilmiş olduğu dikkate alındığında, mirasta erkek çocuğunun payının, kızınkinin iki katı olması gerekir.(1, 4)

Peki Kuran insanların sosyal yapısına uygun ve tam adaletli bu hükmü verirken Dünya’da kadına mirasa nasıl bakılıyordu? Miras ile ilgili kısımlar bir yüksek lisans tezinden sağlandı(5)

Dünya’nın çoğu yerinde kız çocuğuna miras hakkı yoktu.

Eski Yunan’da: Kız çocuklarına miras hakkı yoktu. Daha sonra erkek hısım yoksa kadınların da mirasçı olmalarına karar verildi.(6) Nihayet yeni bir düşünce oluştu ve kız ve kadınların mirastan mahrum kalmaları karşısında, evlenirken kızlara bir meblağ verilmesi adet haline geldi.(6)

Yahudilerde: Kız çocuğu erkek kardeşiyle beraber bulunursa mirasçı olamaz. Sadece kız çocuğu on iki yaşına girinceye kadar erkek kardeşi ona bakmakla mükelleftir. Artık bundan sonra kıza bir şey verilmez.(7) Ayrıca kadın kocasına mirasçı olamaz.(8)

İngilizlerde: Erkekler aynı derecedeki kadınlardan önce gelir(9)

Roma’da: Karı veya koca arasında, akrabalık bağı olmadığından birbirlerine mirasçı olamazlar.(7)

İslamiyetten önce Araplarda: Şartları taşıyan oğul veya oğlunun oğlu mirasçı olur. Bu ikisi yoksa miras babaya, sonra dedeye intikal eder. Eğer bunlar da yoksa sırayla kardeş veya çocuklarına, amca veya çocuklarına intikal eder. Böylece şartları taşıyan erkek akrabalar mirasçı olurlar.(6) Kısaca kız çocuğuna hiç miras verilmezdi, eğer oğul yoksa bunun yerine diğer erkek akrabalara aktarılırdı.

Türkler’de: Babanın oturduğu ev (ocak) ile arazi en küçük oğula intikal ederdi. Buna karşılık o, öz anasına ve üvey analarına bakar, evlenmemiş kız kardeşlerini yetiştirir, çeyizlerini temin eder.(10)

Türkler’in uygulamasına baktığımızda İslam’daki gibi ev geçindirme sorumluluğu erkeğin üzerine bıraktığı, kızların bakımını ve çeyizini ona yüklediğini ve buna karşılık babanın evini ve arazisini üzerine aldığı görülüyor. Fakat kızlara da mirastan pay verilirdi.

Sonuç olarak; İslam miras taksiminde herhangi bir cinsiyeti kayırmaz, sadece toplumdaki sosyal görevlerine göre bir taksim yapar. İslam kız çocuğuna mirastan pay verdiği zaman ise ne Araplar’da ne de Dünyanın çoğu yerinde kız çocuğunun mirastan pay alması mümkün değildi.

İkinci bir iddia olarak; Kuran, kadın erkek eşitliği sağlamıyormuş.

Bu soru şunun bilinmemesinden kaynaklanan bir sorudur ki, eşitlik demek adalet demek değildir. Bu durumda aranması gereken özellik ise eşitlik değil adalettir. Örneğin eşitlik olsun diye kızınız ve oğlunuzdan her ikisine de oyuncak araba veya oyuncak bebek alır mıydınız? Birinin fıtratı araba ister diğerinin ki bebek ister. Veya özel arabanızı tarla sürmekte kullanmak istemeyeceğiniz gibi, traktörle de işe gidip gelmek istemezsiniz herhalde.  Her birinin yaratılışı, işlevleri, görevleri ve kendisinden beklenilenler ayrıdır. Ne arabanız traktörün yerini tutabilir ne de traktör arabanın yerini. Bu bir örnekti. Asıl konumuz ise ne kadın erkeğin yerini tutabilir ne de erkek kadının.

Kadın ve erkeği bir yarışa sokmak, boy ölçüştürmek, eşitlik kurmaya çalışmak kimin işine gelir? Kadınların mı? Hayır hiçte öyle değil. Ancak ve ancak her ikisinin de asli görev ve sorumluluklarını unutturup birbirleri ile karşı karşıya gelmesini isteyenler ve böylece toplumsal aile yapısının bozulmasını ve kadınların evinin kraliçesi olmasını değil de magazin dergilerinin kapak kızları olmasını, böylece toplumda sınırsız hayvani hevesler peşinde, karmaşık bir ilişkiler yumağı oluşmasını bekleyen kişiler ister. Evet, feminizm denilen ve kalp ile beyni kıyaslar gibi erkekle kadını kıyaslayan ve bu sayede kadınları yuvalardan koparıp savunmasız bırakmaya ve yutmaya çalışan akım, bozguncu insanlar tarafından desteklenmekte ve sanki kadınların yanındaymış ta, kadınların iyiliğini istiyormuş kılığına bürünmektedir. Oysa son zamanlarda bu oyunun başarıya ulaşması ile birlikte gördük ki kadın ve erkeğin kıyaslanmasının, birbirine eşitlenmesinin faturası huzursuz evlilikler, boşanmalar, dost hayatı yaşamalar, uygunsuz çok partnerli ilişkiler, erkek tavırları takınan kızların yetişmesi, kızları düşürüp hayatlarını mahvetmeyi marifet sayan erkeklerin yetişmesi olmuştur.

Yani dediklerine göre Kuran kadının iyiliğini istemiyormuş ta, kadını cinsel köle ve meta haline çevirmek isteyen, kadına güzelliği ve gençliği kadar kıymet veren, güzelliği gidince yüzüne kimsenin bakmadığı acınacak bir hale düşüren bu bozuk feminizm kadına değer veriyormuş, kadın-erkek eşitliği demesi aslında kadını yüceltmek içinmiş. Külliyen yalan. Onlarınki kadına değer vermek değil kendi arzularına değer vermek,  kadının ebedi kalıcı ruhuna değil bedenine değer vermek, tasaları ise kadını yüceltmek değil kadının oyuncak bir meta olmasını engellemek isteyen İslamı bitirerek kadının özünü çalmak ve onu mutsuz etmektir.

Sözün özü kadın ve erkek birbirine kıyaslanmaz, biri kalptir ve biri ise beyindir. Kalbin de beynin de görevleri ayrıdır. Birisi birisinden önemlidir diyemeyiz. İkisi de kendi görev ve sorumluluklarını bilerek kendisini öteki ile kıyaslamadan ahenk içinde yaşamaya devam ederse fıtrat korunmuş olur ve huzur sağlanır. Yok, eğer “erkek şunu yapıyorsa sende yapabilirsin” tuzağına kadın çekilirse kadınlar kapitalizm ve ateizm dünyalarında bedenleri için çalıştırılan köleler olmaktan kurtulamayacaklar ve ailede bulacakları sıcaklığı, huzuru ve neşeyi dışarıda asla bulamayacaklardır.

KAYNAKLAR

  1. Yılmaz İ. İslam Hukukunda Kız Çocuğunun Mirastaki Payının Cinsiyet İle Temellendirilmesine Analitik Bir Bakış. Cumhuriyet İlahiyat Dergisi. 2018;22(1):347-76.
  2. M. Akif Aydın M, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 28 (Ankara: TDV Yayınları, 2003), 389-391.
  3. Elmalılı HDKD, 2: 1302-1304.
  4. Roger Garaudy İvİG, trc. Cemal Aydın (İstanbul: Pınar Yayınları, 1991), 143.
  5. ARSLAN H. iSLAM MiRAS HUKUKUNDA TEREKE TAKSiMiNDE GÖZETiLEN MASLAHATLAR. FIRAT ÜNİVERSİTESİ. 2009.
  6. Cübûri E-YAHlMf-Şl-İ, Darü’n-Nezir, Bağdat,1969, 1. Baskı, s. 11.
  7. Şaban Z-G, Ahmed; Ahkamu’l-Vasiyye ve’l-Miras ve’l Vakf fi’s-Şeriati’l-Đslamiyye, Mektebetü’l-Felah, Kuveyt, 1989, 2. Baskı, s. 218.
  8. Celidi SbM, Ahkamul-Miras vel-Vasiyye fiş-Şeriati’l-islamiyye, Külliyetu’dDaveti’l-islamiyye, Trablus, Trs, s. 13.
  9. Düreyyan AFF-M, Darun-Nehdatil-Arabiyye, Beyrut, 2006, 1. Baskı.
  10. Mahmut Esad S, Tarih-i ilm-i Hukuk, Matbaa-i Amire, istanbul, 1331, s.121.

Bu ifade bakara 282 ayetinde geçer. Ayette borçlanma hukuku anlatılır ve borcun yazılması ve şahitler getirilmesi anlatılır. Ayet uzun olduğundan konumuzla ilgili kısımlarına bakalım:

Bakara 282: “…Eğer borçlu aklı ermez, aciz veya kendi söyleyip yazdıramayacak durumda birisi ise, velisi, tam bir şekilde yazdırsın. Erkeklerinizden de iki tanık tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, o zaman razı olacağınız tanıklardan bir erkek ve biri şaşırdığında diğeri ona hatırlatacak iki kadın tanık tutun. Tanıklar, çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar…”

Ticarete mahsus ayet

Öncelikle ayet ticarete mahsus bir ayet, çünkü “razı olacağınız tanıklar” ile sözleşmenin yazılması isteniyor. Suç işleme gibi adli vakalarda her iki tarafın da razı olacağı tanıklar aranmaz, onun için ayetin ticarete mahsus bir hüküm olduğu açık. Ayetin adli vakalardaki görgü tanıklığı gibi bütün durumlar için uygulanması istenmiyor.

İkinci olarak kadınların ticaret yapmasında hiçbir mahsur yokken ve hatta peygamberin eşi Hz. Hatice bir tüccar iken, ticarette şahitlik meselesine gelince öncelikle erkeklerin şahit olması isteniyor. Şahitlik sorumluluğunun altına kadınların öncelikli olarak sokulması istenmiyor. İki erkeğin bulunmadığı durumda ise bir erkeğin ve iki kadının olabileceği belirtiliyor.

Kadının şahitliği Pozitif ayrımcılık mı Negatif ayrımcılık mı?

Peki bu kötü bir şey mi? Yani kadınlar için bunu pozitif bir ayrımcılık olarak mı saymamız gerekiyor, yoksa negatif bir ayrımcılık mı? Cevabı açık değil mi? Evet şahitlik belalı bir durumdur, kaçınılan bir durumdur, hatta onun için ayette diyor ki tanıklar çağrıldıkları zaman kaçmasınlar. Çünkü eğer sözleşme de problem çıkmışsa iş husumete bozulmuşsa oklar şahitlerin üzerine çevrilir çoğu zaman. Bu yüzden erkekler için de bir sorundur ve kimseyi rahatsız etmemek için şahitlikten kaçmak isteyebilirler, ayet bu yüzden diyor ki çağrıldığınız zaman kaçmayın. İşte Kuran, böyle istenmeyen bir durumdan kadını muaf tutmak ve erkeklerin halledebilecekleri bir iş haline dönüştürmek istiyor.

Birbirine destek olan iki kadın kolay kolay töhmet altında bırakılamaz

Fakat adaletin gerçekleşmesi için eğer bu sorumluluğun altına girecek yeterli erkek yoksa birbirine destek olacak iki kadın konulmasını istiyor. Çünkü birbirine destek olan iki kadın güçlüdür. Muarızların taarruzunu keser. Çünkü tek kişi değil iki kişi şahitlik ederek birbirine destek verir, bunların yanılması ise daha zordur. Tek kişi olursa memnun olmayan taraf onun yanlış hatırladığını veya olayı çarpıttığını düşünebilir, fakat iki kadın için bunu diyemez. Bunun için kadın ticaret yapmakta özgür iken şahitlik belasına bulaştırılmak istenmiyor. Fakat zorunlu durum olursa birbirine destek olacak iki kadın olması isteniyor. Şaşırıp yanıldıklarında başlarına gelecek mobbing durumunun engellenmesi için birbirlerini düzeltip doğrulayan iki kadınlık bir şahitlikle elleri güçlendiriliyor.

Kadının hafızası zayıf değil, maksat kadına iki katlı zırh sağlamak

Klasik yorumlarda kadının hata yapma olasılığının daha fazla olduğu şeklinde açıklanmaya çalışılır, fakat hayır buradaki durum kadının daha fazla hata yapabilmesinden dolayı değildir. Kadın hafıza olarak erkekten geri değildir fakat buradaki durum kadını iki kat bir koruma altına almaktır. Yani ayet bize diyor ki kadını şahitlik işine bulaştırmayın, iki erkek şahitle bu sorumluluğu erkeklere yükleyin, fakat adaletin sağlanması için kadınların bu yükün altına girmesi kaçınılmaz ise biri diğerini destekleyecek ikinci bir kadınla kadını destekleyin ve böylelikle elleri güçlenecek iki kadın olsun.

Kuran günümüz tabiriyle belki de ilk kadın dayanışması hukukunu oluşturmuştur. Kuran burada da diğer ayetlerde olduğu gibi kadını koruma yoluna gitmiştir. Fakat görmek istediğiniz manzara ateistler gibi ise olaylara hep yanlış açıdan bakıp bir sürü gerçeği gözden kaçırabilirsiniz.

Kimler neden çarpıtıyor?

Şimdi soruyu tekrar soralım, bu durum yani kadınların şahitliği, kadın için pozitif ayrıcalık mıdır, yoksa negatif ayrıcalık mıdır? Bazı ateistlerin her zaman yaptıkları gibi olayları çarpıtıp dramatize etmelerinde haklılar mıdır? Acaba bu gerçekleri anlayamıyorlar mı yoksa biliyorlar da olaylara farklı yönlerden baktırıp bazı yönlerin gözden kaçmasını mı sağlıyorlar?

Kuran’ın emirleri ön yargılardan sıyrılıp insanın yaratılış fıtratına uygun olarak incelendiğinde görülecektir ki, en iyi sistem Kuran tarafından tarif edilmiştir. Kuran’ın aksine giden hiçbir uygulama insana huzur getirmeyecektir ve toplumun huzurunu değil bir kısım elitlerin dünyalarının imar edilmesini amaçlamakta ve insanları Allah’ın kanunları olan Kuran’a karşı şeytani planlarla kışkırtmaktadırlar.

Enam 92: “Bu, şehirlerin anası ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendisinden öncekileri doğrulayan kutlu bir Kitap’tır. Ahirete iman edenler, buna da iman ederler. Ve onlar salatlarını korurlar.”

Cevap:

Bu ayetlerde şehirlerin anası ve çevresini uyarmasından bahsetmesi Mekke ve çevresinden tebliğin başladığını gösterir ama diğer insanların İslam’a uymayacağı manası çıkarılmaz. Kuran’da genel bir kuralı özelleştirip dikkati bir noktaya toplayan ama genel kuralı iptal etmeyen ayetler vardır.

Örneğin;

Neml 91: “Ben, ancak bu şehrin Rabbine ibadet etmekle emrolundum ki, O, bu şehri kutlu ve dokunulmaz (haram) kıldı. Her şey O’nundur. Ve müslümanlardan olmakla emrolundum.”

Bu ayette Mekke’nin haram şehir yani dokunulması yasak özel bir şehir olduğu bildirilir. Dikkat ettiniz mi, ayette bu şehrin yani Mekke’nin Rabbine diyor. Şimdi sadece bu ayeti cımbızlar alırsanız Allah sanki sadece Mekke’nin Rabbi imiş algısı uyandırabilirsiniz. Oysa ki Fatiha’nın ilk ayetinde ve daha birçok ayette Allah’ın âlemlerin Rabbi olduğu söyleniyor. Başka ayetlerde göklerin yerin ve ikisi arasındaki herşeyin Rabbi olduğu söyleniyor.

Fatiha 1: “Alemlerin Rabbine hamd olsun”

Nebe 37: “Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi Rahman olan (Allah); O’na hitap etmeye güç yetiremezler.”

Zuhruf 82: “Göklerin ve yerin Rabbi, Arş’ın da Rabbi olan Allah, onların nitelendirmelerinden uzaktır.”

Görüldüğü gibi Allah bir ayette kendini Mekke’nin Rabbi olarak tarif ederken, sadece Mekke’nin Rabbi olduğundan dolayı değil, orada mutlak Rab’liği içinde Mekke’nin Rabbi olduğunu özel olarak vurgulayarak ilk muhatapların dikkatini çekiyor.

Aynı durum Hz. Muhammed’in peygamberliğinde de görülüyor. Yukarıdaki ayetlerde “Şehirlerin anası ve çevresindekileri uyar” emrinin yanında başka ayetlerde Hz. Muhammed’in tüm insanlığa gönderildiği ifade ediliyor:

Sebe 28: “Biz, seni bütün insanlığa yalnızca müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ne var ki insanların çoğu bu gerçeği anlamıyorlar.”

Tekvir 27: “O (Kur’an), âlemler için yalnızca bir zikirdir;”

Enbiya 107: “Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik.”

Araf 158: “De ki: ‘Ey insanlar, ben Allah’ın hepinize gönderdiği bir elçisiyim. Göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmi peygamber olan elçisine iman edin. O da Allah’a ve O’nun sözlerine inanmaktadır. Ona iman edin ki hidayete ermiş olursunuz.”

Yukarıdaki ayetler ise büyük tabloyu gözler önüne getiriyor ki Allah’ın son nebisinin tüm insanlık için bir elçi olduğu görülüyor. Son nebi kavramı Ahzab 40’ta geçer.

Başka ayetlerde Kuran’ın Yahudi ve Hristiyanlar için de gönderildiğini belirtir:

Maide 19: “Ey Kitap Ehli! Rasullerin arasının kesildiği bir dönemde, “Bize herhangi bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.” demeyesiniz diye, işte size açıklayıcı, müjdeleyici ve uyarıcı olarak Rasul’ümüz geldi. Allah, Her Şeye Gücü Yeten’dir.”

Maide 83-84: “Resûle indirilen (Kur’ân)’ı dinledikleri zaman tanıdıkları gerçekten dolayı, gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki; Rab’bimizin bizi iyiler arasına katmasını umarken, neden Allah’a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?”

Kasas 52-53: “Bu Kur’ân’dan önce kendilerine kitap verdiklerimiz buna inanırlar. Onlara Kur’ân okunduğu zaman ‘O’na inandık. O Rab’bimizden gelen gerçektir. Zaten biz ondan önce de Müslümanlar idik’ derler.”

Neml 76: “Gerçek şu ki, bu Kur’an, İsrailoğullarına hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin bir çoğunu aktarıp anlatıyor.”

Allah’ın değerli elçisi sağlığında da bunu uygulamalarıyla göstermiş, Mısır kralına, İran kralına ve Bizans kralına mektuplar göndererek onları İslam’a davet etmiştir.

Şu da ek olsun: İncilin ve Tevrat’ın bazı ayetlerinde o kadar değişikliğe rağmen hâlâ insanlık için gelecek olan bir kişi müjdelenmektedir ki bunun Hz. Muhammed olduğu gören gözlere zaten açıktır. Bu kitaplarda Allah, Tevrat’a ve İncil’e uyan kavimleri son kurtarıcı ile müjdeler:

Yuhanna, Bâb 14, Âyet: 15-16: Hz. İsa dedi; “Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutun. Ben de Rab’den dileyeceğim ve O size başka bir Faraklit (gerçeğin ayıklayıcısı, gerçeğin ruhu) verecektir; ta ki, daima (kıyamete kadar, sonsuza kadar) sizinle beraber olsun”

Tevrât’ın Beşinci Kitap Otuz Üçüncü Bâb: “Rab Sina’dan geldi, Seir’den (Filistin Dağları) doğdu, Paran Dağlarından parladı”

ayetinde Tur dağı ile Musa a.s.’ın kast edildiği açık ve Musa a.s.’dan sonra Allah’ın adını Dünya’ya duyuracak iki büyük peygamberin daha parlayacağı anlaşılıyor. Burada paran dağları denilmiş, Mekke’nin eski ismi ise Faran’dır ve Tevrat’ta Hz. İsmail’in Paran çöllerinde oturduğu bildirilir ki bildiğimiz gibi Hz. İsmail Mekke’de oturmuştu. Bu ayetler Tevrat’ta ve İncil’de son kurtarıcıyı müjdeleyen günümüze kadar birkaç ayet te olsa kaldığını gösteriyor.

Neyse bu bilgiler ek olarak verildi. Asıl konumuz Hz. Muhammed’in tüm insanlığa gönderilmesidir. Ayetlere göre Allah nasıl ki bir ayette kendisini Mekke’nin Rabbi diye tanıtmışsa Hz. Muhammed’in de Mekkelileri uyarma görevinden bahsetmiştir ama bu özel sıfatlar geneli bozmaz. Allah diğer ayetlerinde kendisini Âlemlerin Rabbi ve Hz. Muhammed’i de tüm insanlığa gönderilmiş elçi olarak tanıtır.

Kuran’da birkaç ayet Peygamberin hayatıyla ilgili emirler vermektedir. Kuran’da altı bin küsur ayet varken iki elin parmağını geçmeyecek sayıda olan bu ayetlerde Peygambere kültürel olarak sahip olmadığı bir hak vermez, tersine Peygamberin evlenebileceği kişileri kısıtlar. Buna rağmen bazı ateistler bu ayetleri tam tersi istikamete çekiyorlar ve “kutsal kitaplar sadece bir kanun kitabı olmalı” Peygambere özel emirler vermemeli diyorlar.

Öncelikle ateistlerin kafalarındaki kutsal kitap algısının doğrusunu öğreterek başlamak gerekiyor. Şöyle ki; Kuran, emirlerini ve kurallarını madde madde açıklayan bildiğiniz türden bir kanun kitabı değildir. Oysa ateistlerin yanlışı, bir anayasa kitabı gibi Kuran’ın da “Madde 1” deyip Müslümanların uyması gereken kuralları sıralamalıymış gibi beklemeleridir. Tarihteki bilinen ilk yazılı kanunlar olan Hammurabi kanunlarına baktığımızda günümüz kanun kitapları gibi uyulması gereken kuralları madde madde açıklar. Oysa kutsal kitapların yazılış biçimi böyle değildir, birkaç sebepten dolayı olmamalıdır da.

Çünkü Kuran sadece basit bir kanun kitabı değildir;

Kuran aynı zamanda I) öğüt kitabıdır (Nur 34, Yunus 57),… II) yol göstericidir (Ali İmran-138),… III) kanıt kitabıdır (Nisa 174),… IV) bir uyarıcıdır(EN’ÂM 19),… V) bir adalet kitabıdır (Enam 115),… VI) bir müjde kitabıdır (Neml 3),… VII), bir korkutma kitabıdır (Yasin 70),… VIII) gerçekleri örneklerle açıklayan bir temsil kitabıdır (Kehf 54, Rum 58),… IX) gayba ait bilmediklerinizi haber veren bir ilim kitabıdır (Bakara, 120),… X) bir Zikir (anma) kitabıdır (Taha 3), XI) dua kitabıdır (Araf 55) ve XII) tefekkür kitabıdır (Muhammed 24).

Kısaca Kuran sizin bildiğiniz türden sadece bir kanun kitabı değildir ki Hammurabi kanunlarına veya anayasamıza benzer şekilde gelsin. Kuran, neden madde madde emirler sıralamak yerine insanların yaşadıklarından bahseder ve örnekler verir diyemezsiniz. Kuran çok yönlüdür. Onlarca ayette kendini takva sahipleri için bir öğüt olarak tanıtır. İnsanlara kolaylık olsun diye çoğu zaman keskin sınırlar ve hükümler koymaz. Kuran’ın evrenselliği oradadır ki yaşanmış olaylar üzerinden her şeyin doğrusunu anlatarak her asrın kendisine Kuran’dan bir öğüt almasını, bir ders çıkarmasını ve benzer durumlar için sonuç çıkarmasını sağlar. Kıyametten haber verirken kıyamete kadar geçerli olduğunu anlatır. Bu açıdan yaşanmış olaylar üzerinden Allah’ın maksadını ve işin doğrusunu haber verip hem ilk Müslümanların akıllarına takılanları çözen hem de sonraki Müslümanlara ders çıkarmaları için öğüt olan Kuran, birkaç ayette ise Elçiye emir vermesi veya Elçi hakkında Müslümanları uyarması şaşılacak bir şey değildir ve olması gereklidir de.

AHZAB 50: “Ey Peygamber, gerçekten biz sana ücretlerini (mehirlerini) verdiğin eşlerini ve Allah’ın sana ganimet olarak verdikleri (savaş esirleri)nden sağ elinin malik olduğu (cariyeler) ile seninle birlikte hicret eden amcanın kızlarını, halanın kızlarını, dayının kızlarını ve teyzenin kızlarını helal kıldık; bir de, kendisini peygambere hibe eden ve peygamberin kendisini nikahlamak istediği mü’min bir kadını da, -mü’minler için olmaksızın yalnızca sana has olmak üzere- (senin için helal kıldık). Biz, kendi eşleri ve sağ ellerinin malik olduğu (cariyeleri) konusunda onlar (mü’minler) üzerine neyi farz kıldığımızı bildik (size bildirdik). Böylelikle senin için hiç bir güçlük olmasın. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”

Ahzab 50’de Peygamberin kimle evlenebileceği neden anlatılmıştır diyorlar. Fakat bu ayette Peygambere ve Müslümanlara sahip olmadıkları yeni bir hak gelmemiş, tam tersine hak sınırlandırılmasına gidildiğini göremiyorlar mı? Yani Peygamber de diğer insanlar gibi zaten istediği kişi ile evlenme hakkı doğal olarak varken bu ayet geliyor ve ancak şunlarla şunlarla evlenebilirsin deyip seçeneğini daraltıyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi Hz. Muhammed, İslam için sıradan herhangi bir kişi değildir. Allah, kendi Resulünü hata yaptığında birkaç ayetinde eleştirdiği gibi, bazı ayetlerinde de bilerek hata yapması halinde çok ağır cezalara çarptıracağıyla uyarır. Çünkü O’nun hayatı artık kendine ait değildir ve İslam’ın ağır sorumluluğunu kabullenerek omuzuna almıştır. Bu yüzden yapabileceği evlilikleri de Allah’ın, Kuran’da açıklayarak akıllardan soru işaretlerini kaldırması elbette ki gereklidir. Peygamber, sıradan bir kişi olmayıp hareketleri sınırlandırıldığı gibi Peygamberin hanımları da İslam’ı temsil ettiğinden dolayı Kuran, onlar için de sıradan biri değilsiniz der (Ahzab 32) ve onlara özel olmak üzere de birkaç emir ve sınırlamalar getirir (Ahzab 33). Ahzab 50 ayetinde ise herkesin sahip olduğu “istediği kişi ile evlenme hakkı” Peygamber’e mahsus olmak üzere sınırlandırılmıştır. Yani Peygamberin evlenebileceği kişiler ancak bunlar arasından olabilir denerek, 53. ayette ise bunların dışında başka bir kadını istesen bile sana helal değil diyerek herkese helal olan evlilikler Peygamber için sınırlandırılmıştır. Yani bu ayetler ateistlerin kullanabileceği ayetler değil tam tersine onları çürüten ayetler olduğu halde gerçeği çarpıtmakta bu kadar pişkinlik olmaz doğrusu.

Bu ayette geçen “mü’minler için olmaksızın yalnızca sana has olmak üzere” ifadesi müfessirler tarafından hep en sondaki cümleyi açıklıyor diye düşünülmüş. Yani bir kadın mehirsiz olarak nikah yapmak isterse bu sana mahsus olarak helaldir gibi yorumlanmış. Oysa dinimizde zaten diğer müminler için de geçerli bir durum bu. Yani kadın isterse mehirden vaz geçip nikah yapabilir. Demek ki burada ayet hakkında bir yanlış anlaşılma var. Yanlış anlaşılma şu ki “mü’minler için olmaksızın yalnızca sana has olmak üzere” ifadesi sadece o son cümle için değil ondan önceki Peygamberin evlenebileceği kişileri tarif eden tüm ayetlere aittir. Yani Allah, Peygamberinin evlenebileceği kişileri sınırlarken bu kuralların diğer müslümanlar tarafından görev olarak bilinmemesini çünkü bu emirlerin sadece Peygambere mahsus olduğunu söylemiştir. Fakat ilk müfessirler sadece sondaki ifade ile sınırlandırdığından dolayı bu yanlış anlayış devam etmiştir. Delilini ortaya koyduğumuz gibi, mehirini hibe edip bağışlama zaten diğer müslümanlar için de geçerlidir. Öyleyse “mü’minler için olmaksızın yalnızca sana has olmak üzere” ifadesi sadece bu son kuralı değil, diğer tüm kuralların Peygambere has sınırlandırmalar olduğunu anlatmak içindir. Yani diğer müslümanlara bu sınırlandırmaların hiçbiri geçerli değildir. Yani diğer müslümanlara bu sınırlandırmaların hiçbiri geçerli değildir. Onlar istediği kişiyle istediği şekilde evlilik yapabilir. Onlar için sadece sayı sınırlaması vardır. Diğer bir konu da burada nikahsız bir ilişkinin var olduğunu iddia eden ateistler var. O ayette “yestenkihaha” yani Peygamber nikahlamak isterse kelimesi geçer. Yani nikahsız bir evlilik durumu sadece ateistlerin bir çarpıtmasıdır.

Ayette geçen ganimet olarak verilen sağ elinin malik oldukları konusu: Ez Zadul Mesir tefsirinde bu kadınların Safiye ve Cüveyriye olduğunu açıklar; çünkü o ikisini azat edip onlarla evlenmişti diye ekler. Evet Peygamberimizin savaşlardan direk cariye alması durumu yoktur. Bu iki hanımı ise önce azat edip sonra mehirlerini vererek hür bir kadın olarak evlenmiştir. Bu iki hanım da yahudi reislerinin kızları olup, Peygamberimiz, onlarla evlenerek yahudilerle evlilikten doğan bir akrabalık oluşturmuş ve böylece yumuşamalarını sağlamış oldu, ayrıca bu savaş esiri hanımların sıradan bir eve verilmesi yerine yine bir devlet reisi ile evlenip üst konumlarını müslümanlar arasında da korunması sağlandı.

AHZAB 51:

Ahzab 51: “Zevcelerinden dilediğini boşarsın, dilediğini tutarsın. (Boşayıp) ayırdığını da tekrar yanında tutmak istersen, bundan sana bir günah yoktur. Onların gözleri aydın olup kederlenmemelerine ve kendilerine verdiğin şeylerle hepsinin hoşnud olmalarına en elverişli budur.”

Bu ayette ise Peygambere “Dilediğini boşayabilir ve dilediğini tutabilirsin” izni geldiğinden dolayı bazı ateistler en çok bu ayeti çarpıtırlar ve çok ukalaca “Kuran peygamberin yatak odasını düzenliyor” derler. Allah bu insanlara akıl izan versin. Bir insanın boşanmak veya hanımını yanında tutmak zaten doğal hakkı iken, Allah bunu peygambere neden izin veriyor diye düşünsünler bakalım. Çünkü Peygamber kafasına göre davranamaz, O zat İslam’ı temsil eden kişi olduğundan dolayı her işinin Allah tarafından belirlendiğini bizlere göstermek için gelmiştir bu ayetler. Yani bu ayet te Peygamber’e yeni bir hak getirmiyor, herkesin kullandığı doğal bir hak için Peygamber’e de izin veriliyor. Bu ayeti çarpıtıp Peygamber’in yatak odasına işi bağlayan mübalağacılara Allah akıl versin demek gerekiyor. Bu iznin nedenini de ayette açıklıyor. Onlar kederlenmesin memnun olsun diye diyor. Yani aranızda kalıcı bir tatsızlık olursa Peygamber hanımından ayrılamaz diye bir şey olmadığını, böyle birşeyin kadını da memnun etmeyeceğini ve Peygamberin onları da hoşnut etmeleri gerektiğini belirten bir ayet. Belirttiğim gibi bize bu ayetten, 1) Peygamberin başına buyruk olmadığı 2) Herkese helal olan bir mevzuda bile özel izne tabi olduğu 3) Erkeklerin hanımlarını hoşnud etmesinin Allah’ın muradı olduğunu 4) Eşlerinin memnuniyetsiz olma ihtimali olmasa nerede ise Peygambere eş boşama hakkının bile tanınmayacağını, herkes aklı ve izanı ölçüsünde bu ayetlerden çıkarır, eğer bu ayetlerden “Peygamber’in yatak odası sırasını düzenlemek için ayet gelmiş” deyip böyle mübalağalı ve kin dolu söylemler kurabiliyorsanız tarafsızlığınızı yitirmiş bir ateistsiniz demektir.

Çoğu Kuran tefsircisine göre ayeti ev sırası olarak anlayanlar olduğu gibi ayetin ev sırasıyla alakalı olmadığını boama ile alakalı olduğunu belirten ilk dönem müfessirleri vardır  (Bkz. Nesefi tefsiri, Kurtubi tefsiri, Ez zadul mesir tefsiri, Ebus suud tefsiri, Ed durrul mensur tefsiri, Taberi tefsiri, Ruhul beyan tefsiri, Elmalılı tefsiri). Fakat ayetin boşama ile alakalı olduğunun kanıtları var ve açıkça boşamadan bahsediyor. Çünkü ikinci cümlede diyor ki “ayırdığını da tekrar yanında tutmak istersen, bundan sana bir günah yoktur”. Oysa ki eğer boşanmamış olsa bir hanımının yanına bir müddet uğramayıp sonra uğramanın zaten bir günahı yok. Evine uğradı diye günahı olması anlamsız olurdu, çünkü hâlâ nikahları devam ediyor. Fakat ayet diyor ki ayırdığını tekrar yanına almanda sana günah yoktur. Demek ki ayet birinin sırasını geri bırakmakla alakalı değil, çünkü sırayı bırakmakla nikah düşmez ki geri döndüğünde günah olsun. Öyleyse ayet açıkça diyor ki boşadığın eşinl tekrar almak istersen diğer insanlar gibi sen de bunda serbestsin. Bu ayetten bir kere daha anlıyoruz ki Peygamberin evlenmesi ve boşanması da izne bağlı.

Kurtubi ilgili ayetin tefsirinde şöyle der: “İbn Abbâs (sahabenin en önemli Kuran müfessiri) ve başkaları da şöyle demektedir: Âyetin anlamı nikâhı altında bulunan hanımlardan dilediğini boşayabileceği, dilediğini de nikâhı altında tutmaya devam edebileceği şeklindedir.”

AHZAB 52: Bu ayette ise “Ey peygamber! Bunların dışında artık sana başka kadınlarla evlenmek helal olmaz” diyerek bu açıklananlardan başkasıyla evlenmek Peygambere haram kılınmıştır. Oysa bir insan çok eşliliğin normal olduğu bir toplumda hiç gerek yokken neden kendini kısıtlasın sorusu ateistlerin de cevap veremediği bir sorudur. Daha önceden birkaç yazıda açıkladığımız gibi, Peygamber 50 yaşına kadar tek eşli, 50-53 arasında istediği kadınla evlenebilecekken bekâr yaşamayı tercih etmiş, geri kalan bütün evlilikleri ise insan nefsinin durulduğu 53 yaşından sonra olmakta. İslam’ın en hızlı yayıldığı bu Peygamberin ihtiyarlığı yıllarında siyasi evliliklerin siyasi kabul gibi keyfi olmayan amaçlar doğrultusunda yapıldığı ortada. Zaten ilk evlendiği kadınların dördünün 50 ve 60 yaş üzeri çok çocuklu dul hanımlar olmasından evliliklerin keyfi olmadığı anlaşılıyor. Sonra, ateistlerin sandığı gibi Hz. Peygamber keyfi için evlenecek olsa hür eşler almak yerine cariyeler alması daha mantıklı idi, çünkü cariyeler itiraz etmezdi, sorgulamazdı, sadece kadınlık yapabilirlerdi. Evet keyif için evlenen biri o zamanda bunu yapması gerekirdi. Buna herkesin gücü yetmediği halde, Hz. Peygamber’in gücü kolaylıkla yeterdi. Gelin görün ki Hz. Peygamber hayatında kendisine kadınlık yapan hiç cariyesi olmadı. Cariye olarak Mısır devlet başkanından hediye edilen Mariye azat edilmiş ve hür bir kadın olarak Peygamber eşleri arasına katılmıştır ve savaş esiri olup, Yahudi kabilelerine akraba olmak için evlendiği Hz. Safiye’yi bile önce azat edip sonra Mehir’ini vererek cariye olarak değil, hür bir kadın olarak nikâhlamıştır. Cennet hayatındaki bakire kadınlar övülürken Peygamber’in yaşlı ve dul kadınlarla evlenmesi de zaten apaçık bir kanıt ki Peygamber evliliklerini keyif için yapmamıştır. Öyle ise Hz. Peygamber birbirleriyle atışan ve kendisine sürekli zorluk çıkaran bu evlilikleri keyfi için yaptı diyenler büyük bir iftira ve düşmanlık hissi içinde gerçekleri görememektedirler.

AHZAB 53: Peşine gelen ayette “Yemeklerinizi yedikten sonra Resulün evinde çok beklemeyin dağılın (Ahzab 53) ifadesini de mübalağalı bir şekilde saptırıyorlar. Yukarıda açıkladığımız gibi Kuran’ı hep kanun açıklayan bir anayasa kitabı zannederseniz bu ayeti anlayamazsınız. Fakat Kuran yaşanan olaylar üzerinden Müslümanları eğittiği için burada Müslümanlara “ev sahibi söyleyemese de siz biraz düşünceli olun” diye ders vererek özellikle İslam’ın çekirdeği ve başöğretmeni olan elçisinin hem söyleyemediği bir sıkıntısını giderir hem de O’nun üzerinden her zaman ve herkes için geçerli olan bir ders verir. Böylece hem ağır vazifeler altına girmiş Resulünün vaktinin israf edilmesini önler, hem de bütün çağlarda gelecek insanlara karşıdaki insanın durumu için anlayışlı olmaya yöneltecek bir öğüt verir, nezaket kurallarına dikkat edilmesini öğretir. Bu ayette geçen Peygamberin hanımlarının neden başkasıyla evlenmesinin uygun olmadığının gerekçelerini web sitemdeki 140. yazıda ayrıntılı açıklamıştım. Yine Peygamber’in Hz. Zeynep ile olan evliliğini 22. Yazımda detaylı açıkladım. Bu konuda da abartılı ifadeler kullanan kişilere o yazımda kanıtlarıyla ve işin psikolojik boyutunu inceleyerek gerekli cevabı verdim. Sitemdeki 42. yazımda da Hz. Aişe’nin evlendiğinde yaşının 17 veya 18 olduğunu 20 kadar kanıt ile anlattım.

Kısaca, Kuran sadece bir kanun kitabı değildir çok yönlü kitaptır. Bazı ayetleri inanmayanlara karşı delil getirme amaçlıdır, bazı ayetleri ise delil getirme amaçlı değildir, inananlar içindir, ya öğüt verir, ya bir şeyin sebebini az ama öz bir cümle ile açıklar. Yani o ayetlerde imanım arttı veya artmadı diye beklenmez, çünkü kâfirlerin imana gelmesi için inmiş ayetler değildir. Peygamberin şahsına yönelik inen birkaç ayet ise, bu yönüyle elbette inanmayan insanlar için bir delil getirme ayeti değildir, fakat inanan insanlar için bir şeyin sebeb-i hikmetini anlatan ayetlerdir. Yani ancak iman edildikten sonra muhatap olabileceğiniz ve Allah’tan geldiğini garipsemeyeceğiniz ve hatta gerekliliğini kavrayabileceğiniz ayetlerdir. Bu açıdan ayetlerin muhatap kitlesine ve maksadına dikkat edilmelidir ve her ayette aynı muhataplara hitap etmesini ve aynı tür amaçları gütmesini beklemek hatalı bir yaklaşımdır. Ayrıca Peygamberin evlenebileceği kişileri kısıtlayan bu ayetleri “Muhammed’in cinsel yaşamı için ayet inmiş” diye mübalağalı şekilde sunanlar, yalancının önde gidenleridir, İslam’a olan hasetlerinden parmaklarını ısıran iftiracılardır. Eğer Kuran’ı hâlâ Hz. Muhammed yazdı diye iddia ediyorsanız; bana tarihte yaşamış şu özelliklere sahip ikinci bir kral veya güç sahibi adam gösterin bakalım: Kendi çıkardığı fermanla evlenebileceği kadınlara kısıtlama getiren, genç ve bakireler yerine yaşlı ve dul kadınlar alan, çok sayıda kadınlık yapabilecek cariye alabilecekken eşleri dışında dokunduğu bir kadın veya cariyesi olmayan, geceleri rahat etmek yerine sabahlara kadar ibadet eden, herşeyin en iyisini yiyebilecekken çoğu günlerini oruç tutmakla kendine zahmet verdiren, hasır üstünde yatan ve daha birçok özellik… Böyle sığ düşünceler insanı ateist edip tüm ebedi servetinin ve mutluluğunun kül olup rüzgârda uçmasına sebebiyet veriyor işte.

Evet farklı ayetlerde geçer ki, önceki peygamberler hep müslümanların ilki veya öncüsü olduğunu belirtmişler. Tabiki de bunu söyleyen peygamberler kendi kavimlerinin ilk ve öncü müslüman olanıdır ve ilk iman edenidirler. Kuran'da tüm peygamberlerin tek din getirdiğinden bahseder. Arapça karşılığı islam'dır, tabileri ise müslümanlardır. Zaten Kuran'da yahudilerin ve Hristiyanların da müslüman oldukları yazar (Kasas 53, Ali İmran 52). Peygamberlerde müslümanız diyorlardı ve kavimlerine örnek olmak için ilk olarak iman ettiklerini ve müslüman olduklarını belirtiyorlardı. Peygamberlerin müslümanların ilki oldum demesi kendi kavmi için söylenmiş sözdür.

Maide 38: “Hırsızlık yapan erkeğin ve kadının, her ikisinin de ellerini, Allah’tan caydırıcı bir ceza olarak kesin. Allah, Mutlak Üstün Olan’dır, En İyi Hüküm Veren’dir.”

İslam’da mal ve can varlığınızın güvenliği kutsaldır. Güvenlik ise bugün Dünya’da gelinen noktada en çok ihtiyaç duyduğumuz bir konudur. Arabalarımıza evlerimize alarmlar taktırıp, çocuklarımızın koluna GPS’li saatler takıyorsak, geceleri uyurken tüm kapılarımızı sıkı sıkı kapatıp yine de hırsızların şerrinden malımızı ve canımızı güvende hissedemiyorsak eğer, Dünya’daki yaşam kalitemizi çok azaltan en önemli olguların başında hırsızlığın geldiğini söyleyebiliriz.

Hırsızlık en önemli toplumsal sorunlardandır

Hırsızlığın mala ve cana verdiği zararlar hakkında Dünya çapında bir istatistik oluşturabilsek durumun aciliyeti ve sözde insancıl saydığımız kanunların hırsızlığı önlemekte hiç de etkili olmadığı ve insanoğlunun bu işe acil bir çözüm bulup güvenliğe kavuşması gerektiği daha iyi anlaşılacaktır. Oysaki hırsıza verdiğimiz hapis vb. cezalar hırsızlık için hiç de caydırıcı değildir.

Hümanizm maskesi gerçekçi çözümler sağlamıyor

Peki İslam’ın bu sert görünen “hırsızın elinin kesilmesi” emri sorunlarımıza çare olacak mı? Yani bu kadar sert bir önlem gerekir mi? Şartlar gösteriyor ki hırsızlık bitmezse topluma güvenlik hissi gelmeyecek ve uyguladığımız hiçbir ceza da hırsızlığın azalmasını sağlamıyor. O halde insanoğlu güvenlik hissi istiyorsa hümanist perdesi altında topluma zarar veren hırsızlıklara yol vermeyi bırakıp, bu suçu durdurma adına cezaları sert uygulamaya mecburdur.

El kesme cezasının uygulandığı ülkeler

O halde Kuran’ın emrettiği el kesme cezasının işe yarayıp yaramadığına bakmak gerekiyor. Bugün Suudi Arabistan, Nijerya’nın bazı bölgeleri ve İran’ın bazı bölgelerinde el kesme cezası tatbik ediliyor ve bu bölgelerde oturan halk ile görüştüğünüz zaman mallarının çalınma korkusu olmadan çok rahat ve güven içinde yaşadıklarını onlardan dinleyebilirsiniz.

El kesme ile alakalı önemli bir makale

Bu konuda ABD Houston devlet üniversitesinden Sam Souryal ve Dennis Potts tarafından 1994 tarihinde yapılan “İSLAMİ ADALETTE HIRSIZLIK İÇİN EL KESME CEZASI (THE PENALTY OF HAND AMPUTATION FOR THEFT IN ISLAMIC JUSTICE)” isimli makalede konuyu enine boyuna tartışmışlar ve sonuç bölümünde el kesme cezasının toplumu daha huzurlu yapma amacı taşıdığını, insanlığın en eski suçlarından olan hırsızlığı ortadan kaldırabileceğini vurgulamışlardır. Makale de Suudi Arabistan’da insanların hırsızlıktan korkuları olmadığını ifade eden farklı kişilerin sözlerine şu şekilde yer vermişlerdir:

“Sertlik, hepimizin kusursuz bir güvenlik ve sükunet içinde yaşamasını ve çalma eğiliminde olanların ellerini de sağlam tutmasını mümkün kıldı. Eskiden, bu bölgeler Fransız İmparatorluğu’ndaki Ceza Yasası tarafından yönetildiğinde, iki Kutsal şehir (Mekke ve Medine) arasında seyahat eden hacılar, güçlü bir eskort olmadıkları sürece, cüzdanları veya yaşamları için kendilerini güvende hissedemiyorlardı. Ancak bu ülke Suudi Krallığı olunca ve Kuran kanunu yürürlüğe girdiğinde, suç derhal ortadan kayboldu. Bir gezgin ya da bir yabancı, sadece Kutsal şehirler arasında değil, Körfez’deki Dahran’dan, Kızıldeniz’deki Cidde’ye kadar, özel arabasında tek başına çölde bin beş yüz kilometreden daha fazla bir mesafe boyunca seyahat edebilir oldu. Milyonlarca dolar değerinde olsa bile hayatı ya da mülkü hakkında herhangi bir korku ya da endişe duymaz.”

“İslam Hukukunun uygulandığı Suudi Arabistan Krallığında devletin parası bir kasabadan diğerine sıradan bir arabayla, eskort koruması olmadan, sadece araç sürücüsü ile aktarılır. Herhangi bir batı eyaletinde, başkentlerde bile, güçlü bir polis gücünün ve gerekli sayıda zırhlı otomobilin korunması olmadan hiç kimse bir bankadan diğerine para transfer etmeye hazır olamaz.”

“Sadece burada, İslam Hukukunun uygulandığı bu ülkede, on ülkeyi turlayan Amerikan Dışişleri Bakanı William Rogers ve partisi, özel uçaklar tarafından taşınan ve onlara eşlik eden zırhlı araçlarından vazgeçebildi. Ancak burada hükümet, ziyaretçi konuklarını kendi arabalarında dolaşmaya izin vermiyordu. Bay Rogers sadece burada kendisine atanan korumaları reddetti ve sadece bu krallıkta ve sadece bu krallıkta, kişinin artık bir korumaya ihtiyaç duymayacağı bir güvenlik hissine sahip olabileceğini söyleyerek pazarları dolaştı.”

“Batı ülkelerinin büyük başkentlerindeki insanların yaşamları veya mülkleri için hiçbir güvenlikleri yoktur, ancak hırsızlık Krallığımızda neredeyse bilinmemektedir. İki yıl önce, Paris’teyken, en büyük restoranlardan birinde bekletildiğimi hatırlıyorum. Champs Elysees yakınlarında, sersemlemiş ve hareketsiz duran yüzlerce müşterinin önünde, gangsterler tüm parayı almayı başardılar. Ertesi sabah tüm Paris gazeteleri haberi yayınladı.”

Ayrıca akademik bir değer taşımasa da Quora.com üzerinden el kesme cezasının tartışıldığı bir platform da bir kişinin şu sözleri de dikkatimi çekti ve paylaşmak istiyorum:

“Ceza, her türlü hırsızlığa uygulanmaz. Çalınan malların bir limiti vardır. Suudi Arabistan’ı biliyorum. Tüm paranızla ve mücevherlerinizle Suudi Arabistan sokaklarında yürüyebilirsiniz ve kimse sizi soymaya cesaret edemez. Ama aynı şey ABD’de olamaz. Bu yasa yüzünden.”

Ek olarak

İslam hukukunda her soygun cezalandırılmaz, kişi yargılanır, çok fakir olup yiyecek gibi önemli bir ihtiyaçtan soygun yapmışsa, devlet ona el uzatmamışsa, çaldığı mal belli bir miktarın altında ise vs. çok sayıda elemeden geçirilerek cezaya hükmedilir (Bkz. Zafer dergisi sayı 192).  Yine de en ufak bir şüphe varsa bu ceza uygulanmaz. Örneğin Hz. Ömer zamanında kıtlık çıktığı zaman bu hüküm geçici olarak uygulanmamıştır. Kur’an anayasadır, ana hükümleri verir ve farklı durumlar için oluşan detayları Peygamber ve müminler şura ile oluştururlar. Örneğin namaz ve oruç emri gibi.

Bu arada Suudi krallığını iyilikleriyle kötülükleriyle desteklediğim sanılmasın. İslam’ı tahrifsiz bir şekilde çok iyi anladıklarını düşünmüyorum. Kuran’da kadınlara sosyal hayatta bir kısıtlama getirilmemesine rağmen onların kadınları kısıtlamalarını yönetimsel ve kültürel bir olgu olarak görüyorum mesela. Bu makalede onlar üzerinden konuşmamızın nedeni Kuran’ın sert görünen bir emrini uygulamış olmaları ve toplumca emniyete kavuşmuş olmalarıdır.

Sonuç

Bazen vücudumuzdaki tümörleri gidermek ilaçla mümkün olmayıp ağrılı bir ameliyat gibi sert önlemler gerektirdiği gibi toplumdaki bazı tümör benzeri kötü alışkanlıklar da ancak sert cezalarla çözülebilir. Doktor vücudu açıp hastaya rahatsızlık vermeğe meraklı olmadığı gibi, Allah da hırsızların elinin kesilmesine meraklı değildir. Fakat bu gerekli ise Allah sahte hümanist maskeleri takmaz, sorunları hasıraltı etmez, kaçınılmaz çözümü insanlığa gösterir.

Allah dinini yeryüzünde kötülükler, zulümler, hırsızlıklar, yalanlar, aç gözlülükler, bencillikler kalksın ve insanların birbirlerinin haklarına saygılı olduğu bir düzen kurulsun diye gönderir. Eğer dinin emirlerini göndermezse insanoğlu haklının değil güçlünün kurallarının uygulandığı bir düzene doğru evrilmeye meyillidir. Allah’ın kanunları uygulandığı ölçüde bu engellenir ve güçlülerin değil haklıların Dünyası kurulmuş olur.

Allah dini gönderdiğinde, mevcut düzenlerinin bozulmasını istemeyen güçlüler sınıfı Allah’ın dinine direnç gösterecektir, çünkü yeni gelen Din güçlülerin ihtiraslarından kaynaklanan adaletsiz düzenleri yıkar ve onları rahatsız eder. Onlar reaksiyon gösterdi diye Allah da yeryüzünde insanlar arasındaki düzenden vaz geçecek değildir. Kullarına bu kötü insanlarla aşırıya kaçmadan hangi dilden anlıyorlarsa o dille mücadele etmelerini ve Allah’ın adaletli sisteminin yeryüzüne yayılmasını engelleyen tüm güçleri aşmalarını ister. Muhataplar diyalogdan anlarlarsa İslamiyet öncelikle diyalog ve barış emreder, muhataplar ancak savaş dilinden anlıyorlarsa İslamiyet savaşılmasını ve Allah’ın adil düzeni önündeki egoist engellerin kaldırılmasını ister. Yani savaş seçeneği İslamiyet’te hep en son seçenektir, Kuran’da öncelik Allah’ın dinini ve adaletini ve mutluluğunu yeryüzüne güzellikle yaymaktadır. Örneklerini yazının sonunda vereceğiz.

Kafa kesme

Soru: Kuran’da Muhammed 4 ayetinde savaşa ve kafa kesmeye mi teşvik var?

Cevap: Kuran, sizinle savaşmayanlarla savaş yapılmasını yasaklar. Savaşta da ancak size yapılan muameleyi karşı tarafa yapabileceğinizi yani kısas yapabileceğinizi ve aşırı gidemeyeceğinizi belirtir.

Muhammed 4: “(Savaşta) İnkar edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Ondan sonra artık ya lütfeder bırakır veya karşılığında fidye alırsınız. Harb, ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız)

Bu ayet bedir savaşı için indirildi ve bir harp durumundan söz ediliyor. Allah iki ordunun karşılaşmadığı durumlarda gidin inanmayanları veya düşmanlarınızı öldürün demiyor, öldürün dedikleri ise zaten sizi öldürmeye gelen askerler ve üstelik bu savaşı müslümanlar istememiş, onlar hep müslümanlara saldırmışlar. Empati yapın, milletimiz bir savaşa girince düşmanı denize dökmelerinden hâlâ gururlanmıyor muyuz? Savaşta öldürmeği Mustafa Kemal için kahramanlık, Muhammed Mustafa için vahşet olarak görüyorsanız burada bir tezat var ve algılarınızı çok iyi yönetmişler demektir. Zaten o ayette “Harb, ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız).” diyerek bu durumun savaşla sınırlı olduğu belirtmemiş mi?

Allah zulmün ve insan öldürmenin olmaması için kısas koymuştur. En adaletlisi de budur ve zulmü durdurur. Yukarıda boyunlarını vurun demesi de müşriklerin Müslümanlara bunu reva görüyor olmasındandır. Müşrikler baştan beri Müslümanları türlü akıl almaz işkencelerle öldürüyorlardı.

Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün

Tevbe 5: “Haram aylar sıyrılıp-bitince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip-tutun. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve zekâtı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.”

Bu ayetteki kimlerin ve neden öldürülmesi gerektiğini önceki ayetlerde açıklıyor. Kısaca Tevbe 1-3’te diyor ki siz barış antlaşması yaptınız ama onlar anlaşmayı bozdu, anlaşmayı bozup da sizleri öldürenlerle sizde savaşın, haram aylar çıkıncaya kadar 4 ay daha beklesinler sonra onlara savaş açın bulduğunuz yerde öldürün diyor, çünkü onlar anlaşmayı bozup müslümanlara saldırdı ve 4. ayette ekliyor ki fakat anlaşmasını bozmayanlar bunun dışındadır. Herşey açık değil mi? Rastladığınız bütün müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün diye birşey yok, anlaşmayı bozup size saldıranları siz de öldürün diyor, eğer ayet cımbızlayıp sadece beşinci ayeti alırsanız durumun tamamen zıttını gösterirsiniz tabii ki.

Hem devamında ise Tevbe 7’de “onlar size karşı dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın.” der. Görüldüğü gibi İslam’ı savaş dini göstermeye çalışanların kullandığı her iki ayette de size saldıranlar var ve sizden kendinizi meşru müdafaa yapmanız isteniyor. Meşru müdafaada bile aşırı gidilmemesi her şeyin kırılıp geçirilmemesi, masumların öldürülmemesi aşağıdaki ayetle isteniyor.

Meşru müdafaa

Bakara 190: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez.”

Meşru müdafaa dışında Kuran her zaman barışı ve iyi geçinmeyi emreder.

Mümtehine 8: “Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adalet yapanları sever.”

Yani size savaş açmayan insanlara iyilik ve adaletinizi göstermelisiniz. Peşindeki ayette ise:

Mümtehine 9: “Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost (veli) edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalimlerin ta kendileridir.”

diye belirterek sizinle savaşmayan müşriklerle dostluk ve iyi ilişkiler kurmanızı yasaklamadığını açıklar. Görüldüğü gibi Allah size saldırılıp sizi meşru müdafaa ve kısasa zorlamadıkları müddetçe hep barışı öğütlemiştir.

Yahudi ve Hristiyanlar (Ehl-i kitap) ise Peygamberle ilmi ve sözlü mücadeleye girmişti, İslam’ı ilmi olarak çürütmeye çalışıyorlardı. Allah onlara bile zarar verilmemesini ve zararsız güzel bir mücadele yapılmasını istedi

Ankebut 46: “İçlerinden zulmedenler hariç Ehl-i kitap’la en güzel bir şekilde mücadele edin”

İslam’a göre sadece savunma amaçlı olan (el-Bakara 2/190, 194; el-Hac 22/39; eş-Şûrâ 42/41), bir antlaşmayla sonuçlanmadan kesintiye uğrayan bir savaşın devamı niteliğinde bulunan, barış antlaşmasının düşman tarafından bozulması neticesinde başlayan (et-Tevbe 9/12-13), haksızlığa uğrayan müslümanlara yardım amacı taşıyan (en-Nisâ 4/75; el-Enfâl 8/72) savaşlar meşrudur gerisi ise meşru değildir, bozgunculuk çıkarmaktır (https://islamansiklopedisi.org.tr/savas).

İslam barış demektir

İslam’ın barışı ana prensip yaptığına dair diğer örnekler:

Şura 40: “Bir kötülüğün karşılığı, aynı şekilde bir kötülüktür. Ama kim affeder ve barışırsa, onun ecri Allah’a aittir. Doğrusu O, zulmedenleri sevmez.”

Nahl 126: “Eğer ceza verecekseniz, size verilen cezanın misliyle ceza verin ve eğer sabrederseniz, andolsun bu, sabredenler için daha hayırlıdır.”

Fussilet 34: “iyilikle kötülük bir olamaz, sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav. O vakit seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse, candan bir dost gibi olur.”

Enfal 61: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven. Muhakkak O, duyandır, bilendir.”

Yukarıdaki ayet düşmanın istemesi durumunda barışa gidilmesini söylüyor, fakat üstün durumda iken müslümanların barışa çağırması ise karşı tarafta kendilerinde bir üstünlük hissi doğuracağından dolayı üstünken barışı talep eden tarafın müslümanlar olmaması gerektiği ise şu ayet ile belirtilmiş:

Muhammed 35: “Öyleyse, siz üstün (bir durumda) iken, barışa çağırmak suretiyle gevşekliğe düşmeyin. Allah, sizinle beraberdir; O, sizin amellerinizi asla eksiltmez.”

Bu iki ayet birbiri ile çelişmez, çünkü düşman talep ederse barışa gidilecek fakat müslümanlar üstünken barışa çağıran taraf müslümanlar olmamalı, çünkü bu durum, düşman tarafından müslümanların acziyeti olarak yorumlanıp düşmana cesaret verir ve hem pazarlık ellerini güçlendirir hem de barışın gelmesini geciktirebilir.

Devam edelim:

Maide 2: “”…Sizi Mescid-i Haram’dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya sevk etmesin. İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın…”

Maide 13: “…İçlerinden pek azı hariç, daima onlardan hainlik görürsün. Yine de onları affet, aldırma. Çünkü Allah güzel davrananları sever.”

Özetle

İslam, hâkim güçlerin göstermeye çalıştığı gibi savaş dini değildir, aksine yeryüzünde gerçek manada barışı, adaleti ve iyiliği isteyen, zulmü engelleyip herkesin birbirleriyle dost olduğu bir Dünya kurmanın yegâne çaresidir. Sürekli barış nutukları atıp her yere kan ve gözyaşı götürmekten başka bir şey yapmayan yalancı sistem ve yönetimler gibi ikiyüzlü değildir. İslam ismi bile zaten barış ve esenlik demektir. Cennet’te insanların birbirlerine Selam demesi bu yüzdendir. Barış ve esenlik demektir. Barışı ve adaleti isteyen tek gerçek bir sistem varsa o da Allah’ın insanlara din olarak gönderdiği İslam’dır. Bunun haricinde söylenen ve yapılanlar ise hâkim güçlerin algı oyunlarından ve İslam’ı kötü göstermek için kurdukları tezgâhlardan ibarettir. Muhammed 4 , Tevbe 5 gibi ayetler zorunluluk oluşan durumlar için aktif savunma yapılmasını bildiren ayetlerdir.

Bu da yukarıdaki 19. soruyla alakalı. O soruya bakınız. Maddeleri artırmak için aynı soruları farklı şekillerde sormuşlar izlenimi veriyor.

AHZAB 50: “Ey Peygamber, gerçekten biz sana ücretlerini (mehirlerini) verdiğin eşlerini ve Allah’ın sana ganimet olarak verdikleri (savaş esirleri)nden sağ elinin malik olduğu (cariyeler) ile seninle birlikte hicret eden amcanın kızlarını, halanın kızlarını, dayının kızlarını ve teyzenin kızlarını helal kıldık; bir de, kendisini peygambere hibe eden ve peygamberin kendisini nikahlamak istediği mü’min bir kadını da, -mü’minler için olmaksızın yalnızca sana has olmak üzere- (senin için helal kıldık). Biz, kendi eşleri ve sağ ellerinin malik olduğu (cariyeleri) konusunda onlar (mü’minler) üzerine neyi farz kıldığımızı bildik (size bildirdik). Böylelikle senin için hiç bir güçlük olmasın. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”

Ahzab 50’de Peygamberin kimle evlenebileceği neden anlatılmıştır diyorlar. Fakat bu ayette Peygambere ve Müslümanlara sahip olmadıkları yeni bir hak gelmemiş, tam tersine hak sınırlandırılmasına gidildiğini göremiyorlar mı? Yani Peygamber de diğer insanlar gibi zaten istediği kişi ile evlenme hakkı doğal olarak varken bu ayet geliyor ve ancak şunlarla şunlarla evlenebilirsin deyip seçeneğini daraltıyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi Hz. Muhammed, İslam için sıradan herhangi bir kişi değildir. Allah, kendi Resulünü hata yaptığında birkaç ayetinde eleştirdiği gibi, bazı ayetlerinde de bilerek hata yapması halinde çok ağır cezalara çarptıracağıyla uyarır. Çünkü O’nun hayatı artık kendine ait değildir ve İslam’ın ağır sorumluluğunu kabullenerek omuzuna almıştır. Bu yüzden yapabileceği evlilikleri de Allah’ın, Kuran’da açıklayarak akıllardan soru işaretlerini kaldırması elbette ki gereklidir. Peygamber, sıradan bir kişi olmayıp hareketleri sınırlandırıldığı gibi Peygamberin hanımları da İslam’ı temsil ettiğinden dolayı Kuran, onlar için de sıradan biri değilsiniz der (Ahzab 32) ve onlara özel olmak üzere de birkaç emir ve sınırlamalar getirir (Ahzab 33). Ahzab 50 ayetinde ise herkesin sahip olduğu “istediği kişi ile evlenme hakkı” Peygamber’e mahsus olmak üzere sınırlandırılmıştır. Yani Peygamberin evlenebileceği kişiler ancak bunlar arasından olabilir denerek, 53. ayette ise bunların dışında başka bir kadını istesen bile sana helal değil diyerek herkese helal olan evlilikler Peygamber için sınırlandırılmıştır. Yani bu ayetler ateistlerin kullanabileceği ayetler değil tam tersine onları çürüten ayetler olduğu halde gerçeği çarpıtmakta bu kadar pişkinlik olmaz doğrusu.

Bu ayette geçen “mü’minler için olmaksızın yalnızca sana has olmak üzere” ifadesi müfessirler tarafından hep en sondaki cümleyi açıklıyor diye düşünülmüş. Yani bir kadın mehirsiz olarak nikah yapmak isterse bu sana mahsus olarak helaldir gibi yorumlanmış. Oysa dinimizde zaten diğer müminler için de geçerli bir durum bu. Yani kadın isterse mehirden vaz geçip nikah yapabilir. Demek ki burada ayet hakkında bir yanlış anlaşılma var. Yanlış anlaşılma şu ki “mü’minler için olmaksızın yalnızca sana has olmak üzere” ifadesi sadece o son cümle için değil ondan önceki Peygamberin evlenebileceği kişileri tarif eden tüm ayetlere aittir. Yani Allah, Peygamberinin evlenebileceği kişileri sınırlarken bu kuralların diğer müslümanlar tarafından görev olarak bilinmemesini çünkü bu emirlerin sadece Peygambere mahsus olduğunu söylemiştir. Fakat ilk müfessirler sadece sondaki ifade ile sınırlandırdığından dolayı bu yanlış anlayış devam etmiştir. Delilini ortaya koyduğumuz gibi, mehirini hibe edip bağışlama zaten diğer müslümanlar için de geçerlidir. Öyleyse “mü’minler için olmaksızın yalnızca sana has olmak üzere” ifadesi sadece bu son kuralı değil, diğer tüm kuralların Peygambere has sınırlandırmalar olduğunu anlatmak içindir. Yani diğer müslümanlara bu sınırlandırmaların hiçbiri geçerli değildir. Yani diğer müslümanlara bu sınırlandırmaların hiçbiri geçerli değildir. Onlar istediği kişiyle istediği şekilde evlilik yapabilir. Onlar için sadece sayı sınırlaması vardır. Diğer bir konu da burada nikahsız bir ilişkinin var olduğunu iddia eden ateistler var. O ayette “yestenkihaha” yani Peygamber nikahlamak isterse kelimesi geçer. Yani nikahsız bir evlilik durumu sadece ateistlerin bir çarpıtmasıdır.

Ayette geçen ganimet olarak verilen sağ elinin malik oldukları konusu: Ez Zadul Mesir tefsirinde bu kadınların Safiye ve Cüveyriye olduğunu açıklar; çünkü o ikisini azat edip onlarla evlenmişti diye ekler. Evet Peygamberimizin savaşlardan direk cariye alması durumu yoktur. Bu iki hanımı ise önce azat edip sonra mehirlerini vererek hür bir kadın olarak evlenmiştir. Bu iki hanım da yahudi reislerinin kızları olup, Peygamberimiz, onlarla evlenerek yahudilerle evlilikten doğan bir akrabalık oluşturmuş ve böylece yumuşamalarını sağlamış oldu, ayrıca bu savaş esiri hanımların sıradan bir eve verilmesi yerine yine bir devlet reisi ile evlenip üst konumlarını müslümanlar arasında da korunması sağlandı.

İslam'da cariyelik yoktur. Fakat cariyeliği bırakmak istemeyenler için cariyelerin haklarını düzenleyen ayetler vardır. Daha önceki 168 nolu yazımda İslam’ın kölelik ve cariyeliği emretmediğini, tam tersine kölelik ve cariyeliğin bitirilmesini tavsiye ettiğini fakat kesin bir dille de yasaklamadığını anlatmıştık. Bugün cariyelik kavramını ve neden kesin dille yasaklanmadığını anlamaya çalışacağız.

Öldürmek esir almaktan daha büyüktür

Öncelikle bir insana yapılacak en büyük zulüm nedir diye sorsam cevabınız ne olurdu? Evrensel insan hakları açısından cevap bir insanı öldürmektir. Yani öldürmek en büyük suçtur, çünkü kişinin geleceği hakkındaki tüm güzellik planlarını ve ihtimallerini sıfırlamış olursunuz. Vereceğiniz her acı belki telafi edilebilir ama ölümü telafi edemezsiniz.

Peki biz insanlar neden düşmanları savaşta öldürürüz. Neden teröristleri öldürürüz? Mademki öldürmekten kötü bir şey yoksa biz neden öldürüyoruz. Burada itiraz edeceksiniz ve diyeceksiniz ki: Bizde kimseyi öldürmeyi istemezdik ama biz onları öldürmesek onlar şehre gelip bizi öldürecek, savaşta silahların eşitliği ve orantılı bir mücadele için düşmanın yaptığını yapmasak yeryüzünde denge olmaz. Eğer insan öldürme bir gün tamamen kalkarsa biz de kimseyi öldürmeyiz.

İslam'ın öğretilerinde Kölelik ve Cariyelik yoktur

Bakın en büyük kötülüğü işleyen günümüz insanlarının verebileceği en makul savunma bu şekilde olacaktır. Fakat eğer gelecekte insan öldürme tamamen kalkar, tarihe karışırsa gelecek nesiller sizleri birer cani ve barbar olarak görecekler, eleştirecekler. Nasıl böyle bir işi atalarımız canice yapıyormuş diyecekler. Fakat o gelecek nesillere uzaktan çok kolay gelen bu işi kaldırmak şu an için mümkün değil, çünkü savaşta “silahların eşitliği ve mütekabil kuvvetlerin dengesinin bozulmaması” kuralı olmasa bir taraf sürekli tek taraflı zararlar görürdü. Fakat bunu o günün insanına anlatıp kendinizi anlatmakta zorlanacaksınız.

İşte bugün de benzer şekilde bizler eski toplumlardaki kölelik ve cariyeliğin Kuran tarafından bir anda neden kaldırılmadığını konuşuyoruz. Doğru! Kuran bir anda kaldırmamıştı, çünkü düşmanlarınız sizin canınıza kast ederken ve kadınlarınızı esir edip cariye yaparken Kuran’ın “düşmanları öldürmeyin veya cariyeliği kaldırın” demesi Müslüman toplumların aleyhine güçlerin dengesizliğine yol açması ve caydırıcılığın olmaması demekti.

İslam'da cariyelik istenmiyor

Ben Kuran’ın genel olarak tutumundan şunu anlıyorum ki Kuran köleliği ve cariyeliği istemiyor hatta Muhammed 4 ayetine göre savaş bitince esirleri salın diyor. Öldürün veya köle yapın demiyor. Fakat yine de herşeyi kesin bir dille yasaklamıyor, çünkü düşman tarafı savaşı kazanırsa sizi köle edecek, savaşta mütekabiliyet olmazsa psikolojik üstünlük karşı tarafa geçer. İbn Aşur'un bildirdiğine göre (10) o günün insanlarını savaşmaktan korkutan en büyük sebep kadınlarının düşmanların eline geçmesi korkusu idi. Tüm Dünya'da savaş esiri kadınlar cariye olarak alınırken ve bu durum düşmana korku verirken İslam'ın cariyeliği tek taraflı olarak tamamen kaldırması müslümanlara çok ağır bir bedel olurdu. Sizi öldürmeye gelen insanların da bu bedeli göz önüne alıp gelmeleri gerekirdi.

Eski insanların cariyelik meselesini eleştirmeden önce bugün gözümüze normal olarak görünen savaşmak ve kan akıtmak gibi en büyük suçu kaldırabiliyorsak kaldıralım hadi demek lazım. Gelecek nesillerin de bizi eleştireceği böyle bir konuyu kaldırmak şu an için eğer size adaletsiz bir uygulama olarak görünüyorsa o zaman “Kuran neden bir anda köleliği ve cariyeliği kaldırmadı” diye oturduğumuz yerden farklı zaman ve farklı şartlara adaletsiz veya ahlaksız yakıştırması yapıştırmaktan vaz geçin. Çünkü insanların birbirini esir etmesi ve kullanması tıpkı insanların birbirini öldürmesi gibi psikolojilerinde yatan bir gerçektir. Kuran adam öldürmeyi yasaklar fakat adam öldüreni de öldürün der. Bu bir tezat değildir. Benzer şekilde Kuran köleliği veya cariyeliği de istemez.

İslam'da cariyelik için veriler reçeteler

İkinci olarak bir hekim bir tümörü eğer kısıtlı bir bölgede ise (lokalize) keserek çıkartmak isteyebilir. Fakat eğer tümör vücuda çok yayılmışsa (generalize) bunu ilaç ile tedavi ederek bir anda değil de zamanla küçültüp yok edilmesini sağlayacaktır. İşte Kuran da bir toplum hekimi olarak yukarıda verdiğimiz “silahların eşitliği ve mütekabil kuvvetlerin dengesinin bozulmaması” meselesinden dolayı bir anda köleliği ve cariyeliği kaldırmamış fakat indirdiği düzeltici ayetler sayesinde, toplumun bunu kaldırmaya hazır olduğunda kendiliğinden kaldırmasının zeminini hazırlamıştır.

İslam cariyelerle evlenmek ve nikahı şart getirmiştir

Peki, ateistlerin göstermeye çalıştığı gibi İslam’da cariyeler rastgele birlikte alınan fahişeler midir?

Tabiki hayır. Zina zinadır, cariyelerle bile zina yapılamaz. Yaygın yanlış kanının aksine Kuran’da cariyeler nikâhlanmaz diye bir şey söylenmez. Tam tersine Kuran cariyelerin nikâhlanması gerektiğini söyler. Cariyeye fahişe muamelesi yapılamaz, istismar edilemez.

Nur 32-33: “Sizden bekâr olanları ve kölelerinizden, cariyelerinizden temiz olanları nikâhlayıp evlendirin; yoksulsalar Allah, lütfuyla onları zengin eder ve Allah'ın lütfu boldur ve o, her şeyi bilir. Evlenmeye güçleri yetmeyenler de Allah, onları lütfuyla zengin edinceye dek ırzlarını korusunlar. Köle ve cariyelerinizden, bir müddet içinde birden veya taksitle bir mal veya para karşılığı azat olmak isteyenlerin dileklerini de, bunda bir hayır olduğunu bilirseniz kabul edin ve onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin. Cariyelerinizi, onlar da namuslu yaşamayı istedikleri halde, geçici dünya malı için kötülük yapmaya mecbur etmeyin. Zorla kötülüğe sevk edildikten sonra da şüphe yok ki Allah, onların suçlarını örter, rahimdir.”

Ayette cariyeler için “enkihu” ifadesi geçer, bu da nikâhlayın demektir. Cariyenin sahibi isterse cariyeyi sadece evin hizmetlerinde istihdam edebilir veya isterse onunla cariye statüsü devam edecek şekilde evlenebilir, fakat bu evlilik teserri olmadan olmaz.

Aralarında İmam Ebu Hanife ve İmamı Malik’in de bulunduğu bazı âlimlere göre, hür bir hanımı olan kimsenin onun üzerine bir cariye ile evlenmesi uygun değildir. (11) Tabi burada cariyelerle evlenmenin gerekmediğini söyleyenlere de bir cevap mahiyetinde oluyor. Cariyelerle nikah gerekmiyorsa alimler boşuna mı hür kadınla evli olanın cariye ile de evlenmesinin doğru olmadığını söylüyor. Sahipleri cariyelerle nikahsız birlikte olabiliyorlarsa evlenmek ve nikah nedir?

Teserrinin gerçekleşmesi için şartlar:

Birincisi, Cariyesine de ayrı yuva kurmalı

Normal hür kadınlardan olan eşlerine ayırdığı gibi, tesri (birlikte olmak) istediği cariyesi için de hususî bir mesken ayırması, yani ona da bir ev yapacak.

İkincisi, Cariyeye diğer eşler kadar zaman ayrılmalıdır

Teserrinin bir diğer şartı, diğer eşine ayırdığı zamanı ona da ayırmasıdır. İmam Ebu Yusuf’a göre ondan bir çocuk edinme arzusu da şarttır.[1-3] Cariye doğum yaparsa artık özgür olur.[4]

Üçüncüsü, Cariyeye mehir ve nikah şart

Nisa suresi 25’e göre cariyeleri de nikâhlarken mehir vermek gerekir. Evlenilecek cariyeye mehir verilmesi eski alimlerin de ortak kanaatleridir.(12) Mehir verilmesi de zaten nikah demektir. O günlerde nikah mehir verildimi kıyılmış sayılırdı, bugünlerde herşeyi törenselleştirdimiz gibi nikah kıyacak imamlar aranmazdı. Mehir verip nikahladığının bir kaç kişi tarafından bilinmesi yeterli idi. Bu durum hem hür kadınlarda hem cariyerlerde geçerli idi. Nikah yapmak için bundan fazlası gerekmediği için bazıları tarafından cariyelere mehir verilmediği ve nikah yapılmadığı, bunun gerekmediği gibi yanlış bir kabul var sayılmaktadır.

Nisa 25: İçinizden özgür mü'min kadınları nikâhlamaya güç yetiremeyenler, o zaman sağ ellerinizin malik olduğu inanmış cariyelerinizden (evlensin.) Allah sizin imanınızı en iyi bilendir. Öyleyse onları, fuhuşta bulunmayan, iffetli ve gizlice dostlar edinmemişler olarak velilerinin izniyle nikâhlayın. Onlara mehirlerini maruf (güzel ve örfe uygun) bir şekilde verin.

Dördüncüsü, Sınırsız cariye diye bir şey yok

Bir kişi hizmetçi yapmak için dilediği kadar cariyeye sahip olabilir. Fakat onlarla nikâhlanıp birlikte olmak isterse bu sayı sınırlıdır[6]. İmam Ebu Hanife, İmamı Malik, İbni Şihâb ezZührî ve Haris el-Uklîye göre hürlerle evlenmeye güç yetiremeyen kimse cariyelerden dörde kadar nikâhlar, daha fazlasını nikâhlayamaz. [7] Hammad bin Ebî Süleyman ise bu sayıyı iki ile sınırlandırırken, 8] İbni Abbas, İmam Şafî, Ebu Sevr, İmam Ahmed ve İshak ise birden fazlasını uygun görmemiş ve bir kimsenin birden fazla cariye ile evlenemeyeceğini söylemişlerdir.[9]

Alimlerin görüşlerine göre nikâhlanabilecek kadın sayısı ayetle en fazla 4 olabileceği açıklanmışsa, bu sayı cariyeler içinde geçerli olmalı, yani nikâhlanabilecek eşler ve cariyeler toplam en fazla 4 olmalıdır.

Allah Resulünün cariyesi yoktu hanımları vardı

Allah Resulü hayatının hiçbir döneminde cariye edinip kullanmamıştır. Ona cariye olarak nispet edilen üç eşi, mutlaka önce azat edilmiş, sonra diğer hanımlara verdiğinden az olmamak kaydıyla mehri ödenmiş sonra da nikâh yoluyla eş edinilmiştir.[5] Ahzab 50’de geçen “Allah'ın sana ganimet olarak verdikleri (savaş esirleri)nden sağ elinin malik olduğu” ifadesi savaşta esir düşen safiye ve Cüveyriye isimli eşlerini kapsar, fakat belirttiğimiz gibi onlar önce hürriyetine kavuşturulup sonra mehirleri verilerek nikâhlanmıştır.

Araplarda cariye denilince hizmetçi anlaşılırdı. Yani her cariye ile yatılırdı diye bir şey yok. Zaten ayet cariyeye de nikah kıyılması gerektiğini söyler ki bu durumda nikahsız birliktelik olmaz. Yani cariye hizmetçi demektir fakat cariye ile evlenirsen onunla ancak o zaman yatabilirsin. Bu ayrımı bilmek lazım yoksa her cariye sahibinin cariyesiyle istediği zaman yatabildiği gibi bir algı insanların zihninde yer etmiş.

Peygamberin evine temizliğe gelen cariyeler

Örneğin peygamberimizin evini temizlemeye cariyeler gelirdi, fakat onlar peygamberin eşleri veya nikahlı hanımları değildi. Cariyenin asıl görevi hizmet etmektir, günümüzdeki hizmetçiler gibi hizmetli kadın demektir ve bunlar peygamberin evinin işlerinde evin kadınına yardım edip giderlerdi. Bu yüzden bazı hadis kitaplarında bahsedilen Peygamberin hanımlarına ev işlerinde yardım etmek üzere gelen cariyeleri, Peygamberin hanımları ile karıştırmamak gerekiyor. Nikahsız onlarla da birlikte olmak mümkün değil.

İslam zorbalıkla köle ve cariye edinmeye izin vermemiştir

Allah Resulünün savaşta esir düşmüş iki eşi vardır fakat Allah Resulü savaşlarda cariye almamıştır, bunu yapmaya toplumsal örf izin verir, gücü de vardır ama yapmamıştır. İslam'da savaşa katılmayanların cariye alınması diye bir durum yoktur, Mekke fethedilirken bile en çok kötülüğü yapan bu insanlar serbest bırakılmışlardır.

Hür insanlar İslam'dan önce baskınlarla kaçırmayla vs. köle olurken, İslam'la birlikte kişilerin canları ve malları dokunulmaz olmuş, savaş için gelmeyen hiç kimsenin köle ve cariye olarak el konulması, satılmasının önü kapatılmıştır. Bu durum hem Hz. Muhammed zamanında hem Raşid halifeler devrinde böyle olmuştur, insanların malları, canları ve hürriyetleri dokunulmaz kabul edilmiştir.

Kuran'ın cariyelik ve kölelik haklarını düzenlemesi

Kuran, köleliği veya cariyeliği emretmediği için kölelik ve cariyelikle ilgili hükümler köle ve cariye sahibi olan kişiler için geçerlidir. Günümüzde kölelik olmadığı için bu ayetler ne olacak diye sorulmaz. Eğer kölelik varsa hüküm kullanılır. Örneğin savaş esirlerinizi kömür ocaklarında çalıştırıyorsunuz diyelim, bu durumadı kölelik olmayan bir köleliktir ve Kuran'ın emriyle onlara iyi davranıp zorbalık yapmamanız gerekir.

Yani sebep varsa ilgili hüküm kullanılır sebep yoksa hüküm orada bekler. Bu sadece kölelik için değil her durum için geçerlidir. Örnek olarak bir toplumda hırsızlık olmasa bile kanunlarda hırsızlıkla ilgili hükümler vardır ve birgün insanlar hırsızlığı geri getirirlerse oradaki kanunlar tatbik edilir. Kuran’da da bunun gibi kölelerin ve cariyelerin hukuklarını koruyan ayetler vardır ve savaş esirliğinin olduğu zamanlarda esirlerin bu hukuku gözetilmelidir. Köle ve cariye, savaş esiri demektir ve aslında savaş esirleri günümüz toplumlarında dâhil her zaman olmuştur.

Nisa 25 cariyelerle evlenmek

Soru: Yukarıdaki Nisa 25 ayetine göre cariyelerle evlenmek kötü müdür?

Cevap: Evlilikte denklik önemli. Denklik olmadığı zaman o evlilik sağlam temeller üzerine kurulmuyor. Buna Hz. Zeyd ve Zeynebin evliliği şahittir. Allah yasaklamıyor ama hür kişinin hür kültürden gelmiş biriyle evlenmesi evliliğin kültürel açıdan problem vermemesi ve uyumsuzluk yaratmaması açısından önemli bir husus.

Dengi ile evlilik yapılmayan aileler günümüzde dahi çok yürümüyor, sağlam olmuyor, bir müddet sonra sevgi gidiyor, yerini farklı düşüncelere bırakabiliyor. O yüzden hür birinin köle bir kadınla evlenip sonradan kendi de kültürel bir uyumsuzluk yaşaması ve her iki tarafında rahatsız olması olağan bir durumdur. Yani durum tamamen kültürel doku uyumu ile alakalı bir durum, köleyi veya cariyeyi aşağılama durumu değil.

Nisa 36: “…sahibi olduğunuz köle ve cariyelere iyilik edin…”

Bakara 221: “Elbette iffetli bir cariye, hür bir müşrikten sizin için daha hayırlıdır…””

Özetle

Cariyelik ve kölelik gibi uygulamalar “silahların eşitliği ve mütekabil kuvvetlerin dengesinin bozulmaması” ilkesi gereği tek seferde kaldırılmamıştır, fakat Kuran (bir toplum hekimliği ile bütün insanlık buna hazır olduğunda) kölelik ve cariyeliğin kalkmasını tavsiye etmiştir. Kuran köle ve cariyelere iyilikler yapılmasını emrederek onları koruma altına almıştır. Cariyeler hizmetçilerdir; ateistlerin vazgeçemediği ve seks işçileri olarak tanımladıkları günümüz porno sektörünün kurban kadınları gibi birer ortalık fahişesi değildir, kendilerine nikâh kıyılan, hakları olan ve kötü davranılmasının yasaklandığı kişilerdir.

Nisa 36: “…sahibi olduğunuz köle ve cariyelere iyilik edin…”

Bakara 221: “Elbette iffetli bir cariye, hür bir müşrikten sizin için daha hayırlıdır...””

Ek olarak; İslam'da kölelik (cariyelik) vardır diye propaganda yapanlar yanılıyor, çünkü İslam'da cariyeliğin olması için İslam'ın cariyeliği emretmesi veya teşvik etmesi gerekir. Cariyelik olmayan toplumlarda da cariyelik olsun diye teşvik ederse o zaman İslam'da cariyelik var denebilirdi. Fakat Kuran köleliği yani cariyeliği kaldırmayı öğütler, kaldırmak zor gelen toplumlar için ise köle ve cariyelerin haklarını koruyacak emirler verir. Bu yüzden İslam'da kölelik ve cariyelik yoktur, İslam'ın bir emri değildir. İslam kölesiz ve cariyesiz bir toplumda daha güzel yaşanabilir.

Beled 12: “Fakat insan, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Köle (cariye) azat etmektir veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut toprakta sürünen bir yoksulu doyurmaktır.”

Kaynaklar

  1. "Nihayetu’l-muhtac,29/343-şamile".
  2. Muğnil-Muhtac, 20/316.
  3. el-Bedai’, 8/344-45-şamile.
  4. Şimşek, M.S., Kur'an’ın Ana Konuları, 2. Bs., Beyan Yay., İst., 2001, s. 198-203. Kaynak: Cariye ile nikâh şart mı? - MURAT KAYACAN.
  5. DUMAN, M.Z., İSLAMIN KÖLE VE CARİYE SORUNUNA YAKLAŞIMI. ilahiyat Fakültesi Dergisi, 2011/1.
  6. Hüseyin, ÇELİK. KUR’AN-I KERİM’DE CARİYELERLE EVLİLİK MESELESİ. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (18), 137-173.
  7. 123 Serahsî, el-Mebsût, 5/108; Cassâs, Ahkamu’l-Kur’an, 2/225; Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s. 292 124
  8. Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s.292 125
  9. Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s. 292
  10.  İbn Aşûr, Et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, 5/6
  11. Serahsî, el-Mebsût, 5/108; es-Seâlibî, el-Cevâhir, 2/216; elKurtûbî, el-Kâfî, s. 244; İbn Aşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, 5/13; Yazır, Hak Dînî Kur’an Dilî, 2/1329
  12. el-Fîruzâbâdî, Tenvîrü’l-Mikbâs min Tefsîri İbni Abbâs, s. 89; Ebubekir İbnü’l Arabî, Ahkamu’l-Kurân, 1/388; İbn Atiyye, Muharrerü’l-Vecîz, s. 424; el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, 2/57; el-Cevzî, Abdurrahman b. Ali, Tezkiretü’l-Erîb fî Tefsîri’l-Garîb, Beyrut: Dârü’lKütübi’l-İlmiyye, 2004, s. 62; İbn Aşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, 5/14; Sabûnî, Âyâtü’l-Ahkâm, 2/189; Serahsî, el-Mebsût, 5/111
  13. Serahsî, el-Mebsût, 5/108; Cassâs, Ahkamu’l-Kur’an, 2/225; Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s. 292
  14. Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s. 292
  15. Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s. 292
  16. Hüseyin, Ç. E. L. İ. KUR’AN-I KER İM’DE CAR İYELERLE EVLİ Lİ K MESELES İ. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (18), 137-173. https://dergipark.org.tr/tr/pub/ksuifd/issue/10252/243366

Enam 151: “De ki: “Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın, anne babaya iyilik edin, yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. -Sizin de, onların da rızıklarını biz vermekteyiz- Çirkin kötülüklerin açığına ve gizli olanına yaklaşmayın. Hakka dayalı olma dışında, Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı kimseyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki akıl erdirirsiniz.”

Bu soru aslında tefsirlerde mantıklı olarak iyice açıklandığı için onların açıkladığı şekli örneklendirerek anlatmak yeterli olacaktır.

Razi tefsiri ve Enam 151 ‘de mantıksal çelişki iddiası

Öncelikle Müfessir Razi demiştir ki:

“Âyetteki, “Rabbinizin size nelere haram kıldığını ben okuyayım” ifadesi, “Cenâb-ı Hakk’ın, kendisine belli bir yasak bölge çizmek suretiyle tam ve mükemmel bir şekilde açıkladığı şeyleri size okuyayım” manasında olur.”

Yani haram kelimesi Rabbin emirlerinin yasak bölgesi demektir. Bunların dışına çıkmayın demektir. Böylece “ ana babaya iyilik edin ” emri de bu emrin dışına çıkılamayacağını gösterir.

Beydavi tefsiri ve Enam 151 ‘de mantıksal çelişki iddiası

Beydavi demiştir ki “O ayeti kötülük yapmayın yerine koyması, mübalağa içindir ve onlara kötülük yapmamanın yeterli olmaması içindir, ama diğerlerine öyle değildir.”

Yani ayet anne babaya kötülük yapmayın şeklinde gelip yine bir sınır belirlerdi fakat Kuran’a göre kötülük yapmamak yeterli değil, Allah’ın sınırlarına göre hareket etmek demek “anne babaya iyilik etmek” demektir.

Nesefi tefsiri ve Enam 151 ‘de mantıksal çelişki iddiası

İmam Nesefi de tefsirinde şöyle der: “Burada anne ve babaya iyilikte bulunmanın haram ya da yasak maddeler arasında yer almasının nedeni, anne ve babaya iyilikte bulunmayı terk etmenin haramlığına dikkat çekmek içindir.”

Sonuç;

Ayetin dediği; anne babaya kötülük etmemek yetmiyor, iyilik etmek de lazım. Burada haram olan kısım anne babaya iyiliğin terkedilmesidir. Haram etmek demek bir yasak bölge çizmek demektir ve bunun dışına çıkmayın demektir. Bundan dolayı “anne babaya iyilik edin” gibi pozitif bir emir de sınırları olan ve dışına çıkılmasının yasak olduğu bir emirdir. Bundan dolayı haram bölge tarif edilirken negatif ve pozitif cümleler kullanılmasında dilbilimsel ve anlamsal olarak sakınca yoktur.

Türkçe bir cümle ile bu konuya örnek verelim. Örneğin çocuklarını bahçeye oynamaları için gönderen bir anne şöyle diyor: “Çocuklar, üç tane kırmızı çizgimiz var, bunları aşmayacaksınız: 1) Çitlere dokunmayacaksınız, 2) Bitkileri koparmayacaksınız, 3) Büyüklerinize saygılı olacaksınız.

Görüldüğü gibi bu ifadede iki negatif cümlenin yanında bir de pozitif cümle gelmiştir ve bunları aşmak yasaktır. Fakat ortada herhangi anlamsal bir yanlış bulunmamaktadır.

Kuran medeniyetin beşiği olan Mezopotamya halklarından insanlığın ilk mabedi olan kabe’yi elinde bulunduran halkların dili olan Arapça ile indirilmiştir. Ordaki halk Lehçe konuşsaydı Kuran’da Lehçe gelirdi. Bunun dışında Kuran’ın Arapça indirilmesinin başka hikmetleri var mı, tam bilinmeyen bir konudur.

Fakat konumuz Fussilet 44 ‘te Kuran’ın anlaşılması için Arapça indirildiği bahsidir.

Fussilet 44 ‘te Kuran neden Arapça inmiştir sorusunun cevabı

Fussilet 44: “Biz, onu yabancı bir dille “Kur’an” yapsaydık, mutlaka: “O’nun ayetleri açıklanmalı değil miydi?” derlerdi. Yabancı dilde bir Kur’an’a Arap muhatap, hiç olur mu?

Aydınlık düşmanı insanlar, bu ayeti Kur’an’ın sadece Araplara gönderildiği şeklinde anlamak istiyorlar, oysa bizler bu ayetten her milletin Allah’ın mesajını kendi dillerinde okuması gerektiğini ve mesajı anlamaları gerektiğini çıkarıyoruz. Çünkü bu ayete göre Kuran başka bir dilde de indirilebilirdi. Yani Kur’an bir mânâdır ve o mânâ Arapça’ya olarak gönderilmiş fakat başka bir dile çevrilerek de gönderilebilirdi.

Zaten Kuran’da bahsedilen Peygamberlerin hepsinin dili Arapça değildir ama konuşmaları Kuran’da Arapça’ya çevrilerek aktarılmış. Örneğin Hz. Musa’nın veya İsa’nın konuşmaları İbranice olduğu halde Kuran’da Arapça’ya tercüme edilmiş. Bunun sebebi Kuran’ın ilk indiği toplum olan Araplar Allah’ın mesajını anlayabilsinler diyedir. Önemli olanın manayı taşıyan lâfızlar değil, lâfızların taşıdığı mana olduğunu anlayabiliyoruz.

Aynı şekilde bu ayetten anlamamız gereken mesele, Kur’an’ın anlaşılması için her millet kendi dilinde okumalı ve Allah’ın ne mesaj vermek istediğini anlamalı. Allah kelamının gerçek kudsiyeti O’nun mânâsındadır.

Ayrıca bir önceki ayete bakarsak Allah gönderilen bütün elçilerle hep aynı ana mesajları verdiğini bildiriyor. Yani ana mesaj hep aynı ve ana mesajı anlamanız için bu mesajı size Arapça tercümesiyle gönderdik diyor.

Fussilet 43: “Sana, senden önceki Resullere söylenmiş olandan başka bir şey söylenmiyor. Senin Rabb’in, kesinlikle bağışlamanın ve acı veren azabın sahibidir.”

Özetle

Bu ayet Allah’ın ana mesajının her zaman ve her toplumda aynı olduğunu ve Allah’ın kelamı olan Kuran’ı her milletin kendi dilinde okuması ve anlaması gerektiğini insanlara ders veriyor.

Yine İbrahim-4 ayetinde elçilerin ilk gönderildiği toplumun diliyle konuştuğunu belirtir ki burada da aynı mantık vardır. Yani insanlara kendi anladığı dilden mesajı iletmek bir zorunluluktur.

İbrahim 4: “Biz, mesajımızı anlaşılır olarak iletebilmesi için hiçbir rasulü kendi halkının dilinden başka bir dille göndermedik. Allah, artık dileyen kimseyi saptırır, dileyen kimseyi de hidayete iletir.* O, Mutlak Üstün Olan’dır, En İyi Hüküm Veren’dir.”

Hz. Muhammed zamanında dahi ayetlerin Farsça’ya bir kısım çevirisi yapıldığı bilinmektedir* Tamamının tercüme edilmeyişinin nedenleri ise 1) Kuran’ın henüz tamamlanmamış olması 2) Tamamlanmadığından dolayı ciltlenmemiş olması 3) Henüz dış Dünya’ya açılımların yeterince gerçekleşmemesi ve 4) Vaktin çoğunun dış tehlikeler ile mücadeleye harcanması olarak sayılabilir.

Ek olarak

Son peygamber Türklerden gelmiş olsaydı Kuran da Uygur yada Göktürkçe olarak yazılırdı ve ismi Kuran olmazdı başka birşey olurdu, Ayrıca Allah kendini Türklerin aşina olduğu ve tanıdığı bir isimle tanıtırdı.

Kısaca Allah’ın ana mesajı her zaman için aynı olmuştur ve bütün orjinal kitaplarından ana mesajı anlaşılır ve her millet bu mesajı kendi diline çevrilmiş şekli ile anlayarak okumalıdır. Kuran neden Arapça inmiştir sorusu Kuran’ın geçerliliğine teolojik anlamda geçerli bir itiraz değildir.

* Özkan, M. (2010). Eski Anadolu Türkçesi Döneminde Yapılmış Kur’ân Tercümeleri. Tarihten Günümüze Kur’ân’a Yaklaşımlar, 516-568.

Bazı ateizm fedaileri (!) aşağıdaki ayeti delil olarak göstererek İslam’ın sadece Mekke’ye has olduğunu internette yayıyorlar.

Enam 92: “Bu, şehirlerin anası ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendisinden öncekileri doğrulayan kutlu bir Kitap’tır. Ahirete iman edenler, buna da iman ederler. Ve onlar salatlarını korurlar.”

Cevap:

Bu ayetlerde şehirlerin anası ve çevresini uyarmasından bahsetmesi Mekke ve çevresinden tebliğin başladığını gösterir ama diğer insanların İslam’a uymayacağı manası çıkarılmaz. Kuran’da genel bir kuralı özelleştirip dikkati bir noktaya toplayan ama genel kuralı iptal etmeyen ayetler vardır.

Örneğin;

Neml 91: “Ben, ancak bu şehrin Rabbine ibadet etmekle emrolundum ki, O, bu şehri kutlu ve dokunulmaz (haram) kıldı. Her şey O’nundur. Ve müslümanlardan olmakla emrolundum.”

Bu ayette Mekke’nin haram şehir yani dokunulması yasak özel bir şehir olduğu bildirilir. Dikkat ettiniz mi, ayette bu şehrin yani Mekke’nin Rabbine diyor. Şimdi sadece bu ayeti cımbızlar alırsanız Allah sanki sadece Mekke’nin Rabbi imiş algısı uyandırabilirsiniz. Oysa ki Fatiha’nın ilk ayetinde ve daha birçok ayette Allah’ın âlemlerin Rabbi olduğu söyleniyor. Başka ayetlerde göklerin yerin ve ikisi arasındaki herşeyin Rabbi olduğu söyleniyor.

Fatiha 1: “Alemlerin Rabbine hamd olsun”

Nebe 37: “Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi Rahman olan (Allah); O’na hitap etmeye güç yetiremezler.”

Zuhruf 82: “Göklerin ve yerin Rabbi, Arş’ın da Rabbi olan Allah, onların nitelendirmelerinden uzaktır.”

Görüldüğü gibi Allah bir ayette kendini Mekke’nin Rabbi olarak tarif ederken, sadece Mekke’nin Rabbi olduğundan dolayı değil, orada mutlak Rab’liği içinde Mekke’nin Rabbi olduğunu özel olarak vurgulayarak ilk muhatapların dikkatini çekiyor.

Aynı durum Hz. Muhammed’in peygamberliğinde de görülüyor. Yukarıdaki ayetlerde “Şehirlerin anası ve çevresindekileri uyar” emrinin yanında başka ayetlerde Hz. Muhammed’in tüm insanlığa gönderildiği ifade ediliyor:

Sebe 28: “Biz, seni bütün insanlığa yalnızca müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ne var ki insanların çoğu bu gerçeği anlamıyorlar.”

Tekvir 27: “O (Kur’an), âlemler için yalnızca bir zikirdir;”

Enbiya 107: “Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik.”

Araf 158: “De ki: ‘Ey insanlar, ben Allah’ın hepinize gönderdiği bir elçisiyim. Göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmi peygamber olan elçisine iman edin. O da Allah’a ve O’nun sözlerine inanmaktadır. Ona iman edin ki hidayete ermiş olursunuz.”

Yukarıdaki ayetler ise büyük tabloyu gözler önüne getiriyor ki Allah’ın son nebisinin tüm insanlık için bir elçi olduğu görülüyor. Son nebi kavramı Ahzab 40’ta geçer.

Başka ayetlerde Kuran’ın Yahudi ve Hristiyanlar için de gönderildiğini belirtir:

Maide 19: “Ey Kitap Ehli! Rasullerin arasının kesildiği bir dönemde, “Bize herhangi bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.” demeyesiniz diye, işte size açıklayıcı, müjdeleyici ve uyarıcı olarak Rasul’ümüz geldi. Allah, Her Şeye Gücü Yeten’dir.”

Maide 83-84: “Resûle indirilen (Kur’ân)’ı dinledikleri zaman tanıdıkları gerçekten dolayı, gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki; Rab’bimizin bizi iyiler arasına katmasını umarken, neden Allah’a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?”

Kasas 52-53: “Bu Kur’ân’dan önce kendilerine kitap verdiklerimiz buna inanırlar. Onlara Kur’ân okunduğu zaman ‘O’na inandık. O Rab’bimizden gelen gerçektir. Zaten biz ondan önce de Müslümanlar idik’ derler.”

Neml 76: “Gerçek şu ki, bu Kur’an, İsrailoğullarına hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin bir çoğunu aktarıp anlatıyor.”

Allah’ın değerli elçisi sağlığında da bunu uygulamalarıyla göstermiş, Mısır kralına, İran kralına ve Bizans kralına mektuplar göndererek onları İslam’a davet etmiştir.

Şu da ek olsun: İncilin ve Tevrat’ın bazı ayetlerinde o kadar değişikliğe rağmen hâlâ insanlık için gelecek olan bir kişi müjdelenmektedir ki bunun Hz. Muhammed olduğu gören gözlere zaten açıktır. Bu kitaplarda Allah, Tevrat’a ve İncil’e uyan kavimleri son kurtarıcı ile müjdeler:

Yuhanna, Bâb 14, Âyet: 15-16: Hz. İsa dedi; “Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutun. Ben de Rab’den dileyeceğim ve O size başka bir Faraklit (gerçeğin ayıklayıcısı, gerçeğin ruhu) verecektir; ta ki, daima (kıyamete kadar, sonsuza kadar) sizinle beraber olsun”

Tevrât’ın Beşinci Kitap Otuz Üçüncü Bâb: “Rab Sina’dan geldi, Seir’den (Filistin Dağları) doğdu, Paran Dağlarından parladı”

ayetinde Tur dağı ile Musa a.s.’ın kast edildiği açık ve Musa a.s.’dan sonra Allah’ın adını Dünya’ya duyuracak iki büyük peygamberin daha parlayacağı anlaşılıyor. Burada paran dağları denilmiş, Mekke’nin eski ismi ise Faran’dır ve Tevrat’ta Hz. İsmail’in Paran çöllerinde oturduğu bildirilir ki bildiğimiz gibi Hz. İsmail Mekke’de oturmuştu. Bu ayetler Tevrat’ta ve İncil’de son kurtarıcıyı müjdeleyen günümüze kadar birkaç ayet te olsa kaldığını gösteriyor.

Neyse bu bilgiler ek olarak verildi. Asıl konumuz Hz. Muhammed’in tüm insanlığa gönderilmesidir. Ayetlere göre Allah nasıl ki bir ayette kendisini Mekke’nin Rabbi diye tanıtmışsa Hz. Muhammed’in de Mekkelileri uyarma görevinden bahsetmiştir ama bu özel sıfatlar geneli bozmaz. Allah diğer ayetlerinde kendisini Âlemlerin Rabbi ve Hz. Muhammed’i de tüm insanlığa gönderilmiş elçi olarak tanıtır.

Kırık Cam Teorisi ABD’li suç psikoloğu Philip Zimbardo‘nun 1969’da yaptığı bir deneyden esinlenerek geliştirilmiştir. Zimbardo, üç plakasız ve kaputu açık bırakılmış arabanın birini yoksul bir semte koyar diğer ikisini ise nispeten daha zengin insanların yaşadığı semtte bırakır. Fakir semtteki araç üç gün içinde yağmalanır fakat zengin semttekilere kimse dokunmaz. Zimbardo ve iki öğrencisi yağmalanmayan bu arabaların yanına gelip çekiçle kelebek camını kırar. Camı kırık olan arabalar birkaç saat içinde insanlar tarafından tamamen yağmalanır. Buradan şu sonuç çıkarılır ki kırık döküşeyler insanların daha çok kırıp dökmesi için bir davetiye oluşturuyor.

Siyaset bilimci James Wilson ile kriminolog George Kelling, Atlantic Monthly’nin Mart 1982 sayısında, Kırık Camlar “Broken Windows” başlığını taşıyan bir makale yayınladılar.[1] Yukarıdaki deneyden ilham alan bu bilim adamları sosyolojik çok önemli bir kuramı çözüp isimlendirmiş oldular. Onların görüşüne göre, suçla mücadele etmenin en iyi yolu, suçtan önce gelen düzensizlikle mücadele etmekti. Semtlerin ve sokakların görünümüyle hiç kimsenin ilgilenmemesinin nasıl düzensizliğe ve suça sürüklenebileceğini açıklamak için de kırık pencereler imgesini kullanıyorlardı: Kırık bir işyeri penceresi oradan geçenlere bu işyerinin başında kimse olmadığını ya da ilgilenilmediğini düşündürecek, sağa sola taş atan çocuklar birkaç pencereyi daha kıracak, yine yoldan geçenler bu kez sokakla da hiç kimsenin ilgilenmediğini düşünmeye başlayacaklar ve çok geçmeden o sokağı sadece çocuklar ve suçlular kullanacak, bu durum fahişeliği, uyuşturucu satıcılığını ve benzeri karanlık işleri o sokağa çekecektir, ta ki bir cinayet işlenene kadar.[2] Bu teoriyi uygulayıp ufak suçlara ve düzensizliklere meydan vermeyen belediye başkanları şehirlerinde suçların azaldığını ve asayişin çok daha iyi olduğunu açıkladılar.

Aslında bu teoriyi hayatın her alanında görürsünüz, örneğin yeni bir sırayı öğrenciler çizmez, ama çizikse her gelen birşeyler çizer.

Kısaca teoriye göre hiçbir suç küçük değildir, küçük suçlar çok büyük toplumsal suçlara dönüşme potansiyeline sahiptir, o yüzden küçük düzensizliklere ve suçlara da en az büyükleri kadar tepki gösterilmelidir.

Bu ön bilgiden sonra Kuran’a gelelim. İslam’a saldıranlar Kuran’da neden Ebu Leheb hakkında sure indiğini ve tek adamın tehdit edildiğini anlayamıyorlarmış. Akıllarının alması için konuyu kolaylaştıralım. Kırık cam teorisine göre bir şeye zarar verip insanların onu kırık olarak görmesine sebep olursanız sosyolojik olarak o şeyin yağma edilmesi kaçınılmazdır. Ebu Leheb’in İslam’a zarar vermekteki kuvveti ise iki yönden çok büyüktü. Birincisi O Peygamberin amcası idi. Peygambere kendi müşrik amcası sahip çıkmayıp kötülemesi diğer halk üzerinde büyük bir negatif etki oluşturuyordu. (Her ne kadar diğer amcası Hamza ve halaları O’na sahip çıkıyor olsa da). Bu konumundan dolayı, İslam’ı kırar dökerse toplumsal bir linçe dönüşmesi kaçınılmazdı. İkincisi İslam henüz fidan iken vurulan bir darbe büyüyüp çınar olduktan sonra vurulan darbe ile eşit değildir. Bu yüzden Kuran, Ebu Leheb’in şahsında ona ve gelecek tüm Ebu Leheb’lere mesajını verir, konumunu kullanıp İslam’a zarar vermek isteyenlere, düşmanlıkta ileri gidenlere akıbetlerini bildirir.

Kırık cam teorisine göre toplumsal bir linçi veya toplumsal bir yağmayı engellemenin yolu küçük büyük demeden tüm ilk sorunları engellemektir. Bu yüzden Kuran İslam’ın temelini attığı yıllarda büyük bir yağmaya dönüşebilecek tüm sorunlarla ilgilenmiştir ve bu sorunlar aslında tüm zamanlarda Müslümanların karşılaşacağı sorunlar için (şartlar değişik olsa dahi) rol modeller ve örnekler içerir. Ebu Leheb bir tanedir ama tüm zamanlarda konumunu kullanıp İslam’a şiddetli zararlar vermek isteyenler de zamanının Ebu Leheb’leridir. Örneğin İlahiyatçı bir profesör kendini uzun süreler Müslüman olarak gösterip ilerleyen yaşlarında İslam aleyhine konuşacak bir karaktere sahipse bu adam konumundan dolayı normal insanlardan daha fazla zarar verebilir ve Ebu Leheb ayetinin bir muhatabı olması muhtemeldir.

Peki Kuran neden Ebu Leheb’e Tebbet yeda (elleri kahrolsun veya kurusun anlamındadır) demiştir? Ayetin iniş sebebi şöyle: Peygamberimiz İslam’ın henüz başında akrabalarını toplar ve İslam’ı anlatır. Ebu Leheb kibirlenip O’na Tebben leke (kahrolası), bizi bunun için mi çağırdın, der ve ona atmak için bir taş alır. Bunun üzerine bu ayet iner ki görüldüğü gibi Allah aslında Ebu Leheb’e kendi sözleriyle karşılık vermiştir[3] ve bunu fazlasıyla hak etmiştir. Diğer bir konu da İslam düşmanları burada yalana başvuruyor, konuyu bilmeyen insanlara internet üzerinden yayıyorlar ki peygamberin kızları Ebu Leheb’in geliniydi. Ebu Leheb onları boşatınca bu ayet indi. Hâlbuki konu öyle değil, tam tersi. Bu ayet inince karısı artık ben O’nun kızlarını istemiyorum deyip geri gönderdi.[4] Yani bu ayet boşamadan (veya nişan bozmadan) önce inmiştir.

Sonuç olarak; Kırık cam teorisine göre halka açık bir alanda işlenen hiçbir kötülük küçük görülmemelidir. Bu çerçeveden Kuran, Ebu Leheb gibi konumundan dolayı büyük zarar verebilecek bir kişiyi umursamamazlık etmez ve onun şahsında tüm zamanların Ebu Leheb’lerinin akıbetlerini haber verir. Bu yüzden Kuran’da geçen hiçbir mesele önemsiz değildir, bilinç üstüne ve bilinçaltına toplumsal ve bireysel konularda Rabbani mesajlar vermektedir.

KAYNAKLAR

  1. Kelling, G.L. and J.Q. Wilson, Broken windows. Atlantic monthly, 1982. 249(3): p. 29-38.
  2. Marshall, G., O. Akınhay, and D. Kömürcü, Sosyoloji sözlüğü. 2003: Bilim ve Sanat Yayınları.
  3. Beydavi, Tebbet suresi tefsiri.
  4. İbn Esîr, Usdu’l-gâbe, c. 7, s. 384, Heysemî, Mecmau’z-zevâid, c. 6, s. 18, İbn Hacer, el-İsâbe, c. 4, s. 490.

Ayette “Yemeklerinizi yedikten sonra Resulün evinde çok beklemeyin dağılın (Ahzab 53) ifadesini de mübalağalı bir şekilde saptırıyorlar. Yukarıda açıkladığımız gibi Kuran’ı hep kanun açıklayan bir anayasa kitabı zannederseniz bu ayeti anlayamazsınız. Fakat Kuran yaşanan olaylar üzerinden Müslümanları eğittiği için burada Müslümanlara “ev sahibi söyleyemese de siz biraz düşünceli olun” diye ders vererek özellikle İslam’ın çekirdeği ve başöğretmeni olan elçisinin hem söyleyemediği bir sıkıntısını giderir hem de O’nun üzerinden her zaman ve herkes için geçerli olan bir ders verir. Böylece hem ağır vazifeler altına girmiş Resulünün vaktinin israf edilmesini önler, hem de bütün çağlarda gelecek insanlara karşıdaki insanın durumu için anlayışlı olmaya yöneltecek bir öğüt verir, nezaket kurallarına dikkat edilmesini öğretir.

Öncelikle şunu soralım kendimize. Materyalistlerin, insan aklını karıştırmak için kullandıkları bir yanıltmaca olan “şehvet iddiasını” taşıyacak bir adamın özellikleri nasıl olur? Zamanımızda şehvetlerinin peşinde rahatça koşabilmek için Yaratıcılarını inkâr edebilmeyi marifet sanan insanların sayısı arttığı için bunlara bakarak şehvetin kulu olmuş insanları şöyle tanımlayabiliyoruz.

Şehvet düşkünü insanların özellikleri

  1. Şehvetlerinin girdabından çıkamadıklarından dolayı kendilerini karşı cinsiyetle ilişkilerinde sayı yönünden asla sınırlandırmak istemezler. Erkekler üzerinden örnek verirsek, böyle kişiler gördüğü her güzel kadına sahip olmak için can atar. On tanesine sahip olsa yine de bununla sınırlanmak istemez, yüz kadınla ilişkisi olsa yine başka kadınlara da kanca atmaya çalışır. Kısacası şehvetinin peşindeki bir kişi doymak bilmeyen iştahı ile kendini sınırlandırmayı asla istemez. Çünkü ona göre şehveti yaşamının en önemli felsefesidir.
  2. Dizginini kaçırdığı iştahını doyurmak için toplumsal ahlakı kendisine ayak bağı olarak görür ve ahlakın kalkması için çalışır. Ahlakın kalkmasını da ancak dinin kalkmasıyla mümkün olacağını düşünür ve benlik girdabından kurtulamayan “iblis” gibi, bile bile Allah’a savaş bayrağı açar.
  3. Şehvetine yani keyfine düşkün olduğu için, kendinden başkasını çok düşünmezler. Fedakârlık böyle insanların sözlüklerindeki bir kelime değildir.
  4. Allah’a secde etmek için bırakın gece kalkıp sabaha kadar ibadet etmeyi, gündüz rahat zamanda bile ibadet etme zahmetine katlanmamak için Allah’ın olmaması konusunda bir arzu duyarlar. Allah’ın olmadığına önce kendilerini inanmaya hazırlarlar sonra gördükleri en ufak şüphelere büyük bir delil gibi yapışırlar. Önce Allah’ın olmamasını isterler sonra kanıt ararlar yani tümdengelim yaparlar.
  5. Eğer Allah’ın olmadığını ispatlayabilirlerse, evrendeki diğer hayvan kardeşleri gibi sınırsız cinselliğin tadına varabileceklerdir. Hem içlerindeki kendilerini sürekli azarlayan vicdanlarını da tamamen susturabilecekler.
  6. Bu tür insanlar toplumda haya ve utanma diye bir duygu kalmaması için uğraşırlar. Haya kalkarsa sınırsız ve hayvani bir cinselliğe ulaşabileceklerdir.
  7. Şimdi bunları aklınızın bir köşesinde bulundurun ki, yazının sonunda bu tür şehvet düşkünlerinin nasıl tertemiz bir Peygambere dil uzatmaya çalıştıklarını kıyas edebilesiniz. Çünkü ışığın şiddeti ancak karanlığın şiddeti ile bilinir.

Hz. Muhammed şehvet tutkusu var diyebileceğimiz en son insandır

Hz. Muhammed’in evlilik hayatına baktığımız zaman, şehvetle itham edilecek yeryüzündeki en son insan olabileceğini aklı açık olan insan anlar. Çünkü;

  1. İnsan hormonlarının en aktif olduğu yaşlarında bekâr yaşamış, yani 25 yaşına kadar evlenmemiş, dost ve düşmanının tasdiki ile Emin lakabını alan Hz Muhammed’in gençliğinde kimse bir ahlaksızlığını görmemiş, böylece Peygamberlik ona verildiği zaman insanlar kolaylıkla onun peygamberliğine inanmışlardır. Çünkü malumdur ki gençliğinin ahlaksızlıkla geçtiğini gördüğünüz bir kişinin ileride Peygamberlik iddiasına inanmazsınız, böyle bir iddia dallanıp budaklanmaz, zaten ahlaksız bir insan da uzun süre boyunca ahlaklı bir insan taklidi yapıp insanları kandıramaz. Er ya da geç ortaya çıkar. Müşrikler Hz Muhammed’in gençliğini bile ahlaksızlıkla suçlamamışlardır. Eğer suçlamış olsalardı, bunlara verilen cevaplar ciddi bir olay olacağından diğer olaylar gibi mutlaka rivayet kitaplarında yer alacaklardı. Oysa rivayet kitaplarına baktığımızda O’nu mecnunluk ile, büyücülük ile, ayrımcılık ile, yalancılık ile vs. bir çok şey ile suçlayıp iddialarında hezimete uğradıkları halde, gençliğini dahi olsa ahlaksızlık ile suçlamamışlardır. Demek ki zinanın yaygın olduğu, herkesin zina maceralarının gösterilebileceği bir toplumda Peygamber Efendimiz’e kimse bu yönden bir iftira atamamıştır. Her türlü hileyi kabul edilebilir gören müşrik toplum, eğer bu iddialarının tutacağını bilse bunu da yaparlardı, fakat herkes tarafından çok net tanınan bu insana bu yakıştırmanın yapılması kendilerinin haksızlığını ispat etmekten öteye gidemeyeceği için bu yolu deneyememişlerdir.
  2. Hz Muhammed ergenliğin en meraklı ve tutkulu çağları olan 15-25 yaş arasında bekâr yaşamış, yukarıda ispat edildiği gibi ahlaksızlığa yaklaşmamıştır. Bunun aksini iddia eden bir kanıtta yoktur. Yoktan ise ispat değil, şüphe bile olmaz. 25 yaşında iken ise hanımefendiliği ile asaleti ile meşhur kadın Hz Hatice ile evlenmiştir ve 25 sene süren bu evlilik sürecinde başka bir kadınla evlenmemiştir. Oysa kendinden 15 yaş büyük olan bu asil hanım Peygamberimizle evlendiğinde 40 yaşında idi. Efendimiz ise Hz Hatice vefat ettiğinde 50 yaşını doldurmuştu, yani gençliğin hormonlarının eskisi gibi olmadığı ve ihtiyarlığın dinginliğinin ruh dünyasını bürüdüğü bir çağa gelmişti.
  3. Hz Muhammed paraya ve Dünya malına hiç değer vermediği kitaplarda açıkça anlatılmıştır. Dünya malına hiç değer vermeyen ve koca bir devlet kurup yönettiği halde çok fakir bir hayat yaşayan, Hz Ayşe’nin bildirmesiyle aylarca evinde fakirlikten dolayı yemek pişmeyen bir insana, para için Hz Hatice ile evlendi demek yine çok düşmanca bir iddia olur. Vefat ettiğinde kalkanı bir yahudide borç para karşılığı rehin verildiği anlaşılan Hz Muhammed, böyle iftiralardan fersah fersah uzaktır.
  4. Hz Hatice vefat ettikten sonra istese hemen evlenebilirdi, hem de Peygamberdi ve istese Müslümanlar kızını ona nikâhlamak için sıraya girerlerdi. Çünkü değil kızlarını nikâhlamak, Müslümanlar onun için canlarını ve mallarını vererek bunu ispat etmişlerdi. Evliliğe alışan birinin bir eşsiz yaşadığı zamanların acısı ise katlanılması ne kadar zor olduğunu, eşini kaybetmiş yaşlı insanlara sorarsanız anlayabilirsiniz. Böyle bir durumda tam 3 sene evlenmedi. Oysa onu bağlayacak bir durum yoktu. Şimdi şu zamanın şehvetperest insanlarının elinde böyle bir imkân olsa 3 sene, 1 sene, 1 ay değil, 1 gün beklerler mi? Çok evliliğin zaten kültürel bir gelenek olduğu toplumda evinde bir kadın bile olmadan 3 sene yaşarlar mı?Şehvet ile itham edilecek en son insana şehvet isnat etmek insanoğlunun zalimliğinin ve cahilliğinin sınırı olmadığını gösteriyor.
  5. Hayatının son on yılında ise 10 kadınla evlenmiş, Bunlardan ilk evlendiği Hz Sevde 53 yaşında dul, Huzeyfe kızı Zeynep 60 yaşında dul, Ümmü Seleme 65 yaşında yanında beraber kalan 4 çocuğu ile dul idi. Görüldüğü gibi şehvetini düşünen bir insanın, değil evlenmek Selam bile vermeyeceği yaşlı insanlar ile neden evlenmiştir? Öyle ise onun evliliklerinde şehvet aramak büyük bir yanılgı olacaktır. Hz Cüveyriye ve Hz Safiye ise savaş esiri olup onları diğer savaş esirlerinden ayıran özellik ise her ikisinin de kabile reislerinin kızı olması idi. Cariye olarak yani hizmetçi olarak kullanılacak bu kadınların gururlarını Peygamberimiz, onları eş olarak alıp kurtarmıştır. Böylece kabilelerinin ve onlara yakın kabilelerin düşmanlığını azaltmış veya gidermiştir. Burası çok önemli Peygamberimizin aldığı bu iki kadın da savaştığı kabilelerin şeflerinin kızı olup, bu nikah ile o kabilelerin düşmanlığını azaltmıştır. Bu pak hanımlarında Peygamberimizi ne kadar çok sevdiğini ve sadakatlerini, hayatlarını okuyarak öğrenebilirsiniz.

Peygamber, tek cariyesiyle de evlenmiş

Ayrıca Peygamberimizin Mısır kralı Mukavkıs’a İslam’a davet mektubu göndermesiyle birlikte, Mukavkıs bu davete çeşitli hediyeler ve iki cariye göndererek mukabele etmiştir. İşte bu cariyelerden biri ile yani Mariye ile evlenmiş, diğerini de başka bir sahabe ile evlendirmiştir. Bir devlet başkanından diğer bir devlet başkanına hediye olarak giden cariyelerin ikisinin de bayağı bir güzel olduğunu söylemeye gerek yoktur herhalde. Fakat güzelliklerine rağmen Efendimiz yalnızca biri ile evlenmiştir. Şimdi düşünün şehvet düşünen bir insana iki güzel cariye hediye olarak gelmişken ve cariyeliğin normal olduğu bir toplumda hiçbir ayıplama ile de karşılanması mümkün değilken neden sadece bir tanesi ile evlendi.

Cevabı şu idi; O hiçbir zaman keyif için evlenmemişti. Bu iki cariyeden bir tanesini kabul etmesi ise Mısır devleti ile dostluğun pekiştirilmesi amaçlı olduğunu düşününce anlayabilirsiniz. Hz Ayşe ise Peygamberimizin her halini hareketini gelecek nesillere aktarıp ders veren en iyi öğretmen olduğuna bakılırsa, Öğretmenliğinin yanında İslam ordusunu yönetecek kadar gözüpek bir yapıda olduğu da düşünülürse O’nunda peygamberin kutlu evine seçilen diğerleri gibi sıradan bir kişi olmadığı anlaşılır. Fakat O’nun hakkında eski zaman İslam düşmanlarının uydurdukları ve yeni zaman İslam düşmanlarının ise bir şey bulduk diye sevinmeye çalıştıkları, küçük yaşta evlenmesi doğru değildir. O 17 yaşında evlenmiştir. Başka bir yazımızda bunu da detaylı açıkladık. Sitemizden bakabilirsiniz. Bu İslam ve İnsan düşmanlarının en çok kullanmaya çalıştıkları ve insanları şaşırtmaya çalıştıkları Hz Zeynep ile olan evliliğini ise şimdi inceleyeceğiz.

Peygamber Zeyd’i köle iken neden hür bir evlatlık yaptı ve Zeynep ile evlendirdi?

Zeyd, henüz Hz. Muhammed’in peygamber olmadığı zamanlarda köle pazarından satın aldığı ve bir zaman sonra babasının onu bulup para karşılığı geri istemesine rağmen babasıyla gitmeyip Peygamberimizle kalmayı tercih eden bir kişidir. Bu olaydan sonra Peygamberimizde onu köle olarak değil evlatlık olarak kabul etmiştir.

Kuran’ın birçok ayetinde kölelerin özgürlüğüne kavuşturulmasını veya onlara yardım edilmesini belirten ayetler vardır.

“Allah, boş bulunarak ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz. Ama bile bile yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bu durumda yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on yoksulu doyurmak, yahut onları giydirmek ya da bir köle azat etmektir.” Maide 89

“Kadınlarından zıhar yaparak ayrılıp sonra da söylediklerinden dönecek olanlar, eşleriyle birbirlerine dokunmadan önce, bir köle azat etmelidirler.” Mücadele 3

Köleliğin kaldırılması örnek olarak ve zamana bırakarak mümkündü

Kölelik alışkanlığının bir anda kaldırılmaması da o zaman da kurulmuş sosyal düzenin hemen koparılamayacak bir parçası olmasındandır. Eğer bir anda kaldırılsaydı sosyal düzende büyük yaralara sebep olacaktı. Üstelik İslam’ın düşmanları savaşta ele geçirdiği Müslümanları köle olarak kullanabilirdi. Bu sebeplerden dolayı Kuran köleliği bir anda kaldırmamış fakat kölelik anlayışını zayıflatmıştır. Kuran, köleliğe sıcak bakmadığını, doğru olanın köle azat etmek olduğunu belirterek, kölelik sorununun zamanla kaybolmasını sağlamıştır. Kuran, bir sosyoloji ve psikoloji hekimidir, zina, içki gibi bazı toplumsal tümörlere acil rezeksiyon (kesip çıkarma) uygularken, bazılarını ise sunduğu reçetelerle zaman içinde tedavi eder.

Kölelerin de bir insan olduğunu göstermek adına Peygamberimizin yaptığı devrim niteliğindeki icraatlarından biri de bir köle damgası yemiş ve o zamanın ağır kast sistemine göre aşağılanan bir insanın hiç olmayacak bir şekilde üstün bir aileden, Abdulmuttalib’in torunlarından, Peygamberin halasının kızı Zeynep ile evlendirilmiş olmasıdır. Topluma yer etmiş yanlış alışkanlıkların acil kaldırılması gerekenleri ve kaldırılabilecek olanları Peygamberimiz hep kendi akrabalarından başlayarak kaldırmıştır. Örneğin ilk kaldırdığı faiz amcası Abbas’ın alacağı faizdir. Yine ilk kaldırdığı kan davası amcası Haris’in kan davası olmuştur. Savaşlarda da kendisi ve yakınları hep en ön saflarda savaşmışlardır.

Peygamber’in akrabalarından beklediği fedakarlık

Kölelerin de insan olduğunun topluma hatırlatılması ve bu derin kast sisteminin buzlarının eritilmesi için yine kendi yakınlarından fedakarlık beklemiştir. Bunun için 35 yaşına kadar kimseyi kendine denk görmediğinden evlenmek istememiş olan halasının kızı Zeyneb’in Zeyd ile evlenmesi için halasının kapısını çalmıştır. Fakat bu kız isteme onlarda buz gibi bir soğuk duş etkisi yapmıştır. Zeynep ilk başta Peygamberimizin kendi için geldiğini zannederek ümide kapılmış, daha sonra Zeyd ismini duyunca reddetmiştir. Fakat bu mesele için, Allah, Zeynep annemizin şahsında tüm inananları uyarmıştır;

“Allah ve Peygamberi bir iş, bir mesele hakkında hüküm verdiğinde, artık hiç bir mü’min erkeğe ve kadına kendi iş ve meselelerinde istediklerini seçmek uygun olmaz. Kim Allah ve Peygamberine karşı gelirse, gerçekten o, açık bir sapıklıkla sapıtmış olur.” Ahzab 33

Bu ayetten sonra Hz Zeynep ‘O zaman ben de Allah ve Resûlü’ne âsi olmam, ben de onu eş olarak kabul ettim’ demiştir1. Dengini bulup evlenememişken, köle diye anılan biri ile evlenmesi onun için zor olmuştur. Bir sene süren evliliklerinde huzuru bir türlü yakalayamamışlar, her ikisi de Peygamber eliyle evlendirildikleri için bu evliliği çabuk bozamamışlardır. Fakat bir sene sonunda Zeyd iyice bunaldığı için Hz Peygambere gelip boşanmak istediğini birkaç defa söylemiş, Hz Peygamber ise ona her seferinde sabretmesi ve Allah’tan korkması gerektiğini, ve boşanmamasını bildirmiştir. Bu konuşmalar ayet ile sabittir.

“Hani (sen), kendisine hem Allah’ın ni’met verdiği, hem de senin ni’met verdiğin kimseye (Zeyd’e): ‘Zevceni üzerinde (nikâhında) tut ve Allah’dan sakın!’ diyordun; Allah’ın, kendisini ortaya çıkarıcı olduğu şeyi ise, içinde gizliyordun ve insanlardan çekiniyordun. Hâlbuki Allah, kendisinden çekinmene daha lâyıktır. Buna rağmen Zeyd (kendisini fazîlet cihetiyle ona koca olarak denk görmediğinden) ondan ihtiyâcı (olan boşamasını) yerine getirince, onu sana (biz) nikâhladık; tâ ki, kendi(zevce)lerinden alâka(larını) kestikleri zaman evlâdlıklarının zevceleri (ile evlenmeleri husûsu)nda mü’minlere bir zorluk olmasın! Ve Allah’ın emri, (böylece) yerine getirilmiş oldu.” Ahzab 37

Görüldüğü gibi Peygamberin muhtemelen uzun uzadıya verdiği sabır telkinleri ve “Allah’tan kork” tavsiyesi özet olarak ayete girmiştir.

Ne olduğu belirsiz bir rivayet

İslam düşmanları uydurma olduğu hadis eleştirmenleri tarafından onaylanan hadis kitabında geçen bir rivayeti göstererek sözde Peygamberimizin bir gün Zeyd’in evine gittiğini, Hz Zeynebi gündelik kıyafetleri içinde gördüğünü, sonra “Kalpleri evirip çeviren Allahım” diyerek oradan uzaklaştığını dillerine dolar, malzeme olarak kullanmaya çalışırlar. Bilmeyen insanları kandırmak için onu çıplak gördü gibi hadiste geçmeyen nefret söylemlerini de uydurarak eklerler. Oysa bu hadisi İbnü’l-Arabî, İbn Kesîr gibi birçok ilim adamı eleştirdiği gibi, şimdi de üzerinde uzlaşma ile uydurma olduğuna yönelik görüşler çoktur.2 Çünkü bir defa Hz Zeynep, Peygamberin halasının kızıdır ve Hz Zeyd ile evlendiğinde bile Hz Peygamberi sıklıkla görmektedir.

Çünkü ilk Müslümanlardan olan ve Mekke’deki zorlukları yakından yaşayan bu halasını Peygamberin sıklıkla ziyaret etmesi olağandır ve Hz Zeynep ile bir kuzen tanışıklığı kurulmamış olması düşünülemez. Aynı şehirde yaşayan kuzenler günümüzde bile birbirlerini ailelerinden biri gibi iyi tanırlar. O zamanda ise küçük bir toplumun içinde, kabilecilikte yaygın olduğu için akrabalar çok daha iyi ilişkilere sahip idiler. Yani Hz Peygamber, Hz Zeynep’i, onun yüzünü, huyunu, mizacını çocukluğundan o ana kadar hallerini, kızı Fatma’yı tanıdığı gibi tanıyordu. Onu farklı bir kabileden gelin getirmiş değildi. Yani Peygamberimiz kadınların güzelliklerine değer vermiş olsa onunla çoktan kendisi evlenmişti.

Hz Hatice’den sonra 3 sene bekar yaşaması ve sonrasında da, kendisine istese hemen verecekleri hala kızını kölesi ile evlendirmesi ve aralarının bozulmasından endişelenerek Zeyd’e “Allahtan kork” demesi Hz Zeynep ile evlenme niyetinin olmadığını gösterir. Hem Arabistan gibi sıcak bir memlekette yaşayan 35 yaşındaki bir kadının, genç ve bakire kızlara göre çekiciliği olduğu düşünülemez. Peygamber şehvet istemiş olsaydı böyle dedikodulara hiç bulaşmadan istediği kadar bakire ve genç kızla evlenebilirdi. Çünkü o toplumda çok eşlilik zaten olağandı ve kimse bakire kızlarla evlendi diye O’nu suçlamazdı. Çünkü bunu herkes zaten yapıyordu. Öyle ise Hz Zeynep ile evliliği çekicilik üzerine olamaz.

Allah’ın, kendisini ortaya çıkarıcı olduğu şeyi ise, içinde gizliyordun

Ayette geçen “Allah’ın, kendisini ortaya çıkarıcı olduğu şeyi ise, içinde gizliyordun” ifadesi, Peygamberimizin gelecekte Hz Zeyneb ile evleneceğinin, Peygamber tarafından anlaşılmasından ve O’nun bundan dolayı içinde korku duymasından dolayıdır. Korkuyordu çünkü halkın dedikodu yapacağını biliyordu ve bu evliliği bundan dolayı istemiyordu. Allah’ın düşmanı olan insanlar o günden bugüne kadar bu evliliği malzeme edinmek istemişlerdir. Peygamberler ilhama çok açık kişilerdir, onlar ilham ve rüyalar ile bazen gelecekte olacak olayları görebilirler. Fakat çoğu zaman ise bizler gibi geleceği bilmeyerek yaşamaya devam ederler. Örneğin yukarıda, Allah’ın düşmanı kişiler tarafından arkasına düşülen uydurma hadise karşın, Peygamberimizin vefat ederken hanımlarına söylediği “Bana en önce kolu en uzun olanınız kavuşacaksınız”3 gibi gelecekten haber verdiği bir söze hiç yer vermezler.

Hz Aişenin deyimiyle uzun kollu olmak demek en cömerti olmak demek idi. Hz Zeynep ile çok iyi anlaşamamasına rağmen yine onun sözleri ile en cömert hanım Hz Zeynep idi. Peygamberden sonra ilk vefat eden de yine Hz Zeynep idi. Bu işareti de doğru çıkan Rasulullah’ın bunları bilmesi elbetteki mekanizmasını bilemedeğimiz ilham alemlerine açık olmasından dolayıdır. Daha nice gelecekten verdiği haberleri (uydurulma hadisler hariç) doğru çıkan Rasulullah’ın Hz Zeynep ile evleneceğini ilham olarak bilmesi normaldir. Ayrıca yukarıdaki hadisi ağızlarına sakız edenlerin, Peygamberin Hz Zeynep ile evlenirken iki kişilik yemek ile insanları onar onar çağırıp doyurması mucizesinden neden bahsetmemektedirler?

Öyle ya, eğer doğruluğu kuvvetli şüpheler içeren bir hadis üzerinden Peygamberi itham edecekseniz, doğruluğu birçok sahabe tarafından bildirilmiş şu olayı da kesin olarak kabul etmelisiniz. Eğer bunu kabul ederseniz Hz Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu da kabul edeceksiniz ve Hz Zeynep ile evliliği hakkında şüpheleriniz iptal olacak. Yani mantığınızla bir kısır döngüye girmiş durumdasınız. Öyleyse mecburen uydurma olduğu çok belli olan veya ciddi şüpheler barındıran bir hadis ile peygambere asılsız ithamlar yakıştırmayacaksınız. Tabi eğer mantık dairesinde değil de içlerinde besledikleri hasetten dolayı yapıyorlarsa, diyecek sözümüz yok.

Hz Muhammed, Zeyd’in evliliğini neden istedi?

  1. Hz Muhammed, Zeyd ile Zeynebin evliliğinde kast sistemini kaldırmak ve insanların eşit olduğunu göstermek istiyordu.
  2. Köle olarak bilinen bir insanı asalet ve güzelliği ile tanınan bir kadınla evlendirmesi çok uç bir örnek olmuştur. Bununla insanların eşitliğinin tam olduğunu göstermek istemiştir.

Peki, Allah, evlatlığın eşiyle evlenebilme iznini neden verdi? Bunun faydası ve amacı nedir?

İlkin şunu belirtmemiz gerekir ki Yüce Allah bir şeyin olmasını istediği zaman onun çok amaçları, gayeleri bulunur. Fakat Kuran’da bunları detaylı bir şekilde açıklamaz, akla bir anahtar verir; akıl, anahtarı kullanarak kapıları kendi açar. Bunu ayetlerin hemen hepsinde görebilirsiniz, Allah amaçlarının sadece bir kısmından bahseder fakat ortaya çıkan işin amaçları çoğu zaman sayılmakla bitmez. Bizim burada söyleyeceğimiz amaçlar bizim görebildiklerimizdir, tabi ki hepsi değildir. Bunlar;

  1. Hz Zeynep ve ailesi büyük bir sadakat imtihanından geçirilmiş ve bu imtihanı geçmişlerdi. Allah’a ve Resul’üne olan sadakatlarını, kendilerine çok ağır gelen bir olayda göstermişlerdi. Fakat bu durum neticesinde duygusal ve psikolojik anlamda yıpranmışlar, kimseye layık görmedikleri kızları artık köle birinin dul bıraktığı kadın olarak tanınmıştı. Böyle bir kadının da o dönemde artık yeniden normal bir evlilik yapması mümkün değildi. Bu durumda iken Hz Peygamberimizle evlenmesi ise onu böyle zor bir durumdan çıkaracak ve diğer insanlar tarafından tekrar hürmet edileceği bir konuma yerleştirecekti. Onun sabrının mükâfatı da bu oldu. Böylece bir köleyle evlenmenin kadının değerini düşürmeyeceğini de insanlar öğrenmiş oldu.
  2. Bu evlilik, Hz Peygamber için de bir zor idi ki ayetin tabiri ile insanların dedikodularından korktuğu için bu evliliği istemiyordu. İstese 35 yaşında bir kadın yerine nice genç eşler alırdı da kimse onu ayıplamazdı. Çünkü o zamanki toplumlar için normal olan bir şeydi. O ise daha önce anlattığımız gibi evliliklerini kendi nefsi için yapmadı. Evlendikleri kadınların çoğunun yaşlı ve dul olması bunu ispatlar. Fakat her şeyi en iyi bilen Rabbinin emrine uydu ve bu emir Rabbinden gelince huzur buldu. Çünkü Rabbi razı olursa, bütün insanlar küsse de önemi yoktu. Doğru olanı yapmanın rahatlığını vicdanında duydu. Böylece O da kendi imtihanını başarı ile tamamladı.
  3. Bu evlilikte sadece Hz Peygamber ve Hz Zeynep’in zorlanması söz konusu değildi. Biraz dikkat edilince şehvet kaygısından çok uzak olduğu belli olan bu evlilik aslında Müslümanlar ve diğer bütün insanlık için de bir turnusol kağıdı* idi. Evet, niyeti bozuk olanlar, bozuk bir bakış ile baktıklarında bu evlilik onları iyice bozarken, Müslümanlar ise dengeli ve dikkatli bir bakışla Peygamberlerinin ne kadar büyük bir insan olduğunu, ne kadar büyük imtihanlardan geçtiğini, şehvet kaygısından ne kadar uzak olduğunu görerek Hz Muhammed’e olan inançlarını bir kat daha artırmışlardır.
  4. Bu evlilikte Hz Zeynebin üstünlük hisleri de törpülenmişti. Bu da Hz Zeynebin, Peygamber evinin temiz sahiplerinden olmadan önce bu tür duygulardan arınması açısından Hz Zeyneb’e yararlı olmuştur.
  5. Diğer bir sebebi de evlatlıkların hanımlarını biyolojik oğulun hanımları gibi görme âdetini, yani hayali, suni akrabalığın gerçekte olmadığını topluma öğretmektir. Peygamberin evliliğinden sonra dedikodular ortaya çıkınca Yüce Allah bu duruma müdahil olmuş ve şu sözleri ile Müslümanlara ders vermiştir; “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirisinin babası değildir; fakat Allah’ın Resûlü ve nebilerin sonuncusudur. Allah ise, herşeyi hakkıyla bilendir.” Ahzab 40
  6. Allah, yine bu evlilikle köle biri ile evlenmiş bir kadının değerinin düşmediğini topluma göstermeyi diliyordu.

Daha bunun gibi göz önünde olan sayısız faydaları ve sonuçları belli olmuş bir evlilik elbetteki her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.

Peki, şimdi evlatlığın neden gerçek akrabalıktan kaldırıldığını inceleyelim. 

Kuran evlatlık olan bir çocuğun kendi öz evladı olamayacağını ve bu hayali akrabalığın evlenme, miras, mahremlik gibi İslam kurallarına tabi olamayacağını bildirmek için evlatlık bir çocuk ile biyolojik evladı birbirinden ayırmıştır. Bunun çok büyük faydaları olup ayrı bir makale konusu olmasına rağmen özet olarak bahsedecek olursak;

  1. Hayali akrabalık evlenme konusunda bir sınırlayıcı olamazdı. Çünkü aile içi olan yasak olan evlilikler de insan biyoçeşitliliğinin ve aile içi hürmetin korunması amacı vardır. Biyoçeşitliliğin kaybolması ise biyolojik bir türün felaketidir ki bu konuda biyolojik makaleler okuyabilirsiniz. Ayrıca birinci dereceden biyolojik akrabalıklara getirilmiş evlenme yasaklarının (örneğin kardeş evlilikleri, veya anne-çocuk evliliği) psikolojik sakıncaları da vardır ki, evlat edinilen bir çocuk bu psikolojik sakıncalardan uzaktır. Örneğin aynı evde büyüdüğü karşıt cinse rahatlıkla âşık olabilir. O senin kardeşin diye anlatamazsınız. Bu yüzden evlatlıklar biyolojik evlat gibi değildir.
  2. Miras yönünden bakarsak, evlatlığa mirastan diğer kardeşlere ayrılan kadar pay ayrılması, öz kardeşler içinde evlatlık çocuğa karşı bir kin oluşmasına yol açacaktır. İnsan, tabiatı gereği böyle bir durumu hemen kolaylıkla kabul edemeyeceği bir gerçektir. Oysa öz kardeşler arasında paylaşılan mala “elaleme gitti” gözüyle kimse bakmamaktadır. Burada da hayali akrabalık ile biyolojik akrabalık büyük fark oluşturmaktadır.
  3. Hayali akrabalık biyolojik akrabalığın duygusal-psikolojik yönlerini tam taşımadığından mahremlik konusunu değiştirebilir. Örneğin, geç yaşta eve alınmış bir erkek evlatlığın, kız kardeş, teyze, hala gibi psikolojik yönlerin etkili olduğu bir akrabalığı hissedememesi normaldir.

Bu gerçeklere karşın Kuran’ın yetimlere verdiği değeri 20 küsur ayetinde görebilirsiniz. Yetim malı yiyenleri tehdit eder, Yetime yardım edilmesini, sevgi gösterilmesini ister, yetimi azarlamayı yasaklar.5 Yani Kuran yetimlerin bakımını üstlenmeyi emrederken, onları diğer çocuklardan bir adım önde tutar ve azarlanmalarını da ayetlerle yasaklar. Fakat, insan doğasını da göz önünde bulundurarak biyolojik evlat gibi olmadığını da açıklar.

Sonuç

Yazımızın girişinde şehvet insanlarının özelliklerini maddeler halinde vermiştik. O maddelere dikkat edilince Hz Peygambere taban taban zıt insan profilinin ortaya çıktığını görürsünüz. O, devrinin kötü alışkanlıklarından, aşırılıklarından en çok uzak duran insandı. Şehvet düşkünü insanlar gibi zinanın yaygınlaşması için değil kalkması için çalıştı. Rahatına düşkün insanlar gibi kral hayatını değil, her gece sabahlara kadar Rabbine secde edeceği kul hayatını seçmişti. Bugünün haramzade insanları gibi çatlayana kadar yemeği serbest etmek yerine günlerce oruç tutarak rahatlık kaygısında bir insan olmadığını ispatlamıştır. Daha O’nun güzellikleri o kadar çoktur ki kitaplar alır.

Gerçeği arıyor isek Peygamber hakkında söylenen sözleri şu şekilde değerlendirmemiz gerekiyor. Materyalistler tarafından Peygamber hakkında yapılan kötü betimlemeler tamamen hayal ürünüdür ve kötü bir niyetle insanların hal ve hareketlerinden tahminler çıkarmaya çalışmaktır. Fakat net görünmeyen bulanık bir tablo üzerinden Peygamber hakkında bir takım olumsuz yorumlar yapılıyor ise ve bu belirsiz tabloya o taraftan değil de bu taraftan da bir bak denildiğinde, görüntünün, mateyalistlerin karalamaya çalıştıkları gibi olmadığı ihtimali de ortaya çıkar ise, bu bulanık tablo üzerinden peygamber hakkında karar vermenin yanlış olduğu anlaşılacaktır.

Öyle ise Hz Peygamber hakkında betimlenmeye çalışılan olumsuz yorumlar gerçeği yansıtmaz, öyleyse Peygamber hakkında bilgi sahibi olmak için Peygamberi bütün yönleriyle incelemelisiniz. Bo konuyu Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ispatı yazımızda anlattık. Fakat diğer özellikleri incelerken öncelikle mutlaka onu sevenlerinden dinlemeli ve okumalıyız. Çünkü insan elindeki tohumdan ne çıkacağını görmesi için ona bir şans vermesi ve toprağa ekip sulaması gerekir. Kötü bir ağaç olursa onu sonradan tahrip edebilir fakat kötü bir ağaç olma düşüncesinden dolayı en baştan tahrip ederse o ağacın ne olduğunu bir daha asla öğrenemeyecektir. Bu yüzden bir insanı önce kötüleyenlerden değil sevenlerinden her yönü ile dinlemek gerekir.

Yazımız boyunca anlattığımız gerçekleri toplu halde düşündüğünüzde Hz Peygamber’in şehvet ile itham edilecek en son kişi olduğu anlaşılabilir.

Referanslar

1) Taberî, Câmi‘u’l-Beyân, XX, 271; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân’i’l-Azîm, VI, 417

2) İbn Kesîr, VI, 420; İbnü’l-Arabî, III, 1542 vd.; Krş. Zemahşerî, III, 427

3) Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 101; Tabakât, 8: 108; Hilye, 2: 54.

4) Buhârî, “Nikah”, 67/65; Şâmî, XI,202-203.

5) Ayet no: (2:83, 2,177, 2:215, 2:220, 4:2, 4:3, 4:6, 4:8, 4:10, 4:36, 4:127, 6:152, 8:41, 17:34, 59:7, 76:6, 89:17, 90:14, 9:15, 90:16, 93:6, 93:9, 107:2)

Soru: Talak 4’e göre adet görmeyen yani küçük kızlarla evlenilebilir mi? Kuran’da çocuk evliliği ile ilgili bir ayet var mıdır?

Cevap: Önce ayete bakalım;

Talak 4: “Hanımlarınızdan adetten kesilmiş olanlar hakkında şüpheye düşerseniz iddetleri (bekleme süreleri) üç aydır; adet görmeyenler de öyledir.”

Bu ayette “adet görmeyenler” deniyor. Bazı meallerde bu ifadenin başına “henüz” kelimesi eklenmiş fakat ayette öyle bir ifade yok. İlk müfessirlere göre bu ifade bir hastalıktan dolayı adet göremeyen kadınlardan bahsediyor.

Bazı müfessirlerin yorumu

Kuran’ı sistematik olarak tefsir eden en eski müfessirlerden olan Mücahid (642-723) der ki;

“Bu ayet, gördüğü kan ay başı kanı mıdır, yoksa bir hastalık kanı mıdır bilemeyen, istihâze (hastalık) gören kadın hakkındadır… Eğer o kadının gördüğü kan yaşlılıktan mıdır, yoksa bilinen ay hali kanı mıdır, yoksa istihâza (herhangi bir rahatsızlıktan dolayı gelen) kanı mıdır belli olmadığından dolayı şüphe edecek olursanız, iddet(leri) üç aydır…” (Bkz. Kurtubi tefsiri)

Yine ilk müfessirlerden olan İkrime bu ayet hakkında der ki; Ay hali kanı doğru dürüst bir âdete bağlı olmayan istihâza (hastalık) kanı gören kadının hali de şüpheli hallerdendir. Böyle bir kadın aybaşında bir kaç defa kan görmekle birlikte, bazan bir kaç ayda bir defa kan görür. (Bkz. Kurtubi tefsiri, Taberi tefsiri)

Yine Eşheb emziren kadınların adetlerinin bir seneye kadar geciktiğini ve ayetin herhangi bir nedenden dolayı adetleri geciken kadınlardan bahsettiğini söylemiştir. (Bkz. Kurtubi tefsiri)

Abd b. Humeyd’in Amr b. Dînâr’dan bildirdiğine göre Câbir b. Zeyd âdet görmesi uzamış ve niye uzadığını bilmeyen boşanmış genç kadın hakkında iddetini üç âdet görmekle doldurur” dedi. Tâvus: “Böylesi birinin iddeti üç aydır” dedi. (Ed Durrul Mensur tefsiri)

Zühri ve İbn-i Zeyd ise bu ayet hakkında “Genç yaşta âdetten kesilen kadın ise hamile olup olmadığı ortaya çıkıncaya kadar beklemek zorundadır. Onun iddeti budur.” demişlerdir (Taberi tefsiri)

Yani birçok ilk müfessir bu ayetten çocukluk değil hastalık halini anlıyorlardı.

Mantıksal sebepler, Kuran’da çocuk evliliği olmaz der

Çocukların evliliğinin anlaşılması şu açılardan da ayete uymamaktadır.

1- Öncelikle 3 ay boyunca kadının kocasının evinde beklemesinin bir hikmeti, belki pişman olurlar ve birbirlerine dokunamadıkları bu zaman diliminde pişmanlık duyup tekrar barışırlar diyedir. Diğer bir hikmeti ise kadın hamile ise belli olması içindir. Hamile olmak için de adet olmaya başlamış olmak gereklidir. Yani hiç adet olmaya başlamamış kızlardan bahsettiğini düşünmek ayetin amacına uymamaktadır. O halde yukarıda bahsedilen sahabe ve tabiin müfessirlerinin anladığı ve aktardığı şekliyle “adet olmayanlar” ifadesi bir hastalıktan dolayı adet olması kesilenler veya hastalık kanı gelip te adet olup olmadığı belli olmayanlardır.

2- Dr. Fatih Orum* ayeti Arapça gramer açısından incelediğinde ayetin yine küçüklerden bahsetmediğini şöyle ifade ediyor:

“Arapça’da “lem = لم” edatı dili ve mişli geçmiş zamanın olumsuzu (cahd-i mutlak), “lemmâ = لما” edatı ise şimdiki bitmiş zamanın olumsuzunu (cahd-i müstağrak) ifade etmek için kullanılır. Dolayısıyla “henüz” anlamını “lem” değil “lemmâ” edatı verir. “lemmâ = لما” edatı başına geldiği muzari fiilin zamanını geçmişe, anlamını olumsuza çevirir. Fiilin henüz olmadığı ama olmasının beklendiği anlamını kazandırır. Ayrıca çocuk için “hayız görmedi” ifadesi kullanılmaz. Çünkü zaten hayız görmediği için çocuktur. Bu ifadenin kullanılması için şahsın önce hayız görmeye başlaması sonra da çeşitli sebeplerle hayız görememesi gerekir.”

3- Nisa 6 ayetinde de şöyle buyrulmaktadır:

““Yetimleri, evlenme çağına gelene kadar deneyin; onlarda rüşde erme görürseniz mallarını kendilerine verin; büyüyecekler de geri alacaklar diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin.”

Bu ayete göre de evlenme çağı diye bir çağ var ve bu çağ rüşde erme yani aklın başa gelme çağıdır. Rüşd çağı ise mallarını nasıl harcayacaklarını bilecekleri bir olgunluğa ulaşmaları olarak tarif ediliyor bu ayette. O halde ayetten anlaşılan kızların akılları başlarına gelip mallarını nasıl harcayacaklarını bildikleri dönemleri rüşd dönemidir ve bu dönem evlenme çağlarıdır. Buna muhalif olarak bu ayetten küçük yaşlardaki kızlar ifadesini çıkaran kişilerin hükümleri doğru değildir.

Soru: Hz. Muhammed ve Hz. ömer neden küçük yaşta kızla evlilik yapmıştır? Cevap: Hz. Muhammed küçük yaşta kızla evlenmedi. Çoğu 60 yaşının üzerinde ve Hz. Aişenin yaşı da 17 idi. Bu konuda 20 tane delil var. Sitemde 42 nolu yazıya bakabilirsiniz… Fakat diğer sahabelerin evlendiğini kabul etsek bile bu durum kültürel birşeydir ve Allah’ın emri değildir. Her kültürü kendi değer yargıları içinde değerlendirmek lazım. Yoksa Türkiye’den bakıp “Afrika’nın bazı yerlerindeki kadınlar neden göğüsleri tamamen açık dolaşıyor vay ahlaksızlar” demek doğru bir yargı değildir. Aynı şekilde İsveç’te kızların bekaret kaybetme yaşı 12’ye inmiş onlara da vay ahlaksızlar denmez. Toplumsal değerler bunlar ve zaman içinde sürekli değişir.

Sonuç olarak

  1. Talak 4 ayetinin “küçük kızları veya çocukları” kast ettiğini düşünmek “hastalıktan dolayı adetleri kesilenleri” kast ettiğini düşünmekten daha zor bir çıkarımdır.
  2. Birçok ilk dönem müfessirleri bu ayetin hastalıktan veya emzirmeden dolayı adetleri kesilenler hakkında olduğunu söylemişler.
  3. Dr. Fatih Orum’un gramer çözümlemesi de ayetin çocuklardan bahsetmediğini gösteriyor.
  4. Kuran’da kızların evlilik çağı rüşd çağı yani aklın başa gelip malının kontrolünü sağlayabilecek olgunluğa ulaşma çağı olarak nitelendirilmiştir. Bu sebeplerden dolayı Kuran’da çocuk evliliği ile ilgili açık veya kapalı bir ayet vardır denilemez.

*Orum, F. (2009). Kuran Işığında Küçüklerin Evlendiril (eme) mesi Meselesi. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (19), 137-158.

İslam'da cariyelik yoktur. Fakat cariyeliği bırakmak istemeyenler için cariyelerin haklarını düzenleyen ayetler vardır. Daha önceki 168 nolu yazımda İslam’ın kölelik ve cariyeliği emretmediğini, tam tersine kölelik ve cariyeliğin bitirilmesini tavsiye ettiğini fakat kesin bir dille de yasaklamadığını anlatmıştık. Bugün cariyelik kavramını ve neden kesin dille yasaklanmadığını anlamaya çalışacağız.

Öldürmek esir almaktan daha büyüktür

Öncelikle bir insana yapılacak en büyük zulüm nedir diye sorsam cevabınız ne olurdu? Evrensel insan hakları açısından cevap bir insanı öldürmektir. Yani öldürmek en büyük suçtur, çünkü kişinin geleceği hakkındaki tüm güzellik planlarını ve ihtimallerini sıfırlamış olursunuz. Vereceğiniz her acı belki telafi edilebilir ama ölümü telafi edemezsiniz.

Peki biz insanlar neden düşmanları savaşta öldürürüz. Neden teröristleri öldürürüz? Mademki öldürmekten kötü bir şey yoksa biz neden öldürüyoruz. Burada itiraz edeceksiniz ve diyeceksiniz ki: Bizde kimseyi öldürmeyi istemezdik ama biz onları öldürmesek onlar şehre gelip bizi öldürecek, savaşta silahların eşitliği ve orantılı bir mücadele için düşmanın yaptığını yapmasak yeryüzünde denge olmaz. Eğer insan öldürme bir gün tamamen kalkarsa biz de kimseyi öldürmeyiz.

İslam'ın öğretilerinde Kölelik ve Cariyelik yoktur

Bakın en büyük kötülüğü işleyen günümüz insanlarının verebileceği en makul savunma bu şekilde olacaktır. Fakat eğer gelecekte insan öldürme tamamen kalkar, tarihe karışırsa gelecek nesiller sizleri birer cani ve barbar olarak görecekler, eleştirecekler. Nasıl böyle bir işi atalarımız canice yapıyormuş diyecekler. Fakat o gelecek nesillere uzaktan çok kolay gelen bu işi kaldırmak şu an için mümkün değil, çünkü savaşta “silahların eşitliği ve mütekabil kuvvetlerin dengesinin bozulmaması” kuralı olmasa bir taraf sürekli tek taraflı zararlar görürdü. Fakat bunu o günün insanına anlatıp kendinizi anlatmakta zorlanacaksınız.

İşte bugün de benzer şekilde bizler eski toplumlardaki kölelik ve cariyeliğin Kuran tarafından bir anda neden kaldırılmadığını konuşuyoruz. Doğru! Kuran bir anda kaldırmamıştı, çünkü düşmanlarınız sizin canınıza kast ederken ve kadınlarınızı esir edip cariye yaparken Kuran’ın “düşmanları öldürmeyin veya cariyeliği kaldırın” demesi Müslüman toplumların aleyhine güçlerin dengesizliğine yol açması ve caydırıcılığın olmaması demekti.

İslam'da cariyelik istenmiyor

Ben Kuran’ın genel olarak tutumundan şunu anlıyorum ki Kuran köleliği ve cariyeliği istemiyor hatta Muhammed 4 ayetine göre savaş bitince esirleri salın diyor. Öldürün veya köle yapın demiyor. Fakat yine de herşeyi kesin bir dille yasaklamıyor, çünkü düşman tarafı savaşı kazanırsa sizi köle edecek, savaşta mütekabiliyet olmazsa psikolojik üstünlük karşı tarafa geçer. İbn Aşur'un bildirdiğine göre (10) o günün insanlarını savaşmaktan korkutan en büyük sebep kadınlarının düşmanların eline geçmesi korkusu idi. Tüm Dünya'da savaş esiri kadınlar cariye olarak alınırken ve bu durum düşmana korku verirken İslam'ın cariyeliği tek taraflı olarak tamamen kaldırması müslümanlara çok ağır bir bedel olurdu. Sizi öldürmeye gelen insanların da bu bedeli göz önüne alıp gelmeleri gerekirdi.

Eski insanların cariyelik meselesini eleştirmeden önce bugün gözümüze normal olarak görünen savaşmak ve kan akıtmak gibi en büyük suçu kaldırabiliyorsak kaldıralım hadi demek lazım. Gelecek nesillerin de bizi eleştireceği böyle bir konuyu kaldırmak şu an için eğer size adaletsiz bir uygulama olarak görünüyorsa o zaman “Kuran neden bir anda köleliği ve cariyeliği kaldırmadı” diye oturduğumuz yerden farklı zaman ve farklı şartlara adaletsiz veya ahlaksız yakıştırması yapıştırmaktan vaz geçin. Çünkü insanların birbirini esir etmesi ve kullanması tıpkı insanların birbirini öldürmesi gibi psikolojilerinde yatan bir gerçektir. Kuran adam öldürmeyi yasaklar fakat adam öldüreni de öldürün der. Bu bir tezat değildir. Benzer şekilde Kuran köleliği veya cariyeliği de istemez.

İslam'da cariyelik için veriler reçeteler

İkinci olarak bir hekim bir tümörü eğer kısıtlı bir bölgede ise (lokalize) keserek çıkartmak isteyebilir. Fakat eğer tümör vücuda çok yayılmışsa (generalize) bunu ilaç ile tedavi ederek bir anda değil de zamanla küçültüp yok edilmesini sağlayacaktır. İşte Kuran da bir toplum hekimi olarak yukarıda verdiğimiz “silahların eşitliği ve mütekabil kuvvetlerin dengesinin bozulmaması” meselesinden dolayı bir anda köleliği ve cariyeliği kaldırmamış fakat indirdiği düzeltici ayetler sayesinde, toplumun bunu kaldırmaya hazır olduğunda kendiliğinden kaldırmasının zeminini hazırlamıştır.

İslam cariyelerle evlenmek ve nikahı şart getirmiştir

Peki, ateistlerin göstermeye çalıştığı gibi İslam’da cariyeler rastgele birlikte alınan fahişeler midir?

Tabiki hayır. Zina zinadır, cariyelerle bile zina yapılamaz. Yaygın yanlış kanının aksine Kuran’da cariyeler nikâhlanmaz diye bir şey söylenmez. Tam tersine Kuran cariyelerin nikâhlanması gerektiğini söyler. Cariyeye fahişe muamelesi yapılamaz, istismar edilemez.

Nur 32-33: “Sizden bekâr olanları ve kölelerinizden, cariyelerinizden temiz olanları nikâhlayıp evlendirin; yoksulsalar Allah, lütfuyla onları zengin eder ve Allah'ın lütfu boldur ve o, her şeyi bilir. Evlenmeye güçleri yetmeyenler de Allah, onları lütfuyla zengin edinceye dek ırzlarını korusunlar. Köle ve cariyelerinizden, bir müddet içinde birden veya taksitle bir mal veya para karşılığı azat olmak isteyenlerin dileklerini de, bunda bir hayır olduğunu bilirseniz kabul edin ve onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin. Cariyelerinizi, onlar da namuslu yaşamayı istedikleri halde, geçici dünya malı için kötülük yapmaya mecbur etmeyin. Zorla kötülüğe sevk edildikten sonra da şüphe yok ki Allah, onların suçlarını örter, rahimdir.”

Ayette cariyeler için “enkihu” ifadesi geçer, bu da nikâhlayın demektir. Cariyenin sahibi isterse cariyeyi sadece evin hizmetlerinde istihdam edebilir veya isterse onunla cariye statüsü devam edecek şekilde evlenebilir, fakat bu evlilik teserri olmadan olmaz.

Aralarında İmam Ebu Hanife ve İmamı Malik’in de bulunduğu bazı âlimlere göre, hür bir hanımı olan kimsenin onun üzerine bir cariye ile evlenmesi uygun değildir. (11) Tabi burada cariyelerle evlenmenin gerekmediğini söyleyenlere de bir cevap mahiyetinde oluyor. Cariyelerle nikah gerekmiyorsa alimler boşuna mı hür kadınla evli olanın cariye ile de evlenmesinin doğru olmadığını söylüyor. Sahipleri cariyelerle nikahsız birlikte olabiliyorlarsa evlenmek ve nikah nedir?

Teserrinin gerçekleşmesi için şartlar:

Birincisi, Cariyesine de ayrı yuva kurmalı

Normal hür kadınlardan olan eşlerine ayırdığı gibi, tesri (birlikte olmak) istediği cariyesi için de hususî bir mesken ayırması, yani ona da bir ev yapacak.

İkincisi, Cariyeye diğer eşler kadar zaman ayrılmalıdır

Teserrinin bir diğer şartı, diğer eşine ayırdığı zamanı ona da ayırmasıdır. İmam Ebu Yusuf’a göre ondan bir çocuk edinme arzusu da şarttır.[1-3] Cariye doğum yaparsa artık özgür olur.[4]

Üçüncüsü, Cariyeye mehir ve nikah şart

Nisa suresi 25’e göre cariyeleri de nikâhlarken mehir vermek gerekir. Evlenilecek cariyeye mehir verilmesi eski alimlerin de ortak kanaatleridir.(12) Mehir verilmesi de zaten nikah demektir. O günlerde nikah mehir verildimi kıyılmış sayılırdı, bugünlerde herşeyi törenselleştirdimiz gibi nikah kıyacak imamlar aranmazdı. Mehir verip nikahladığının bir kaç kişi tarafından bilinmesi yeterli idi. Bu durum hem hür kadınlarda hem cariyerlerde geçerli idi. Nikah yapmak için bundan fazlası gerekmediği için bazıları tarafından cariyelere mehir verilmediği ve nikah yapılmadığı, bunun gerekmediği gibi yanlış bir kabul var sayılmaktadır.

Nisa 25: İçinizden özgür mü'min kadınları nikâhlamaya güç yetiremeyenler, o zaman sağ ellerinizin malik olduğu inanmış cariyelerinizden (evlensin.) Allah sizin imanınızı en iyi bilendir. Öyleyse onları, fuhuşta bulunmayan, iffetli ve gizlice dostlar edinmemişler olarak velilerinin izniyle nikâhlayın. Onlara mehirlerini maruf (güzel ve örfe uygun) bir şekilde verin.

Dördüncüsü, Sınırsız cariye diye bir şey yok

Bir kişi hizmetçi yapmak için dilediği kadar cariyeye sahip olabilir. Fakat onlarla nikâhlanıp birlikte olmak isterse bu sayı sınırlıdır[6]. İmam Ebu Hanife, İmamı Malik, İbni Şihâb ezZührî ve Haris el-Uklîye göre hürlerle evlenmeye güç yetiremeyen kimse cariyelerden dörde kadar nikâhlar, daha fazlasını nikâhlayamaz. [7] Hammad bin Ebî Süleyman ise bu sayıyı iki ile sınırlandırırken, 8] İbni Abbas, İmam Şafî, Ebu Sevr, İmam Ahmed ve İshak ise birden fazlasını uygun görmemiş ve bir kimsenin birden fazla cariye ile evlenemeyeceğini söylemişlerdir.[9]

Alimlerin görüşlerine göre nikâhlanabilecek kadın sayısı ayetle en fazla 4 olabileceği açıklanmışsa, bu sayı cariyeler içinde geçerli olmalı, yani nikâhlanabilecek eşler ve cariyeler toplam en fazla 4 olmalıdır.

Allah Resulünün cariyesi yoktu hanımları vardı

Allah Resulü hayatının hiçbir döneminde cariye edinip kullanmamıştır. Ona cariye olarak nispet edilen üç eşi, mutlaka önce azat edilmiş, sonra diğer hanımlara verdiğinden az olmamak kaydıyla mehri ödenmiş sonra da nikâh yoluyla eş edinilmiştir.[5] Ahzab 50’de geçen “Allah'ın sana ganimet olarak verdikleri (savaş esirleri)nden sağ elinin malik olduğu” ifadesi savaşta esir düşen safiye ve Cüveyriye isimli eşlerini kapsar, fakat belirttiğimiz gibi onlar önce hürriyetine kavuşturulup sonra mehirleri verilerek nikâhlanmıştır.

Araplarda cariye denilince hizmetçi anlaşılırdı. Yani her cariye ile yatılırdı diye bir şey yok. Zaten ayet cariyeye de nikah kıyılması gerektiğini söyler ki bu durumda nikahsız birliktelik olmaz. Yani cariye hizmetçi demektir fakat cariye ile evlenirsen onunla ancak o zaman yatabilirsin. Bu ayrımı bilmek lazım yoksa her cariye sahibinin cariyesiyle istediği zaman yatabildiği gibi bir algı insanların zihninde yer etmiş.

Peygamberin evine temizliğe gelen cariyeler

Örneğin peygamberimizin evini temizlemeye cariyeler gelirdi, fakat onlar peygamberin eşleri veya nikahlı hanımları değildi. Cariyenin asıl görevi hizmet etmektir, günümüzdeki hizmetçiler gibi hizmetli kadın demektir ve bunlar peygamberin evinin işlerinde evin kadınına yardım edip giderlerdi. Bu yüzden bazı hadis kitaplarında bahsedilen Peygamberin hanımlarına ev işlerinde yardım etmek üzere gelen cariyeleri, Peygamberin hanımları ile karıştırmamak gerekiyor. Nikahsız onlarla da birlikte olmak mümkün değil.

İslam zorbalıkla köle ve cariye edinmeye izin vermemiştir

Allah Resulünün savaşta esir düşmüş iki eşi vardır fakat Allah Resulü savaşlarda cariye almamıştır, bunu yapmaya toplumsal örf izin verir, gücü de vardır ama yapmamıştır. İslam'da savaşa katılmayanların cariye alınması diye bir durum yoktur, Mekke fethedilirken bile en çok kötülüğü yapan bu insanlar serbest bırakılmışlardır.

Hür insanlar İslam'dan önce baskınlarla kaçırmayla vs. köle olurken, İslam'la birlikte kişilerin canları ve malları dokunulmaz olmuş, savaş için gelmeyen hiç kimsenin köle ve cariye olarak el konulması, satılmasının önü kapatılmıştır. Bu durum hem Hz. Muhammed zamanında hem Raşid halifeler devrinde böyle olmuştur, insanların malları, canları ve hürriyetleri dokunulmaz kabul edilmiştir.

Kuran'ın cariyelik ve kölelik haklarını düzenlemesi

Kuran, köleliği veya cariyeliği emretmediği için kölelik ve cariyelikle ilgili hükümler köle ve cariye sahibi olan kişiler için geçerlidir. Günümüzde kölelik olmadığı için bu ayetler ne olacak diye sorulmaz. Eğer kölelik varsa hüküm kullanılır. Örneğin savaş esirlerinizi kömür ocaklarında çalıştırıyorsunuz diyelim, bu durumadı kölelik olmayan bir köleliktir ve Kuran'ın emriyle onlara iyi davranıp zorbalık yapmamanız gerekir.

Yani sebep varsa ilgili hüküm kullanılır sebep yoksa hüküm orada bekler. Bu sadece kölelik için değil her durum için geçerlidir. Örnek olarak bir toplumda hırsızlık olmasa bile kanunlarda hırsızlıkla ilgili hükümler vardır ve birgün insanlar hırsızlığı geri getirirlerse oradaki kanunlar tatbik edilir. Kuran’da da bunun gibi kölelerin ve cariyelerin hukuklarını koruyan ayetler vardır ve savaş esirliğinin olduğu zamanlarda esirlerin bu hukuku gözetilmelidir. Köle ve cariye, savaş esiri demektir ve aslında savaş esirleri günümüz toplumlarında dâhil her zaman olmuştur.

Nisa 25 cariyelerle evlenmek

Soru: Yukarıdaki Nisa 25 ayetine göre cariyelerle evlenmek kötü müdür?

Cevap: Evlilikte denklik önemli. Denklik olmadığı zaman o evlilik sağlam temeller üzerine kurulmuyor. Buna Hz. Zeyd ve Zeynebin evliliği şahittir. Allah yasaklamıyor ama hür kişinin hür kültürden gelmiş biriyle evlenmesi evliliğin kültürel açıdan problem vermemesi ve uyumsuzluk yaratmaması açısından önemli bir husus.

Dengi ile evlilik yapılmayan aileler günümüzde dahi çok yürümüyor, sağlam olmuyor, bir müddet sonra sevgi gidiyor, yerini farklı düşüncelere bırakabiliyor. O yüzden hür birinin köle bir kadınla evlenip sonradan kendi de kültürel bir uyumsuzluk yaşaması ve her iki tarafında rahatsız olması olağan bir durumdur. Yani durum tamamen kültürel doku uyumu ile alakalı bir durum, köleyi veya cariyeyi aşağılama durumu değil.

Nisa 36: “…sahibi olduğunuz köle ve cariyelere iyilik edin…”

Bakara 221: “Elbette iffetli bir cariye, hür bir müşrikten sizin için daha hayırlıdır…””

Özetle

Cariyelik ve kölelik gibi uygulamalar “silahların eşitliği ve mütekabil kuvvetlerin dengesinin bozulmaması” ilkesi gereği tek seferde kaldırılmamıştır, fakat Kuran (bir toplum hekimliği ile bütün insanlık buna hazır olduğunda) kölelik ve cariyeliğin kalkmasını tavsiye etmiştir. Kuran köle ve cariyelere iyilikler yapılmasını emrederek onları koruma altına almıştır. Cariyeler hizmetçilerdir; ateistlerin vazgeçemediği ve seks işçileri olarak tanımladıkları günümüz porno sektörünün kurban kadınları gibi birer ortalık fahişesi değildir, kendilerine nikâh kıyılan, hakları olan ve kötü davranılmasının yasaklandığı kişilerdir.

Nisa 36: “…sahibi olduğunuz köle ve cariyelere iyilik edin…”

Bakara 221: “Elbette iffetli bir cariye, hür bir müşrikten sizin için daha hayırlıdır...””

Ek olarak; İslam'da kölelik (cariyelik) vardır diye propaganda yapanlar yanılıyor, çünkü İslam'da cariyeliğin olması için İslam'ın cariyeliği emretmesi veya teşvik etmesi gerekir. Cariyelik olmayan toplumlarda da cariyelik olsun diye teşvik ederse o zaman İslam'da cariyelik var denebilirdi. Fakat Kuran köleliği yani cariyeliği kaldırmayı öğütler, kaldırmak zor gelen toplumlar için ise köle ve cariyelerin haklarını koruyacak emirler verir. Bu yüzden İslam'da kölelik ve cariyelik yoktur, İslam'ın bir emri değildir. İslam kölesiz ve cariyesiz bir toplumda daha güzel yaşanabilir.

Beled 12: “Fakat insan, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Köle (cariye) azat etmektir veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut toprakta sürünen bir yoksulu doyurmaktır.”

Kaynaklar

  1. "Nihayetu’l-muhtac,29/343-şamile".
  2. Muğnil-Muhtac, 20/316.
  3. el-Bedai’, 8/344-45-şamile.
  4. Şimşek, M.S., Kur'an’ın Ana Konuları, 2. Bs., Beyan Yay., İst., 2001, s. 198-203. Kaynak: Cariye ile nikâh şart mı? - MURAT KAYACAN.
  5. DUMAN, M.Z., İSLAMIN KÖLE VE CARİYE SORUNUNA YAKLAŞIMI. ilahiyat Fakültesi Dergisi, 2011/1.
  6. Hüseyin, ÇELİK. KUR’AN-I KERİM’DE CARİYELERLE EVLİLİK MESELESİ. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (18), 137-173.
  7. 123 Serahsî, el-Mebsût, 5/108; Cassâs, Ahkamu’l-Kur’an, 2/225; Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s. 292 124
  8. Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s.292 125
  9. Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s. 292
  10.  İbn Aşûr, Et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, 5/6
  11. Serahsî, el-Mebsût, 5/108; es-Seâlibî, el-Cevâhir, 2/216; elKurtûbî, el-Kâfî, s. 244; İbn Aşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, 5/13; Yazır, Hak Dînî Kur’an Dilî, 2/1329
  12. el-Fîruzâbâdî, Tenvîrü’l-Mikbâs min Tefsîri İbni Abbâs, s. 89; Ebubekir İbnü’l Arabî, Ahkamu’l-Kurân, 1/388; İbn Atiyye, Muharrerü’l-Vecîz, s. 424; el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, 2/57; el-Cevzî, Abdurrahman b. Ali, Tezkiretü’l-Erîb fî Tefsîri’l-Garîb, Beyrut: Dârü’lKütübi’l-İlmiyye, 2004, s. 62; İbn Aşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, 5/14; Sabûnî, Âyâtü’l-Ahkâm, 2/189; Serahsî, el-Mebsût, 5/111
  13. Serahsî, el-Mebsût, 5/108; Cassâs, Ahkamu’l-Kur’an, 2/225; Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s. 292
  14. Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s. 292
  15. Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s. 292
  16. Hüseyin, Ç. E. L. İ. KUR’AN-I KER İM’DE CAR İYELERLE EVLİ Lİ K MESELES İ. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (18), 137-173. https://dergipark.org.tr/tr/pub/ksuifd/issue/10252/243366

ateistlerin yine Kuran’ın genel bağlamına bakmaksızın cımbızlayarak ve anlamını çarpıtarak servis ettikleri ayetlerden bir tanesi de Maide 101 ve 102 ayetidir. Bu düşünemeyen fakat sorguladıklarını sanan arkadaşları izlerken diyorum ki “bu anlayamadıkları ayetten dolayı mı ateist olmuşlar şimdi? Öyleyse ben bu ayetin onların anlamak istediği şeyi anlatmadığını göstersem acaba Müslüman olurlar mıydı?” Neyse çok su götürecek bu konuyu başka yazılarımıza bırakıp konumuza bakalım.

Maide 101 ve Maide 102

Maide 101-102: “Ey İnananlar! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kuran indirilirken onları sorarsanız size açıklanır. Allah sorduğunuz şeyleri affetmiştir. Allah Bağışlayan’dır, Halim’dir. Sizden önce bir millet onları sormuştu, sonra da onları inkâr etmişlerdi (kafir olmuşlardı).”

Aslında bu ayeti (şartlanmış bir ateist olmaması şartıyla) bir çocuğa da okutsanız ne demek istediğini anlar. Ayet diyor ki “Cevabı hoşunuza gitmeyecek şeyler sormayın”. Hiçbir soru sormayın mı diyor burada sayın sorguladığını sanan ateist?

Tefsir kitaplarında ayrıntıları olan bu konu şu demektir: Bazıları Peygambere gelip sorular soruyordu, eğer peygamber onları destekleyecek bir cevap verirse memnuniyetle dönüp peygamberi referans gösteriyorlardı.

Fakat vahiyle hareket eden Peygamberin cevabı eğer hoşlarına gitmezse bu defa yüzünü asarak geri dönüyorlardı, bazen de bu cevabı inkâr ediyorlardı. Haliyle peygambere gaybi haberleri sorup da gelen cevapları kabul etmemek zaten o peygambere inanmamaktır ve dini literatürde bu işin adı küfürdür (kâfirlik, inançsızlık).

Sorgulama Ayetleri

Fatır 37: ”Size DÜŞÜNECEK kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi?”

Rum 28: “…DÜŞÜNEN BİR TOPLULUK İÇİN âyetleri böyle ayrı ayrı açıklıyoruz.”

Mülk 10: “Yine şöyle derler: “Eğer kulak vermiş veya AKLIMIZI KULLANMIŞ OLSAYDIK, şu alevli ateştekilerden olmazdık.” (Mülk Suresi, 10)

Yunus 100: “ALLAH AKILLARINI KULLANMAYANLARIN üzerlerine pislik yağdırır.” (Yunus Suresi, 100)

Fatır 37: Onlar orada, “Ey Rabbimiz! Bizi çıkar. Daha önce yaptıklarımızın aksine iyi işler yapalım” diye feryat ederler. Kendilerine, “Size, düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? Şimdi tadın azabı! Zâlimlerin yardımcısı yoktur” denir.

Yaratılışın sorgulanması emri

Ali İmran 191: “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.”

Tarık 5: “İnsan neden yaratıldığına bir baksın.”

Ankebut 20: ““Yeryüzünde gezip dolaşın. Allah’ın mahlûkatı başlangıçta nasıl yarattığına dikkatlice düşünerek bakın, inceleyin.”

Allah aşkına daha nasıl “aklınızı kullanın ve sorgulayarak Allah’ı bulun” diyecekti, bazı ateistler gibi küstahlaşmayı sorgulama olarak mı sunacaktı?

Dini aklı kullanarak anlamak emri

Bakara 170: “Allah’ın indirdiğini (Kur’an’ı) izleyin!” denildiğinde: “Hayır, biz atalarımızdan gördüklerimize (geleneksel alışkanlıklara, inançlara ve eylemlere) uyarız!” diye cevap verirler. “Ya ataları akıllarını kullanmadı ve doğru yolu bulamadılar ise?”

Özetle

Maide 101 ve Maide 102 ayetlerinde deniyor ki; Bazı işlerinizde hatalı olup olmadığınızı merak ediyorsunuz. Belki vicdanınızı rahatlatmak belki insanlara kendinizi ispatlamak için Peygamberi yanınıza alacağınızı umarak gelip sorular soruyorsunuz. Eğer haklıysanız seviniyorsunuz fakat haksız çıkarsanız Peygambere karşı olumsuz duygular besleyenler oluyor.

Oysa bu tür soruları sorup da inkâra gitmeyin. Haklı da olsanız haksız da olsanız Allah vicdanınızı sızlatan bu şeyleri affetmiştir. Allah bu konuyu açmıyorsa sorumluluğunuz yoktur. Eğer aldığınız cevap sizi üzecekse gelip bunları peygambere sormayın, çünkü eski peygamberlere de böyle yapıp sonunda verilen cevapları beğenmedikleri için veya inkar ettikleri için iradeleriyle dinden çıktılar.

Sonuç

Maide 101 ve Maide 102 ayetleri örneğinde olduğu gibi, Kuran ayetleri bazıları tarafından kasti olarak anlamları çarpıtılmaya çalışılıyor. Kuran’ın bağlamı nazara alınmadan tek bir ayet üzerinde mantık ve kelime oyunları yaparak Kuran ayetleri şeytani düşüncelerle eğri gösterilmek isteniyor. Bu durum ise maalesef Kuran ilimlerine karşı iyice yabancılaşmış fakat sorsanız Müslümanım diyen kişilerin umurunda bile değil. Umurunda olan bazı kesimler ise meseleyi ilimle ve doğrusunu anlayarak ve göstererek çözmek yerine cehaletten gelen çaresizlikle meseleyi kaba kuvvetle, sansürle veya güçle çözmeye çalışıyor. Oysa dine gelen saldırı ilmen olursa buna ancak ilimle karşılık verebilirsiniz. Ne sansür ne de kaba kuvvet gerçek bilginin sağladığı gücü ve batılı susturucu etkisini sağlayamaz.

İnsanımızın gözlerinin açılıp, sahte sanal lezzetlere değil Kuran’a ve dinlerine sahip olmaları dileği ile.

Öncelikle dikkat ederseniz militan ateistler ayetleri çirkin gösterebilmek için insanların nazarına hep pis ifadeler çağrıştıracak şekilde sorular sorarlar. Mesela bu soruyu Cennet’te neden evlenmek var diye sorabilecekken, Cennet’te neden zina var diye sorarlar.

Zina ve sarhoşluk veren içki Kuran’da var mı?

Ben de onlara soruyorum ki Cennet’te zina olduğunu kim söylemiş onlara? Kuran’ın hangi ayetinde Cennet’te zina olduğu ve (hadi zina olduğunu geçtim) cinsel ilişki olduğu söylenmiş? Kuran'da Müslümanların Cennet'te iyi eşler ile evlendirilecekleri yazar.

İkinci olarak Dünya’da hangi tür içkiler (içecekler) yasaklanmıştır? Sarhoşluk veren içkiler değil mi? Yani alkollü içkiler. Diğer tüm içecekler helaldir. Örneğin kuşburnu suyu, kızılcık suyu sarhoşluk vermez, ama mayalanmış arpa suyu (bira) veya mayalanmış üzüm suyu (şarap) sarhoşluk verir. İlk iki içki Dünya’da da helal, sonraki ikisi yasak.

Kuran’da geçen içki peki sarhoşluk veren bir içki mi?

Saffat 45-47: “Kaynaktan doldurulmuş kadehlerle etraflarında dolaşılır. Bembeyaz, içenlere lezzet veren (bir içki). Onda ne bir sersemletme vardır ne de ondan dolayı sarhoş olurlar.”

Ayet sarhoşluk veren bir içki olmadığını söylüyor. Peki bu iddiaları her yerde dillendiren ergen militan ateistler bunu bilmiyorlar mı? Bilmiyorlarsa cehaletlerinden ateist olmuşlar ama biliyorlarsa inatçılıklarından ateist olmuşlar sonucu çıkmaz mı? ateistler, gittikleri meyhanede masa üstünde dansöz oynarken kadeh tokuşturdukları iğrenç ortamlarla Cennet'i karıştırıyorlar sanki. Cennet deyince öyle bir yer düşünüyor olmalılar. Fikirleri neyse hayalleri de o kadar işte.

Cinsiyet bozukluklarına lgbt ismi verilir. Literatürde böyle bireylere de lgbt bireyler denir. Açılımı ise lezbiyen, gey, biseksüel ve transseksüel kelimelerinin baş harflerinden oluşur.

LGBT kelimesinin açılımı

Lezbiyenlik cinsel olarak kadının kadını tercih etmesidir. Herhangi vücutsal bir bozukluğu ifade etmez.

Gey kavramı ise erkeğin cinsel olarak erkeklere yakınlaşması olayıdır ki bu da lezbiyenlik gibi fiziki bir kusuru ifade etmez. Biseksüellik, her iki cinsiyetten olan insanlara karşı cinsel olarak ilgi duyma, ve onlarla duygusal veya cinsel bir ilişki içine girme potansiyelidir.

Biseksüel bir kimse her iki cinse de aynı ölçüde ilgi duymayabilir, ve bu ilginin derecesi zaman içinde değişebilir.

Transseksüel sendromu ise eşcinsellikle alakası yoktur, kişinin kendini farklı bir cinsiyetin ruh halinde hissetmesidir. Eşcinsellikte kişi kendi cinsiyetiyle yatmaktan hoşlanır, farklı bir cinsiyete sahip olma istemez, ikisi arasındaki fark budur. Transseksüellerin parayla fuhuş yapan travesitlerle de alakası yoktur. Dünya çapında üniversite hastaneleri tarafından tedavi edilen, doğuştan olan tıbbi bir durumdur. Maalesef transseksüel bireyler kendi tercihleri olmadığı halde cinsiyetleri yüzünden toplumda yalnızlığa itilmekte, psikolojik ve fiziksel şiddet görmekte maruz kalmaktadırlar.

Bu durumu onun bir ayıbı veya kusuru olarak görülmemesi gerekirken, toplum tarafından ömür boyu taşıyacağı bir kambur olarak omuzlarına yüklenmektedir. Bunun sonucu olarak böyle kişilerin sonu çoğu zaman cinayet veya intiharla bitmekte veya toplum tarafından dışlanınca yaşamını devam ettirmek için kendiyle aynı durumda olanlarla birlikte fuhuş yoluna gitmektedir. Bu da toplumsal anlayış ve şefkatımızın henüz yeterince gelişemediği fakat toplumsal bencilliğimizin iyi gelişmiş olduğunu göstermektedir.

Eşcinsellik alışkanlığı çevreden kazanılır

İnsanlarda cinsi aktiflik 10 yaşında başladığına dair bilimsel kanıtlar vardır. Bu dönemde veya biraz daha geç dönemlerde ki yanlış yönlendirmeler (örneğin arkadaş ortamı v.s.) eşcinselliğe neden olabilmektedir. O yüzden bu dönemlerde doğru rehberlik şarttır. [1] Kaldı ki böyle geç çocukluk ve erken ergenlik dönemlerinde insan sadece cinsel tercihleri açısından değil her türlü yönlendirmeye açıktır ve gelecekteki tercihlerinin oluşumunda önemli paya sahiptir. Örneğin bu dönemde çocuklar, özentiden dolayı uyuşturucu ve sigaraya alıştırılması, bilgisayar oyunu bağımlısı olması gibi birçok bağımlılık türlerine alışabilmektedirler. Gelecekte kullanacağı ve bağımlı olacağı çoğu zevklerini bu dönemdeki yönlendirmelerle edinirler.

Geleneksel aile yapısının korunmayıp zevke doymayan nesillerin yetişmesi

Eşcinsellik alışkanlığının kazanılmasında etkili diğer önemli bir faktör ise geleneksel aile yapısının yeterince korunamamasıdır. Çocuklar üzerinde şefkatli ve ilgili bir baba bulunmayışı, geleneksellikten uzaklaşma da eşcinselliğe zemin hazırlayıcı sebeplerdendir. 10 yaş civarında bu işin sakıncalı olduğunun anlatılması çocukların zihninde bir tiksinti uyandıracaktır ve eşcinsellik riskini azaltacaktır. Çocuklara bir örnek olarak Lut kavmi anlatılabilir. Buna rağmen çocukları bu işe bulaşmış ebeveynler öfke ve dışlamak yerine bir uzmandan yardım almalıdırlar. Dışlama yoluna gidilmesi ise genci iyice bu işin içine itecektir ve psikolojik sorunlar geliştirmesine neden olacaktır. [1]

Çok sayıda erkek eşcinsel ilişki yaşayıp bırakmıştır

Amerika’da 1948 yılında yayınlanmış bir çalışmaya göre erişkin erkeklerin % 37’si hayatında en az bir kere eşcinsel ilişiki yaşamıştır, fakat eşcinselliğe devam edenlerin oranı % 4 olmuştur. [2] Bu bulgu gösteriyor ki eşcinsellik meraktan kaynaklanıyor ve istenirse terk edilebiliyor.

Eşcinsellik en çok Avrupa ve Amerika’da bütün meslek gruplarında bulunan insanlar arasında hızla yayılmıştır. Bunun doğal sonucu olarak eşcinselliğin doğal bir insani hak olarak görülmesi için akademik camia ve siyaset üzerinde baskılar artmış ve böylece seksenli yıllardan itibaren eşcinsellik hastalık olarak görülmekten çıkarılmıştır.

Eşcinselliğe olan karşıt tepkinin birbirinden uzak olan tüm kültürlerde, birbirinden bağımsız olarak eski zamanlardan beri görüldüğünü araştırmalar bildirmiştir. Peki, neredeyse her kültürün birbirinden habersiz olarak eşcinselliği itici ve ahlak dışı bulmasındaki temel sebep nedir? Galiba, insanlığın doğal olarak hoş görmediği bir durum olmasından kaynaklanmaktadır [3-6]

İnsan tabiatına aykırı yapılan davranışlar diğer insanları rahatsız eder. Böyle toplumlarda eşcinseller alışkanlıkları, bağımlılıkları ve vicdanları arasında kalır, daha sonra bağımlılığından kurtulamayacağını anlayınca vicdanını susturmak için kendi durumunu içselleştirmeye başlar.

Eşcinsellik genetik midir, doğuştan mı gelir?

Eşcinselliğin genetik olarak doğuştan mı geldiği yoksa sonradan kazanılan bir alışkanlık mı olduğu uzun zamandır araştırma konusu. Genetikçiler bu konuda geniş çaplı araştırmalar yapmasına rağmen şu ana kadar bir eşcinsellik geni bulamadılar. [7, 8] Kromozom X üzerinde Xq28 bölgesinde eşcinsellik ile ilişkili olabileceği düşünülen bir bölge olduğu bir çalışmada bildirildi, fakat daha sonraki çalışmalar bunu doğrulayamadı. [7] Yine ikiz kardeşler üzerinde yapılan çalışmalar bir eşcinselin ikiz kardeşinin de eşcinsel olma oranının %20 oranında olduğunu göstermiştir. [7, 8] Tabi bu rakamın tamamını genetik faktöre de veremeyiz, çünkü birlikte büyüyen ikiz kardeşlerin birbirlerini alışkanlıklar konusunda da etkileyeceğini unutmamalıyız.

Eğer eşcinsellik doğuştan gelen genetik olarak kaçınılmaz bir sonuç olsa idi bu tür ikiz kardeşlerin her ikisinin de kaçınılmaz olarak eşcinsel olması gerekirdi. Şu ana kadar böyle bir genin bulunamayışı eşcinselliği yöneten kuvvetli ve karşı konulamaz bir genin bulunmadığını gösteriyor. Çünkü bir özelliği sağlayan kuvvetli genlerin bulunması çok kolaydır ve kısa sürede bulunur. Bilim insanları da artık eşcinsellik üzerinde etkili kuvvetli bir gen olmadığına kanaat getirmiştir ve doğuştan gelen genetik faktörler yerine sonradan kazanılan epigenetik faktörlerin daha etkili olduğu yönünde fikir birliği oluşmuştur. [8]

Genetik yatkınlık olabilir fakat özgür iradeyi bağlayıcı değildir

Fakat yatkınlık sağlayan düşük kuvvetli genler bir ihtimal olabilir. Çünkü her insan genetik olarak bir şeylere yatkın olabilir. Örneğin kimisi genetik olarak çok yemek yemeğe yatkındır, kimisi dedikoduya, kimisi bencilliğe yatkındır vs. Yatkınlıklar düşük kuvvetli genler tarafından meydana getirilir fakat bu yatkınlıklar kişi için bağlayıcı değildir ve karşı koyulabilir. Örneğin çok yemek yemeğe yatkın olduğu halde güzel görünmeye de yatkın olduğu için kendini diyete alan çok sayıda insan vardır. Buna rağmen şu ana kadar eşcinsellik üzerinde etkili olan düşük kuvvetli bir gen dahi tespit edilememiştir. Bunlar gösteriyor ki “eşcinselliğim doğuştan geliyor, kaçınılmaz” diye bir mazeret kabul edilemez.

Popülasyon genetiği açısından bakıldığında; genetik faktörlerin eşcinselliği oluşturmada ciddi bir etkisi olsa idi, buna neden olan genler uzun zaman önce doğal seçilimle yok olup giderdi. Çünkü eşcinsel bir ilişki ile üreme şansı olmadığı için, eşcinseller genlerini sonraki nesillere aktarmada eşcinsel olmayanlara göre çok daha zayıf kalacaklardı, böylece eşcinsellik zamanla tükenecekti. Eğer genlerin cinsel tercihler üzerinde bağlayıcı bir etkisi olsaydı böyle olması beklenirdi, çünkü bu tür insanlar karşıt cinsle birlikte olamayacak ve ister istemez hem cinsleriyle birlikte olacaktı. Bu yüzden popülasyondaki gen frekanslarının hızla düşmesi ve kaybolması gerekirdi.

Eşcinselliğin psikolojik tahribatı

Eşcinselliğin psikolojik sağlık üzerindeki etkisini araştıran bir çalışmada, 1265 genç üzerinde araştırma yapılmıştır. Eşcinsellerin majör depresyon geçirme oranı %71 olarak bulunurken eşcinsel olmayanların depresyon oranı %38 olarak bulunmuştur. Anksiyete oranları ise aynı sırayla %28 ve %12’dir. [9]

Toplumdan soyutlanma, eşcinsel değilmiş gibi davranma, kendinden nefret etme ve utanma, eşcinselliğini ahlaki ve dini açıdan onaylamama, diğer eşcinsellere yönelik olumsuz tutumlar gibi kendini gösteren içselleştirilmiş homofobinin, kişinin ruh sağlığını olumsuz etkilediği düşünülmektedir [10-12]. Dolayısıyla eşcinsellik insanın psikolojik dünya’sını alt üst eden bir etmendir. Araştırmacılar, 190 gey, 81 biseksuel, 14109 heteroseksuel bireye ulaşarak yaptıkları çalışmada, duygu-durum bozuklugunu gey erkeklerde %42.3 olduğunu belirtmişlerdir. [13] ABD’de şehirlerde yaşayan 2172 gey ve biseksüel erkeğe telefonla ulaşarak yaptıkları çalışma sonucunda; katılımcıların %52’sinin keyif verici madde, %85’inin alkol kullandığını ve %12’sinin alkolle ilgili problemi olduğunu bildirmiştir [14]

Eşcinsellerin intihar oranları

Eşcinsellerin intihar oranları için Türkiye’de yapılmış bir çalışmada, eşcinsel katılımcıların dörtte biri (%26.7) intihar girişiminde bulunduklarını bildirdiler [15].

Çin’de 17106 eşcinsel genç üzerinde bir araştırma yapılmıştır. Bu gençlerde intihar etme fikrinin oranını eşcinsel olanlar ve olmayanlar için sırasıyla %12.8 ve %8.1 olduğunu bildirmişlerdir. İntihar teşebbüsü oranlarını ise yine sırasıyla %4.0 ve %2.4 olarak belirtmişlerdir [16].

Amerika’da 14322 eşcinsel genç üzerinde bir araştırma yapılmıştır. Bu gençlerde intihar etme fikrinin oranını eşcinsel olanlar ve olmayanlar için sırasıyla %17,2 ve %6,3 olduğunu bildirmişlerdir. İntihar teşebbüsü oranlarını ise yine sırasıyla %4.9 ve %1,6 olarak belirtmişlerdir [17]. Bu çalışmada eşcinsel bireylerin 3 kat daha fazla intihar düşüncesi ve eylemine sahip oldukları görülüyor.

Amerika’da 134 okulda 12,000 ergen üzerinde yapılan bir araştırmada eşcinsellerde intihar düşüncesi ve teşebbüsünün 2 kat fazla olduğu ayrıca depresyon ve alkol kullanımı oranlarının da fazla olduğu bildirildi [18].

İzlanda’da yapılan çalışma 3813 ergen genç üzerinde yürütülmüştür. Erkek eşcinsellerin 17 kat daha fazla, kız eşcinsellerin ise altı kat daha fazla intihar teşebbüsü gösterdiği bildirilmiştir [19].

Amerika’da 9. ve 12. Sınıf öğrencileri üzerinde yürütülen bir araştırma 21.927 ergen üzerinde yapılmıştır. Eşcinsel ergenlerin yarısının intihar düşüncesine sahip olduğu üçte birinin ise intihara teşebbüs ettiği tespit edilmiştir [20].

İngiltere’de 1285 eşcinsel üserinde yapılan araştırmanın sonucunda bunların % 43’ünde mental rahatsızlıklar tespit edilmiş ve %31’i intihara teşebbüs etmiştir. [21, 22]

Eşcinsellerin alkol ve madde kullanımı

Eşcinsellikle birlikte görülen depresyon, anksiyete, alkol ve madde kullanımları oranları hem yetişkinlerde hem ergenlerde fazladır [23]

Bir çalışmada, ilişki esnasında eşcinsellerin %85’inin alkol, %58’inin esrar, %20’sinin eroin kullandığı belirlendi. [24] Görüldüğü gibi bir yanlış alışkanlık bir diğerini doğuruyor veya insanın bozulan psikolojik ve ahlaki yapısı ile birlikte hepsi birbiri ardına gelebiliyor.

Eşcinsellerin yaşadıkları bu tür depresyon ve mental problemler çevre baskısı ve azınlık stresi ile açıklanmaya çalışılsa da bunlar en önemli etkenler değildir. Çünkü psikolojik rahatsızlıklar eşcinsellikten kaynaklanmıyor. Belki sıkıntı, stres ve mental rahatsızlıklar çarpık ilişkileri doğuruyor. İnsanlar, içinde bulunduğu depresyon ve anksiyeteden kurtulmak için her türlü zevki tatmak istiyorlar. Böyle insanlara toplum tarafından kültürel veya dini sebeplerle yasaklanmış zevkler daha cazip gelmektedir ve kendilerini her türlü kurala isyan eder bir şekilde çeşitli aşırılıklar içinde bulmaktadırlar.

Bu aşırılıklar ise alkolde, uyuşturucuda, cinsel tercihlerde, sadistlikte vb. ortaya çıkmaktadır. Psikolojisini rahatlatmak için girdiği her yanlış ise geçici bir rahatlık sağlasa da ardından daha büyük bir üzüntü ve pişmanlık bırakmakta ve bu tür yanlış yönelimler içine giren insan bağımlılık kazanmaktadır. Bu bağımlılıktan da ciddi bir destek ve tedavi olmadan çıkamamakta, bir kısır döngü içinde hayatını psikolojik sorunlarıyla baş etmeye çalışarak tüketmektedir. Baş edemediği nokta da ise genel olarak intiharı bir çözüm olarak görmektedir.

Eşcinselliğe yönlendiren faktörler

Bu faktörlerin başında aile bütünlüğünün sağlanamaması, çocuklara yeterli eğitim verilemesi ve çocukların arkadaş ortamlarında gördükleri eşcinsel yönelimlere duydukları merak sayılabilir. Örneğin, Çırakoğlu (2006) eşcinselliğe ilişkin dört farklı nedensel yükleme olduğunu bulmuştur. [25] Bunlar fiziksel ve/veya psikolojik bozukluklar, cinsel tercih, model alma ya da heyecan arayışı ve karşı cinsle ilişkilerde yaşanan sorunlar şeklinde özetlenebilir.

Bunların dışında, yine Göregenli ve Erel, yaş ve adil dünya inancı ile okula devam edenlerin bölüm (sosyal bilimler/fen bilimleri) ve sınıflarının da eşcinselliğe/biseksüelliğe yönelik tutumlarla ilişkili olduğunu bulmuşlardır. [26] Buna göre; bireylerin yaşları arttıkça ve üst sınıflara geçtikçe, homofobi düzeyleri azalmaktadır.

Eşcinselliğe karşı çıkanlar genelde iki grup olarak incelenebilir. Birinci grup otoriter, sosyal üstünlük yöneliminde, dinine bağlı, geleneksel cinsiyet rolleri ile yetişmiş kişilerin oluşturduğu gruptur. Bu kişiler eşcinselliğe daha çok geleneksel sebeplerden dolayı karşıdırlar. Eşcinselliğin psikolojik, fizyolojik, sosyolojik veya sağlık yönlerini çok bilmezler. Diğer grup ise eşcinselliğin bireysel ve toplumsal çapta etkilerini araştıran çalışmalara ve öngörülere dayalı olarak bilimsel bir temelde eşcinselliği zararlı bulan kişilerden oluşur.

Eşcinselliğin sağlık üzerine etkisi

Eşcinsellerde heteroseksüellerden daha fazla görülen sağlık sorunları, intihar, sigara, alkol, madde kullanımı, depresyon, HIV/AIDS olarak saptanmıştır [3, 4, 6, 27]

HIV virüsünün yani AIDS hastalığının vajinal ya da anal birleşme ile geçtiği bilinmektedir.[28] İşin ilginç tarafı AIDS hastalığının ilk defa Amerika’da eşcinseller arasında tespit edilmiş olmasıdır. [29] Halen Amerika’da yapılan araştırmalar gösteriyor ki AIDS eşcinseller arasında yılda %8 oranında artıyor. [30] Anal yolla HIV enfeksiyonlarının daha hızlı bulaşmasının nedeni anal ve vajinal yolların immünohistolojik yapısının farklı olmasından kaynaklanıyor. [31] Ayrıca grup şeklinde yapılan birleşmelerde AIDS hızını artırmaktadır. [31] Aşağıdaki grafik Dünya çapında elde edilen verilerden hazırlanmış ve bilimsel olarak yayınlanmış bir grafiktir.

Grafik 1: Grafik Dünya çapında kıtalara göre AIDS hastalığının eşcinsellerde ve eşcinsel olmayanlarda görülme sıklığını belirtmektedir. Grafikten görüldüğüne göre eşcinsellerin AIDS taşıma oranı 3 ile 15 kat daha fazladır. (Beyrer, 2012 ‘den alınmıştır). [32]

a.PNG

Ayrıca 35 ülkenin verileri üzerinde yapılan bir incelemede 2004 yılından 2007 yılına kadar eşcinsellerde AIDS hastalığında % 26 artış saptandığı bildirilmiştir. [33] Eşcinsellerin oranı toplumda daha az olmasına rağmen 2016 yılında bir raporda yeni AIDS vakalarının % 53’ü eşcinsellerde görüldüğü bildirilmiştir. [34] Bu sağlık raporları eşcinselliğin AIDS hastalığını toplumda ne kadar hızla yaydığını göstermektedir.

Ayrıca eşcinseller diğer cinsel yolla bulaşan hastalıkları da daha fazla taşırlar. Yapılan bir çalışmada 564 eşcinsel erkeğin %13’ünde bel soğukluğu (gonore) veya frengi (sifilis) gibi cinsel hastalıklarının olduğu tespit edilmiştir. [35]

Ayrıca eşcinselliğin hayvanlarda da görülmesi normal birşey olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü hayvanlarda ensest ilişkilerde var. Yani birey kendi annesiyle veya kızkardeşi ile de çiftleşmekten kaçınmıyor. Ayrıca eşcinsellik davranışı gösteren hayvanlarda hormonel veya anatomik olarak bir farklılık tesbit edilmemiştir. [36] Yine eşcinsellik hayvanlar arasında, insanlarda olduğu gibi bir süreklilik göstermemektedir. [37] Yani kalıcı değildir ve böyle hayvanlar kısa süreliğine bu tür davranış gösterse de normal cinselliğe geri dönerler.

Sevgi, hayranlık ve şehvet aynı şeyler midir?

Eski zamanların temiz sevgilerini bilmeyen insanlar Mevlana Celaleddin Rumi’ye eşcinsellik yaftalaması yapmaktadırlar. Şems’e olan aşkını ve ona yazdığı aşk dolu fakat bir gram bile cinsellikten bahsetmeyen mektup ve şiirlerini zamanımızın anlayışıyla eşcinselliğe yormuşlardır. Böyle insanlar eski talebe ve hoca arasındaki bağlılığı bilmezler. Eski gerçek sevgilerin ne olduğunu bilmezler, bu yüzden kendisini bir vaizlikten sıyırıp üstün bir düşünce ve sevgi adamı yapan hocasına karşı kalbi alakasını şehvete bağlarlar. Çünkü sevginin tamamıyla şehvetle ölçüldüğü bir zamanda yaşıyoruz. Üstelik Mevlana Mesnevisinde eşcinseller için şu ifadesini kullanmıştır “Dışardan adam görünürler içerden melûn Şeytan!” (Mesnevi Cilt 2 3155-3160. Beyitler s.137-138). Bunu görmezden gelerek O’nun Şemse olan aşkını cinselliğe yormak, hele bir insanı böyle bir fiil yaparken görmemişken O’na iftira etmek büyük günahlardandır.

Referanslar

  1. Harrison, T.W., Adolescent homosexuality and concerns regarding disclosure. Journal of School Health, 2003. 73(3): p. 107-112.
  2. Kinsey, A.C., et al., Sexual behavior in the human female. 1998: Indiana University Press.
  3. Services, H., Gay, and L.M. Association, Healthy people 2010: Companion document for lesbian, gay, bisexual, and transgender (LGBT) health. 2001: Gay and Lesbian Medical Association.
  4. Lombardi, E. and T. Bettcher, Lesbian, gay, bisexual, and transgender/transsexual individuals. Social injustice and public health, 2005: p. 130.
  5. D’augelli, A.R., Mental health problems among lesbian, gay, and bisexual youths ages 14 to 21. Clinical child psychology and psychiatry, 2002. 7(3): p. 433-456.
  6. Mays, V.M. and S.D. Cochran, Mental health correlates of perceived discrimination among lesbian, gay, and bisexual adults in the United States. American journal of public health, 2001. 91(11): p. 1869-1876.
  7. Balter, M., Can epigenetics explain homosexuality puzzle? 2015, American Association for the Advancement of Science.
  8. Gavrilets, S., U. Friberg, and W.R. Rice, Understanding Homosexuality: Moving on from Patterns to Mechanisms. Archives of sexual behavior, 2018. 47(1): p. 27-31.
  9. Fergusson, D.M., L.J. Horwood, and A.L. Beautrais, Is sexual orientation related to mental health problems and suicidality in young people? Archives of general psychiatry, 1999. 56(10): p. 876-880.
  10. Herek, G.M., Beyond “homophobia”: Thinking about sexual prejudice and stigma in the twenty-first century. Sexuality Research & Social Policy, 2004. 1(2): p. 6-24.
  11. Herek, G.M., et al., Correlates of internalized homophobia in a community sample of lesbians and gay men. Journal-Gay and Lesbian Medical Association, 1998. 2: p. 17-26.
  12. Huebner, D.M., et al., The impact of internalized homophobia on HIV preventive interventions. American Journal of Community Psychology, 2002. 30(3): p. 327-348.
  13. Bostwick, W.B., et al., Dimensions of sexual orientation and the prevalence of mood and anxiety disorders in the United States. American journal of public health, 2010. 100(3): p. 468-475.
  14. Stall, R., et al., Alcohol use, drug use and alcohol‐related problems among men who have sex with men: the Urban Men’s Health Study. Addiction, 2001. 96(11): p. 1589-1601.
  15. Yalçinoglu, N. and A.E. Önal, Escinsel ve biseksuel erkeklerin icsellestirilmis homofobi duzeyi ve saglik uzerine etkileri. Turkish Journal of Public Health, 2014. 12(2): p. 100.
  16. Lian, Q., et al., Sexual orientation and risk factors for suicidal ideation and suicide attempts: a multi-centre cross-sectional study in three Asian cities. Journal of epidemiology, 2015. 25(2): p. 155-161.
  17. Silenzio, V.M., et al., Sexual orientation and risk factors for suicidal ideation and suicide attempts among adolescents and young adults. American journal of public health, 2007. 97(11): p. 2017-2019.
  18. Russell, S.T. and K. Joyner, Adolescent sexual orientation and suicide risk: Evidence from a national study. American Journal of public health, 2001. 91(8): p. 1276-1281.
  19. Arnarsson, A., et al., Suicidal risk and sexual orientation in adolescence: a population-based study in Iceland. Scandinavian journal of public health, 2015. 43(5): p. 497-505.
  20. Eisenberg, M.E. and M.D. Resnick, Suicidality among gay, lesbian and bisexual youth: The role of protective factors. Journal of adolescent health, 2006. 39(5): p. 662-668.
  21. King, M., et al., Mental health and quality of life of gay men and lesbians in England and Wales: controlled, cross-sectional study. The British Journal of Psychiatry, 2003. 183(6): p. 552-558.
  22. Warner, J., et al., Rates and predictors of mental illness in gay men, lesbians and bisexual men and women: Results from a survey based in England and Wales. The British Journal of Psychiatry, 2004. 185(6): p. 479-485.
  23. Marshal, M.P., et al., Suicidality and depression disparities between sexual minority and heterosexual youth: A meta-analytic review. Journal of Adolescent Health, 2011. 49(2): p. 115-123.
  24. Jimenez AD. Triple jeopardy: targeting older men of color who have sex with men. J AIDS. 2003;33(Suppl. 2):S222–5.
  25. Çırakoğlu, O.C. (2006). Perception of homosexuality among Turkish University students: The role of labels, gender, and prior contact. The Journal of Social Psychology, 146(3), 293-305.
  26. Göregenli, M., Gruplararası ilişki ideolojisi olarak homofobi. Kaos GL. Geylerin ve lezbiyenlerin sorunları ve toplumsal barış için çözüm arayışları, 2006: p. 142-148.
  27. Dogan, S., Cinsel kimlik ve cinsel yönelimle iliskili sorunlarda psikoterapötik yaklasimlar/Psychotherapeutic approaches in issues related to sexual identity and sexual orientation. Anadolu Psikiyatri Dergisi, 2009. 10: p. S33.
  28. Beyrer, C., et al., Bisexual concurrency, bisexual partnerships, and HIV among Southern African men who have sex with men (MSM). Sexually transmitted infections, 2010: p. sti. 2009.040162.
  29. Control, C.f.D., Kaposi’s sarcoma and Pneumocystis pneumonia among homosexual men–New York City and California. MMWR. Morbidity and mortality weekly report, 1981. 30(25): p. 305.
  30. Smith, A., et al., Prevalence and awareness of HIV infection among men who have sex with men-21 cities, United States, 2008. Morbidity and Mortality Weekly Report, 2010. 59(37): p. 1201-1207.
  31. Li, H., et al., High multiplicity infection by HIV-1 in men who have sex with men. PLoS pathogens, 2010. 6(5): p. e1000890.
  32. Beyrer, C., et al., Global epidemiology of HIV infection in men who have sex with men. The Lancet, 2012. 380(9839): p. 367-377.
  33. CDC. Questions and answers: the 15% increase in HIV diagnoses from 2004 to 2007 in 34 states and general surveillance report questions [Internet]. 2009 [Cited 2010 Jan 15]. http://www.cdc.gov/hiv/topics/surveillance/resources/qa/surv_rep.htm.
  34. CDC. Estimates of new HIV infections in the United States [Internet]. 2008 [Cited 2010 Jan 15]. http://www.cdc.gov/hiv/topics/surveillance/resources/factsheets/incidence.htm.
  35. Ntale, R.S., et al., HIV seroprevalence, self-reported STIs and associated risk factors among men who have sex with men: a cross-sectional study in Rwanda, 2015. Sex Transm Infect, 2018: p. sextrans-2017-053311.
  36. Bagemihl, Bruce (1999). Biological Exuberance: Animal Homosexuality and Natural Diversity. New York: St. Martin’s Press.
  37. Animal Homosexuality: A Biosocial Perspective By Aldo Poiani, A. F. Dixson, p. 179, 2010, Cambridge University Press

Bir dilden diğer bir dile çeviri yapılırken ne kadar dikkat edilirse edilsin bazı kelimelerin tam karşılığı bulunamayabiliyor. Böylece o kelime yeni dilde yeni bir anlam kazanıyor ve Kuran’ın vermek istediği gerçek anlam gizleniyor. Meal yazarları tarafından çevrilirken dikkat edilmesi gereken kelimelerden bir tanesi de “Musaddıken” kelimesidir. “Musaddıken” kelimesi ayetlerde “doğruladı” olarak çevrilir: “Meal: Kuran, kendinden önceki kitapları doğrular… (2:41, 2:89, 3:3, 4:47)” gibi. Oysa bu “musaddıken” kelimesi Arapça’da doğrulaştırmak yani düzeltmek anlamına da sahiptir. Kuran’ın genel üslubuna baktığımızda buradaki “musaddıken” düzeltti anlamına geliyor olması daha uygun. Tabi ilk anlamı olan doğrulamak anlamıyla beraber düzeltip doğruladı anlamı kazanıyor. Yani “Tevrat ve İncili doğrulayan” değil “Tevrat ve İncil’i düzelten ve doğrulayan” olması gerekiyor. Bu halde

Nisa 47: “Ey kendilerine kitap verilenler! Gelin yanınızda bulunanı (Tevrat ve İncil) düzeltip doğrulamak üzere indirdiğimiz bu kitaba iman edin.”

KURAN’IN DÜZELTİCİLİK YÖNÜ

Peki Kuran, Tevrat’ın ve İncil’in her dediğini doğruluyor mu, yoksa gerçekten düzeltiyor mu?

Cevap: Kuran, önceki kitaplarla aynı olaydan bahseder fakat tahrif edilmiş yönlerini düzeltir. Örneğin;

  1. Tevrat’ta Tanrı’nın yerleri ve gökleri yarattıktan sonra yorulduğunu (Yaradılış 2) ve dinlendiğini yazar, Kuran bunu düzeltir ve yerleri gökleri yarattığını ama yorgunluk olmayacağını vurgular (Kaf 38).
  2. Tevrat’ta buzağı şeklinde putu yapanın Harun peygamber olduğu yazar. Kuran bu tahrifi düzeltir ve putu yapanın Samiri isimli şahıs olduğunu ve Harun a.s.’ın onları durdurmaya çalıştığını fakat gücünün yetmediğini haber verir (Taha, 20/85-97).,
  3. Tevrat’ta kadın peygamberler gönderildiği yazar. Kuran, sadece erkeklerin peygamber olarak gönderildiği şeklinde bu sözü düzeltir (Yusuf 12/ 109- Nahl 16/ 43- Enbiya 21/7 ).
  4. Tevrat’ta Süleyman’ın ömrünün sonunda başka ilahlara tapan bir kâfir olduğu yazar. (1.Krallar, 11:1-13 Tevrat) Kuran ise bunu düzeltir ve Süleyman’ın asla kâfir olmadığını daima Allah’a ibadet ettiğini yazar (Sad, 38/30. Bakara 2/102).
  5. İncil’de insanın ahirette evlenmeyeceği yazar ( Matta 22:30-Markos 12:25 İncil ), Kuran bunu düzeltir, Cennetliklerin de evlendirileceğini yazar (Duhan 44/54).
  6. İncil’de İsa a.s. Tanrı olarak gösterilirken, Kuran’da İsa’nın Tanrı olduğunu uyduranların kâfir oldukları yazar (Maide 17, 72, 73).

Daha bu düzeltme örnekleri çok sayıda var. Ve aşağıdaki ayette, yapılan bu tür tahriflerin çok olduğunu fakat sadece önemli konuların düzeltildiğini ve birçoğunun ise affedildiğini belirtir. Buradan Allah’ın dinin sac ayaklarını düzelttiğini fakat engin rahmetiyle ayrıntıları affettiğini, ayrıntıcı olmadığını ve o ayetlerin öyle bilinmesinde dini yıkacak bir mahsur görülmediği anlaşılabilir.

Eldeki tüm kitapları onaylamak gerekiyor

Maide 15: “Ey Kitap Ehli, Kitaptan gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açıklayan ve birçoğundan vaz geçen elçimiz geldi. Size Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi.”

Burada dikkat edilmesi gereken nokta Tevrat ve İncil öğretilerinin hükmünün kaldırıldığı hiçbir ayette söylenmiyor. Peşpeşe gelen kitapların, tahrif edilmiş kısımları düzelttiğini ve düzeltilmiş halleriyle bütün kitaplara inanmak şart olduğunu, her grubun kendi kitabını uygulaması gerektiği, ayetlerde belirtiliyor. Bakalım bu ayetlere:

Maide-43 “Allah’ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında olduğu halde, seni nasıl hakem kılıyorlar ve sonra bunun peşinden yüz çeviriyorlar? İşte onlar, inanmış değildir.”

Ayette Tevrat’ta Allah’ın hükümleri bulunduğundan ve bu Tevrat’ın yanlarında olduklarından haber veriyor. Tevrat dururken gelip Peygamberimize sormalarını ve bundan sonra da Onun verdiği hükmü beğenmemelerini inançsızlıklarından kaynaklandığını söylüyor.

Bakara 91: “Onlara, “Allah’ın indirdiğine inanıp güvenin!” denince, “Biz bize indirilene güveniriz!” der, gerisini görmezlikten gelirler. Halbuki o, tümüyle gerçektir ve yanlarındakini onaylayıcı özelliktedir. De ki “Kitabınıza inanıyordunuz da şimdiye kadar Allah’ın nebilerini ne diye öldürüyordunuz?”

Bu ayette de açıkça Yahudilerin yanlarında bulunan kitabın doğrulandığını söylüyor. Yani Tevrat ksımen tahrif edilmiştir, bunların gereklilerini Kuran düzeltir, düzeltilmiş haliyle Tevrat Allah’ın sözleridir.

İncil sahipleri İncil ile hükmetsin

Maide 47: “İncil sahipleri Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır.”

Bu ayette de o günün ve geleceğin Hristiyan topluluklarına İncille hükmetmelerini söylüyor. (Fakat Kuran’ın düzelttiği yerlere dikkat etmeleri gerekiyor.)

Aşağıdaki ayette ise açıkça Allah’ın tek bir ümmet istemediğini herkesin kendi şeriatıyla amel etmesi gerektiği ve anlaşamadıkları şeylerin ise doğrusunun ahirette bildirileceği söyleniyor. Zaten anlaşamadıkları şeyler kısmından bu kişilerin aynı çağın insanı oldukları ve böylece her birinin kendi şeriatına göre hükmetmesi gerektiği açıkça anlatılıyor.

Her ehl-i kitap için bir şeriat belirlendi

Maide 48: “Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitabı düzeltici (mudaddık) ve ‘bir şahid’ olarak Kitab’ı (Kur’an’ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldıkEğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) ancak sizlere verdiği ile sizi sınıyor.. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah’adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.

Maide 47 ayetinde İncille hükmetsinler dedikten sonra 48. ayette ise bu kitabı düzeltip doğrulayıcı (musaddık) olarak Kuran geldiğini belirtiyor. Sonra ekliyor. Dileseydik hepiniz tek ümmet olurdunuz. Yani tek kitapla yönetilirdiniz ama hepinize ayrı bir şeriat kıldık. Ve verdikleri ile yani ayrı şeriatlerle mükellef olduğumuzu, “sizlere verdiği ile sizi sınıyor” ayetinde açıkça ifade ediyor.

Tevrat’ı ve İncili uygulamaları lazım

Maide 68: De ki: “Ey Kitap ehli! Tevrat’ı ve İncil’i ve Rabb’inizden size indirileni gereğince uygulamadığınız sürece inancınızı sağlam bir temele oturtmuş olmazsınız.” Yemin olsun ki, Rabb’inden sana indirilmekte olan şey, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü elbette artırır. O halde gerçeği yalanlayan nankörlere üzülme.

Mâide, 69: “Îman edenler ile Yahudîler, sâbiîler ve hıristiyanlardan Allâh’a ve âhiret gününe (gerçekten) inanıp sâlih amel işleyenler üzerine aslâ korku yoktur; onlar üzülecek de değillerdir.”

Maide 68’de açıkça Tevrat’ı ve İncil’i gereği gibi uygulayın derken, 69. ayette onların Salih kişilerinin de Allah yanında korkmayacakları üzülmeyecekleri vurgulanıyor.

Peygamber, yahudilere kendi şeriatlarına göre hüküm verirdi

Yine peygamberimiz de Yahudiler hakkında hüküm verirken Kuran’dan değil Tevrattan hüküm vermiştir. Örneğin, zina eden Yahudilere kitaplarındaki hükmü sormuş, ve kendi kitaplarındaki hükme göre recm cezası uygulattırmıştır (Buhari, Miras 1482).

Burada düşünülebilir ki bir ayette “Allah katında din, ancak İslam dinidir- Ali İmran 19” deniyor. O halde diğer dinler geçerli olmaması lazım. Cevap: Allah gerçek Yahudi ve Hristiyanlarında Müslüman olduklarını yani İslam dininde olduklarını haber veriyor. Bundan dolayı Allah’ın sözlerine uymanın adı İslam’dır. İslam dini Allah’ın ilk insanlıktan beri var olan tek dininin adıdır. Fakat bu din her toplumda kavramsal olarak “İslam” kelimesiyle bilinmesi gerekmiyor. Her dilde farklı ifade edilebilir. Arapça da bu tek din, SLM kökünden gelen İslam ismiyle tarif edilmiştir.

Kasas 53: “ Kur’an kendilerine okunduğu zaman: “Ona inandık, şüphesiz o Rabbimizden gelen gerçektir. Şüphesiz biz ondan önce de Müslümandık” derler.”

Hac 78: “Allah yolunda hakkıyla cihad edin. Sizi seçen odur. Bu dinde size bir güçlük yüklememiştir. Babanız İbrahim’in şeriatına uyun. Allah size, daha önce Müslüman adını vermişti. Kur’ân’da da o adı verdi…”

Müslüman kelimesi Allah’ın gönderdiği bütün kitaplara inananları kast etmektedir. Bu açıdan Kuran’la amel eden bizler Müslüman olduğumuz gibi Kuran’ın Allah’tan geldiğini kabul edenler ve Kuran’ın düzelttiği konuları da kabul edip fakat kendi ellerindeki kitaplarını okumaya ve uygulamaya devam eden Yahudi ve Hristiyanlar da Müslümandır. Kuran’da adı geçen birçok Peygamber kendisinin Müslümanların öncüsü olduğunu söylemiştir, bunu Kuran ayetleri bize bildiriyor. Bu şekilde Allah’a inanıp, gönderilen peygamberlerin arasında ayrım yapmayan yani İncil’e, Tevrat’a, Zebur’a, Kuran’a iman eden insanlar Yahudi olup Tevrat’la amel etse de Hristiyan olup İncil’le amel etse de Allah’ın hak dinindedir ve bunların Cennet’e gitmeyeceğini iddia etmek Allah adına yalan uydurmaktır.

Allah’ın dini tektir

Zaten Kuran’da Yahudi ve Hristiyanların dinlerinden hiçbir zaman ayrı bir din diye söz edilmez. Kuran’da bu grupları “Yehuda ve Nasara” diye topluluk isimleri olarak tarif eder ama bunları ayrı bir din ismi olarak takdim etmez, aynı dinin farklı kitaplarıyla amel eden grupları olarak takdim edilir. Çünkü ellerindeki kitaplar Allah’tandır ve Allah’ın dini tektir. Allah’ın kitapları arasında ayrım yapmayan Yehuda, Nasara ve Muhammedî’lerin ortak adı Kuran’a göre Müslümandır. Belirttiğimiz gibi Müslüman ve İslam kavramları Arapça diline has kavramlardır. Bu kavramlar farklı dillerde farklı adlarla ifade edilebilir. Bu açıdan;

Ali İmran 85: “Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, o kimseden bu din asla kabul edilmez ve o, âhirette kaybedenlerden olur.” ayetinde Allah’ın ezelden beri değişmeyen tek dini olan İslam kast edilmektedir ki Hz. Musa’nın da, İsa’nın da, Muhammed’in de dini aynı dindi ve birbirlerini takviye etmek üzere gönderilmişlerdi.

Allah Kuran’ı gönderince eski kitapların hükmünü kaldırmamış fakat bazı tahrifatları düzeltmiştir. Kuran’a da iman edip fakat kendi kitaplarıyla amel eden Yahudi ve Hristiyanların Cennet’e gitmeyeceğini iddia etmek bir kuruntudur. Bütün bu ümmetler aynı dine inanmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta Hz. İsa’ya Tanrıdır diyen Hristiyanlardan veya Hz. Muhammed’e düşmanlık eden Yahudilerden söz etmiyorum. Allah aşağıdaki ayetlerde Kuran’a ve diğer kitaplara inanan fakat kendi kitaplarına uyan Yahudi ve Hristiyanların da kurtulacağını bildirir.

Peygamberin hayatından bir örnek

Örneğin Peygamberimiz bir Hristiyan olarak ölen fakat Peygamberimizi de tasdik edip kabul eden Habeşistanlı Necaşinin cenaze namazını gıyaben kıldırır, bu sırada insanlar neden bir Hristiyan’ın cenaze namazını kıldırıyor diye anlam veremezler ve Allah şu ayetle insanlara gerçeği öğretir:

Âl-i İmrân, 199: “Ehl-i kitaptan öyleleri var ki, Allâh’a, hem size indirilene, hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allâh’a boyun eğerek îman ederler. Allâh’ın âyetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ecirler vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.”

Kitap ehlinden Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler

Aşağıdaki ayetlerde ise, düzgün bir şekilde iman edip ve kendi kitaplarını uygulayan Yahudi ve Hristiyanların kurtulacağını söyler:

Âl-i İmrân, 113-115: “Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allâh’ın âyetlerini okuyup duranlar vardır. Bunlar, Allah’a ve âhiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir. Onların yaptıkları hiçbir hayır karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah, takvâ sahiplerini çok iyi bilir.”

El-Bakara, 62: “Şüphesiz îman edenler; Yahudîlerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden de Allâh’a ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.”

El-Mâide, 69: “Îman edenler ile Yahudîler, sâbiîler ve hıristiyanlardan Allâh’a ve âhiret gününe (gerçekten) inanıp sâlih amel işleyenler üzerine aslâ korku yoktur; onlar üzülecek de değillerdir.”

Buradan anlayacağımız şudur. Diğer dinlerdeki insanlara Kuran’ı anlatıp bunun da aynı Allah’tan olduğuna iman etmelerini sağlamak doğrudur, güzeldir fakat “kitabınızı bırakın, diğer kitapların hükmü kalkmıştır, gelin sadece Kuran ile amel edin, bizim kitabımız sizinkinden üstün” gibi şartlar koşmak Allah’ın istediği bir şey değildir. Hristiyanlar nasıl ki Tevrat’a da inanır ve onun da hükümlerini Kitab-ı mukaddes çatısı içinde sayıp ona da itaat ederlerse Kuran’ı da aynı kaynaktan gelen ve uyulması gereken bir kitap olarak görebilirler. Aynı şekilde Müslümanlar da Kuran’ın düzelttiği kısımlar hariç Kitab-ı mukaddesin hiçbir ayetini inkâr etmemeli ve Yahudilerin ve Hristiyanların kendilerine bildirilen emirleri uygulamaları gerektiğini kabul etmeliler.

Burada akla gelebilir ki Hz. Muhammed neden hristiyanları İslam’a davet edecek mesajlar göndermiştir. Bunun cevabını Hz. Ömer’in ehli kitaba olan saygısında ve havralarında, kiliselerinde ibadet etmelerine müsade etmelerinde hatta onların ibadethanelerinde namaz kılmak istediği halde daha sonra müslümanların buraları mescide çevirirler korkusuyla namaz kılmaktan vaz geçmesinde arayabilirsiniz. Yani Hz. Muhammed ve sahabeleri İslam’ın son kitabı olan Kuran’ı insanlara tanıtmak ve ehli kitabın düştükleri yanlışları DÜZELTİCİ KİTAP ünvanıyla düzeltmek istiyorlardı. Böylece Kuran’ın düzelttiği yerleri alan ehli kitap kendi kitaplarına devam edeceklerdi ve itikadları düzeldiği için onları da doğruya iletme görevini yerine getirmiş olacaktı.

Hac 40: “Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi. ”

Bu ayette bize kiliselerin ve Havraların yıkılmaması, kaybolmaması gerektiğini anlatmıyor mu?

Kasas 53: “ Kur’an kendilerine okunduğu zaman: “Ona inandık, şüphesiz o Rabbimizden gelen gerçektir. Şüphesiz biz ondan önce de Müslümandık” derler.”

Kuran’da Allah’ın kitaplarının hükmü devam ettiğine dair apaçık ayetler varken hiçbir ayetinde İncil’in ve Tevrat’ın hükümlerini kaldırdık artık onlar geçersizdir demez. Allah böyle önemli bir meseleyi bildirmeyi mi unuttu? (Estağfurullah)

Şura 15: “İşte bunun için, artık sen onlara çağrıda bulun. Buyrulduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevalarına uyma. Onlara de ki: “Allah’ın Kitap’tan indirdiği şeye inandım. Ve ben aranızda adaleti gerçekleştirmekle buyruldum. Allah, bizim de Rabb’imizdir, sizin de Rabb’inizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da sizedir. Öyleyse aramızda çekişmeye gerek yoktur. Nasıl olsa Allah aramızı bulacak. Dönüş yalnızca O’nadır.

Bakarmısınız belirtilen ayette Yahudi ve Hristiyanlar Kuran’a mı uysun deniyor, yoksa çekişmeye girmeyin herkes kendi kitabının gereklerini yapsın mı deniyor?

O halde bize düşen iş önceki kitapların hükmünün kalktığı uydurmasının sonradan türeyen bir anlayış olduğunu herkese anlatmaktır.  Bunu yaparken ehli kitabı, ellerindeki kitapla beraber Kuran’a da iman etmeğe ve Allah’ın kitaplarının hiçbirini inkar etmemeğe çağırmaktır. Böylece Kuran’a da iman eden ehl-i kitapla tartışmak, mücadele etmek yerine ittifak edip ortak düşmanımız olan dinsizliğe karşı mücadele etmektir.

Bakın şu ayette de Kuran ehl-i kitabı tanıdığını belirtiyor

Maide 5: “Ehl-i kitabın kestikleri ve diğer yiyecekleri size helaldir. Sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. Namuslu, zinaya girmemiş ve gizli dostlar edinmemiş insanlar halinde yaşamanız şartıyla, müminlerden hür ve iffetli kadınlarla, sizden önceki Ehl-i kitaptan hür ve iffetli kadınlar da, mehirlerini verip nikahladığınızda size helaldir.”

Kuran ehlinin, diğer kitaplara uyanların yemeklerini yiyebileceği ve kızlarıyla da evlenebileceği yazılmış. Kuran, ehli kitabı sapkın veya pislik olarak görmüyor. Onları da ayrı bir ümmet olarak görüyor ve onlarla her türlü yakınlaşmaya izin veriyor. Kuran’ın genel üslubunda erkeklere hitap etmek vardır fakat emirler kadınları da kapsar. Kadınların ehli kitapla evlenmesine Kuran’da bir yasak getirilmediğine göre bu emir erkek ve kadınların her ikisini de kapsayıcıdır ve kadınlar da ehli kitabın yemeklerini yiyebileceği gibi ehli kitapla evlenebilirler de. Kadınların ehli kitapla evlenemeyeceğini iddia edenler ehli kitabın yemeğini yemenin de kadınlara yasak olduğunu söylemelilerdir ki bu açık bir Kuran çarpıtmasıdır. Zamanında da aşırı tutuculuktan dolayı bu ayetlerin işlerine gelen tarafını alan müslümanlar yanlış bir fetva ile erkeklerin ehli kitap kadınlarla evlenebileceğini fakat kadınların ehli kitapla evlenemeyeceğini uydurmuşlardır.

Bütün bu gerçeklere rağmen Yahudi, hristiyan ve müslümanlar ayrıdır. Peygamberimizin islam2ı koruması ve yahudilerin keyiflerine göre hüküm vermemesi bildirilmiştir.

Bakara 120: “Yahudiler ve Hıristiyanlar, sen onların milletlerine uymadıkça senden asla razı olmazlar. De ki: “Gerçek şu ki; doğru yol Allah’ın yoludur. Ve sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan; Allah’tan, sana ne bir veli ne bir yardımcı bulabilirsin.”

Peşine de kendilerine verilen kitabı doğru düzgün okuyanların Kuran’a da iman ettiklerini söyler. Dikkat edin elllerindeki kitabı düzgün okumak iyi bir haslet olarak gösterilmiştir.

Bakara 121: “Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler, onu gereği gibi okurlar. İşte bunlar ona inanırlar. Onu inkar edenlere gelince, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.”

Ortaçağ Yahudi mezheplerinden Karailik, Yudganiyye ve İseviyye mezheplerine göre Hz. Muhammed ve Hz. isa’da Peygamberdir, fakat Kuran ve İncil Tevrat’ın hükmünü kaldırmamıştır, her bir kitap kendi tabilerinin uyması gereken kurallar içermektedir (Daşbadem, İ. (2008). Geçmişten günümüze yahudi mezheplerinin mesih anlayışı ve mesihi hareketler (Doctoral dissertation, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü).

EHL-İ KİTABIN KENDİ KİTAPLARININ YANINDA KURAN’A DA UYMASI LAZIM

Bu konuda Maide 65 ve 66 ayetleri çok açık bilgileri bize sunmaktadır. Bu ayetler diyor ki ehli kitap olan Yahudi ve Hristiyanlar kitaplarını bırakmasın, hem onları hemde Kuran’ı okusun ve uygulasınlar. Tabi ki yukarıda anlattığımız gibi Kuran’ın düzelttiklerine dikkat etmeli ve düzeltilen meselelerde son ahit olan Kuran’ın dediklerini dikkate almalılar.

Maide 65: “Eğer, Kitap Ehli iman edip sakınsalardı, elbette onların kötülüklerini örter ve onları ‘nimetlerle donatılmış’ cennetlere sokardık.”

Maide 66: “Ve eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine Rablerinden indirileni (Kur’an’ı) ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (sayısız nimeti) yiyeceklerdi. İçlerinde aşırı olmayan (mutedil) bir ümmet vardır. Onlardan çoğunun yaptıkları ise ne kötüdür!”

Yani Kuran diyor ki Yahudi ve Hristiyanlar Allah’ın önceki ahitlerine sahip çıktığı gibi bu son ahitine de sahip çıkmalılar. Önceki ahitlerle birlikte bu son ahiti de okumalı ve uygulamalılar. Hristiyanlar Tevrat’ı ve İncil’i beraber okuyup ikisini birleştirdikleri ve aralarında ayrım yapmadıkları ve adını YENİ AHİT koydukları gibi Kuran’ı da birleştirip ayrım yapmamaları gerekiyor ve bir öneri olarak bu üçlü kitap sistemine SON AHİT adını verip kilise tarafından her üçünün de okunması gerekir. Bu durum Allah’ın eski ahitlerini de okumak isteyen ehli kitap içindir, yoksa sadece Kuran’ı okumak ve uymak isteyen kişiler için Kuran yeterlidir.

Tabi ki ilginçtir Maide 66’da ehli kitabın Kuran’a da uysalardı Dünyalık nimetlerinin artırılacağı bildirilmekte fakat Cennet veya Cehennem’e gitme gibi bir durumu etkileyeceği belirtilmemektedir. Halbuki klasik görüşümüze göre Kuran’a uymamanın cezası olarak ayetin onları da Cehennem ile tehdit etmesini beklerdik. Yoksa klasik anlayışımız kitaba dayanan bir anlayış değil midir? Ayetlerde açık olarak belirtilen konu, Allah Ehli kitabın kendi kitapları yanında Kuran’a da uymasını istiyor fakat uymazlarsa Cehennem ile tehdit etmiyor. Bu konu, bilgi verilmeyen bir konudur diyebiliriz. Cevabını ahirete bırakacağız, onlar hakkında hüküm vermek bize düşmez diyeceğiz.

SONUÇ

Buraya kadar yazdıklarımızdan anlaşılıyor ki; “yeryüzünün diğer kalanında olan insanlar ne olacak? O kadar insan içinden neden sadece Kuran’a uyanlar Cennet’e gidecek de, diğerleri de Tanrı’ya inandığı halde Cehenneme gidecek?” gibi soruların İslam’ı anlayamamaktan kaynaklandığı ve sadece bizler Cennet’e gideceğiz diye bir öğretinin de Kuran kaynaklı değil insan kaynaklı olduğunu anlayabilirsiniz. Sadece Muhammed ümmeti veya İsa ümmeti veya Musa ümmeti Cennet’e gidecek demek, üstü kabuklanmış bir kuruntunun yalancı söylemleridir.

Nisa 122-123: “İnanmış olarak erdemli edimler yapanları ise altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Sonsuza dek orada kalacaklardır. Allah’ın sözünü verdiği gerçektir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir? Sizin kuruntularınıza ve kitap halkının kuruntularına göre değildir; kim kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır. Allah’tan başka ayrıca, ne bir dost ne de bir yardımcı bulamaz.”

Evet, hem müslümanların hem kitap ehli diğer kişilerin “sadece biz cennete gideceğiz” kuruntularına göre Allah’ın iş yapmayacağı ve Allah’a inanıp salih ameller yapanların Cennet’e gireceği bu ayetlerle de apaçık beyan edilmiştir.

Genelde imanı çalan sorulara cevap vermeye çalışıyorum. Amele dayalı veya ilmihal meselelerine şu an için pek girmiyorum. Fakat bir mesele var ki Müslümanların 1400 yıldır bildiklerinin yanlış olduğunu ve sanki daha yeni işin doğrusu anlaşılmış havası veren bazı kişilerin, yaptıkları yanlışı acil olarak düzeltmek gerektiğini fark ettim. Çünkü Kuran’da namaz olmadığını iddia eden bu kişilerin yeterince analiz edilmeyen fikirlerinden sonra, Cuma’dan Cuma’ya secde yapan insanların, bu secdelerini bile hayatlarından çıkardıklarını gördüm. Birçok insan ise bu konuda yeterli bir açıklama yapılmadığı için şaşkın hissediyorlar ve dinin temel emri olan Salat’ın namazla alakası olmadığını düşünmeye başladılar. O halde bu yazıda bu meselenin neresinde kavram karmaşası çıkarılmaya çalışıldığını göstermek istiyorum.

Kuran’ın ilk suresi olan Alak suresinden başlayıp son suresi olan Tevbe suresine kadar çokça tekrar edilen bir kelimedir salat. Bu anlamda dinin direği olduğu zaten Kuran’da her fırsatta vurgulanmasından belli oluyor.

Öncelikle Türk’lerin namaz dediği kelime Farsçadan gelmektedir. Sonuna “kılmak” kelimesini de Türkler ekleyince namaz kılmak kelimesi veya deyimi doğmuş. Araplar namaz demez salat derler. Salat Kuran’da çok sayıda ayette geçer. Bir Arap dilbilimcisi ve ilk dönem lügat müelliflerinden Halil b. Ahmet (ö.175/791) “salât/ ”صلاة kavramı ile ilgili açıklamalarını “/صلوs-l-v” maddesi altında yapmakta ve kelimenin kökeni ve hangi dilden geldiği konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir. Sözcüğün sonundaki ‘elif’in aslında ‘vav’ olduğunu belirten müellif, kelimenin çoğulunun “/صلواتsalavât”, tesniye halinin de “/صلوانsalavân” şeklinde geldiğini belirtmekte ve sonu “ye” ile biten “/صليs-l-y” ve türevlerinin ise “ateş ve kızartma” gibi manalarına geldiğini söylemektedir (Bkz: Okumuş, M. (2004). Semantik ve Analitik Açıdan Kur’an’da “Salat” Kavramı. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 3(6), 1-30.)

Salat’ın aslında temelde bir tane ana anlamı olduğu halde kullanıldığı yere göre o anlama yakın yan anlamlarda kazanır. Aslında bu durum sadece salat kelimesine özgü değildir. Çok kişilerin bildiği bir örnek verelim; Darabe sözcüğü vurmak anlamında olduğu halde yola topuk vurmak anlamı da zamanla kazandığı için yola çıkmak anlamında da kullanılır. Kısaca darabe kelimesinin asıl anlamı vurmak iken, darabe kelimesi yola çıkmak anlamında özel olarak kullanılır. Fakat darabe gördüğünüz her yerde yola çıkmak olduğunu iddia ederseniz yanlış yaparsınız. Arapça veya Türkçe bunun gibi sayısız örnekle doludur. Arapça’da salat kelimesinin tek olarak asıl anlamı “bağ kurmak” olarak çevrilmektedir. Bu anlamdan doğan yan anlamlar ise cümlenin anlamına göre “yardım etmek, destek olmak, meyletmek, alaka kurmak, sahiplenmek, ilgilenmek ” anlamlarını içerir. Fakat bunları barındıran asıl anlamı “bağ kurmak”tır.

Kelimenin geçmişine baktığımız zaman SLT kelimesi Sami dillerinde de vardır. Arapça ile aynı guruptaki dillerde de vardır. Eski çağlarda insanlar evlerini yüksek ulaşılması zor olan yerlere yaparlardı. Bu evlere ulaşabilmek için katlanabilir merdivenler kullanırlardı. Evden dışarı çıkan biri bu merdiveni açar aşağı iner ve işine giderdi geri döndüğünde de aşağıda bulunan bir yükseltinin üzerine çıkıp yukarı seslenir ve merdivenin indirilmesini isterdi. Yukarıdakiler de onu tanır ve merdiveni sarkıtarak yukarı çıkmasını sağlarlardı. İşte bu seslenmenin adı SLT dir. http://www.akevler.org/AkevlerMakaleler/582/CokOk/10316/Sam-Adian/EKIMUS-SALAT—Namaz-bir-Rituel-midir

Yine Araplarda önde giden atı izleyen arkadaki ata “sallâ” ve “musallî” denmekte idi. Bu yönüyle arkadaki atın öndeki ata bağlı olduğu, bağ kurduğu ifade edilirdi. (Bkz: Fîruzâbâdî, el-Kamûsu’l-muhît, c. I, s. 1681; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. XIV, s. 465.)

Yani kısaca Namazı tanımlamak için SLT kelimesi boşuna seçilmemiştir. SLT ayetlerine baktığımız zaman ise, hemen hemen bu kelimenin anlamını ihtiva eden her detayı açıklıkla görmek mümkündür.

Ahzab 56: “Kuşkusuz Allah ve melekleri, Nebi’ye salat ederler. Ey iman edenler! Siz de O’na salat edin. Tam bir bağlılıkla salat edin.” Ayetinde bu anlamları net görebiliriz. Burada Allah’ın Resulüne yönelme, yardım etme anlamlarıyla beraber, asıl anlam olarak O’nunla bağ kurma, alaka kurma anlamı görülüyor. Yani Kuran’da geçen her salatın namaz olmadığı zaten eskiden beri bilinen bir gerçektir, kimsenin yeni ortaya çıkardığı bir şey değildir.

Kıyame 31-32: “O ne doğruladı, ne de SALAT etti; Tam aksine, yalanladı, gerisin geri döndü.” Bu ayette doğrulamanın tersi yalanlamak ve Salatın tersi de yüz çevirmek, bağlantıyı koparmak, alakayı kesmek anlamlarına gelen kelime olan TEVELLA ile tarif ediliyor. Yani bu gibi ayetler bize Salatın tam manasını veriyor ve o da “bağ kurmak, alaka kurmaktır”.

SALAT VE SALATI İKAME ETME AYRI KAVRAMLAR MIDIR?

Salat bahsettiğimiz gibi bağ kurmak anlamındadır. Genel bir ifadedir. Bunun içinde Rabbinizle veya Peygamberinizle bağ kurabileceğiniz bütün fiiller dâhildir. Örneğin peygambere yardım ederseniz bağ kurarsınız, alaka kurasınız, ona dua ederseniz bağ kurarsınız, fakirlere Allah rızası için yardım ederseniz Allah ile bir bağ-alaka kurarsınız, Müslümanlarla bir araya gelip Allah rızası için şûra yaparsanız din ile önemli bir bağ kurarsınız. Tesbih ederseniz, secde ederseniz, namaz kılarsanız vs. bunların hepsi salattır. Cümlenin genelinden oradaki salatın ne olduğu anlaşılır. Fakat Kuran’da salat kelimesi bazı ayetlerde EKIMÜS SALAT olarak geçer ki bu anlamıyla salatı ikame etmek demektir. İkame ise kıyam sözcüğü ile aynı kökten olup kalkmak ve doğrulmak demektir. Yalnız sıradan bir kalkmak değil, bir maksat için kalkmaktır. Aşağıda verilen ayetlerin bütünlüğüne baktığınız zaman bu sözcüğün sadece namazdan bahsettiği rahatlıkla anlaşılabilir.

Nisa 101: “Yeryüzünde adım attığınızda, kâfirlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız, salatı kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanlarınızdır.”

Nisa 101’de salatı kısaltmaktan bahsediyor. Buradan şu açıkça anlaşılıyor ki salat’ın belirlenmiş bir uzunluğu var ve korku durumunda kısaltılabilir. Öyle sıradan kafanıza göre yaptığınız bir iş değil, belirli bir uzunluğu var. Çünkü kafanıza göre ve istediğiniz kadar yapmış olduğunuz bir şeyin kısaltması da olmaz. Oysa yardım etmek, destek olmak gibi anlamlar için uzunluk belirleme ve bunu kısaltma diye bir şey söz konusu olamaz.

Nisa suresi 102. ayete bakalım:

“İçlerinde olup onlara salatı ikame ettirdiğinde, onlardan bir grup, seninle birlikte dursun ve silahlarını (yanlarına) alsın; böylece onlar secde ettiklerinde, arkalarınızda olsunlar. Salatını ikame edemeyen diğer grup gelip seninle salata dursunlar, onlar da ‘korunma araçlarını’ ve silahlarını alsınlar. Küfredenler, size apansız bir baskın yapabilmek için, sizin silahlarınızdan ve emtianız (erzak ve mühimmatınız)dan ayrılmış olmanızı isterler. Yağmur dolayısıyla bir güçlüğünüz varsa veya hastaysanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir sorumluluk yoktur. Korunma tedbirlerinizi alın. Şüphesiz, Allah kâfirler için aşağılatıcı bir azab hazırlamıştır.”

Bu ayet korku salatı olarak tarif edilir. Yani Müslümanlara düşman saldırması tehlikesi varsa yani bir savaşa tutuşmak üzere iseniz şu şeklide salatı ikame edin diye tarif ediyor. Bu ayette peygamber onlara salat ikame ettirirken açıkça secde kısmından bahsediyor. Yani bir takım ritüeller var ve bunlardan birinin secde olduğu anlaşılıyor. Secde yaptığınızda diğer grup, düşmandan sizi korusun. Çünkü secde, sizin dış tehlikelere karşı en savunmasız halinizdir.

Yine Nisa 103’te “ Salatı ikame ettikten sonra da ayakta, oturarak ve yanlarınız üzere yatıp uzanırken Allah’ı anın. Güvene kavuştuğunuz zaman, salatı gereği gibi ikame edin. Kuşkusuz salat, belirlenmiş vakitlerde mü’minler üzerine farz kılınmıştır.” buyrulur.

Bu ayette açıkça salatın belli vakitleri olduğu açıklanıyor. Yani salatın acil olaylarda veya yardım gerektiğinde yapılan bir destek verme biçimi olmadığı, vakitleri olmasından belli. O halde burada vakte değil de duruma bağlı olan yardım etme anlamı olmadığı açıktır. Çünkü yardım çoğu zaman duruma bağlıdır ve vakitsiz gerekir. Örneğin bir düşman saldırır siz salatın vakti girmediği için birazdan yardım edeceğim diyemezsiniz. Veya böyle bir yardımın kısaltması uzatması da olamaz. Zaten Nisa 103’te “Güvene kavuştuğunuz zaman, salatı gereği gibi ikame edin” diyerek tekrardan salatın belirli bir uzunluğu ve belirli gereklilikleri olduğu, öyle keyfinize göre az veya çok yapacağınız bir şey olmadığı tekrar anlatılıyor.

Bakara 125’te “Hani Biz, Beyt’i insanlar için toplanma yeri ve güvenli bir yer kılmıştık. “İbrahim’in makamından kendinize bir salat yeri edinin.” dedik. İbrahim ve İsmail’den, “Evimi tavaf edenler, ibadet amacıyla orda toplananlar, rüku ve secde* edenler için temiz tutun.” diye söz almıştık.” diyerek Kabe’den kendinize bir salat yeri edinin der. Peki salat sadece yardım etmek veya destek olmaksa kâbe den bir salat yeri işgal etmekle nasıl peygambere destek olacaksınız? Oysa kâbeden bir kişilik yer işgal ettiğinizde, Allah ile bir gönül ve saygı bağını ifade eden rükûunuzu ve secdenizi yapabilirsiniz. Zaten ayette “evimi rüku ve secde edenler için temiz tutun” diyerek salat yerinin bir ibadet maksadı taşıdığı belli ediliyor.

Sonra bir ayette Zekeriya aleyhisselam’ın mihrapta salatı ikame ederken meleklerin onunla konuştuğunu belirtiyor. Peki mihrapta nasıl bir salat yapılacak ki, mihrap namaz kılma yeri değil midir? Herkesin bildiği gibi Peygamber mescidinde mihrapta namaz kılınır, minberde ise insanlara hitap edilirdi. Buradaki salatın namaz olduğunu belli etmek için ayetin daha ne demesi gerekiyor?

Ali imran 39: “Zekeriya mihrapta salatı ikame eder iken ona melekler nidâ etti: «Muhakkak Allah Teâlâ sana Allah tarafından olan bir kelimeyi musaddık ve seyyid ve nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya’yı müjde eder.»”

Peki aklınıza gelirse ki Zekeriya dönemindeki salat bizimkinden farklı olabilir mi? Yani rüku ve secdesiz bir salat olabilir mi? Cevap: Birkaç ayet sonra Meryem’e gelen emir Zekeriya döneminde de insanların salatının secde ve rükû ile olduğunu gösteriyor.

Ali İmran  43: ‘Ey Meryem! Rabbine gönülden itaatte bulun, secde et ve rükû edenlerle birlikte rüku et.’

Kuran bazı yerlerde direk Salatı ikame et diyerek namazı emreder. Bazı ayetlerde ise namazın detayları olan secde ve rükûyu ön plana çıkararak önemlerini insanlara hatırlatır.

Zekeriya ve Meryem İsrailoğullarındandı, Allah onlarında namaz kıldığını, rükû ve secde ettiklerini bildiriyor. Fakat bugün bildiğimiz Yahudilerin çoğunluğu secde ve rükû etmiyor. Bu da gösteriyor ki onlarda olan Salat veya secde ve rükû zamanla unutulmuş veya terk edilmiş, bugünlere gelmemiş. Çünkü Meryem 58 ve 59 ayetlerinde Hz. Adem, Hz. Nuh, ve Hz. İbrahim’in zürriyetinin salat yaptığını sonra gelenlerin ise salatı terk ettiğini belirtir. Bu da gösteriyor ki salat ilk insanlıktan beri insanlığa emredilen bir ibadettir. Yine de azınlık bir Yahudi gurubu olan Samiriler bugün için hâlâ namazlarını kılmaktadırlar. Ayetler ve dualar eşliğinde rükû, kıyam ve secde ederek salatlarını Müslümanlarınkinden biraz farklı olarak yerine getirmektedirler.

SALAT’I İKAME ETMEK VAKTE BAĞLIDIR

Hud-114: “Gündüzün iki tarafında, gecenin yakınlarında salatı ikame et. Güzellikler çirkinlikleri giderir.” ayetine göre salat vakte bağlı bir ibadettir. Yine Nur 58 ayetinde salat-ı fecir ifadesi geçer. Sabah salatı demektir. Bu vakitten önce çıplak olduğunuz için sizden izin almadan odanıza girmesinler der. Peki henüz ortam tam aydınlanmadan her sabah kalkıp kime destek vereceksiniz? Salat’ı sadece yardım etmeye, destek vermeye indirgeyenler her sabah fecir vaktinde uyanıp kime yardım ediyorlar? Her akşam, her yatsı kime yardım ediyorlar? Yardıma en çok ihtiyaç olunan anda vakit girmedi henüz diye yardım etmedikleri oluyor mu? Oysa buradaki salat yardım etmek destek vermek anlamında olsa kesin vakitler verilmezdi. Çünkü yardım etmek için ortada bir yardıma ihtiyaç olması lazım. Ama her akşam ve yatsı vaktinde siz destek verecek bir şey bulamayacağınız gibi, bu vakitler dışında size destek olmanız gereken bir şey rastlarsa destek vermek zorunda değilsin anlamı çıkar. Çünkü salat burada belirli vakitlere ayrılmıştır. Bu belirli vakitlere ayrılması ise kesin bir delildir ki buradaki salat ile destek olmak yardımcı olmak kast edilmiyor, vakte bağlı bir ibadetten bahsediyor. Tabi Salat kelimesine her geçen gün yeni anlamlar yükleyen birileri çıktığı için burada sadece “yardım etmek” manasına değil, sonradan üretilen tüm manalara karşı çıkıyorum.

SALAT VE ABDEST İLİŞKİSİ

Abdest, Maide-6 ayetinde tarif ediliyor. Salat için kıyam ettiğinizde abdest alın deniyor. Su bulamazsanız teyemmüm yapın diyerek abdestsiz salat olmayacağını dolaylı olarak bildirmektedir. Peki salat sadece dine destek olmak veya istişare yapmak ise, el yüz ayak yıkamak dine destek olmak için veya müslümanların istişare yapması için neden gerekli olsun? Bunlar her zaman yapılan şeyler zaten. Fakat abdest seremonisi devreye girince insanın normalde yapmadığı farklı bir ritüele giriş yapacağı anlaşılıyor. Zaten abdest, destek vermeye veya istişareye girişin hazırlığı olsaydı, bu uygulama sahabeler tarafından terk edilmezdi ve günümüze kadar mutlaka ulaşırdı. Oysa ki günümüze kadar ulaşan bilgi ise namazdan önce abdestin alındığıdır.

Maide 6: “Ey iman edenler! Salata kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve ellerinizi -dirseklerinizle beraber- yıkayın. Başlarınızı ve ayaklarınızı mesh edin. Eğer cünüpseniz, tam olarak temizlenin. Eğer hastaysanız veya yolcuysanız veya sizden biriniz tuvaletten geldiyse veya kadınlarınızla ilişkiye girdiyseniz; o anda su bulamadıysanız, teyemmüm edin; temiz kumla* ellerinizi ve yüzlerinizi mesh edin. Allah size herhangi bir zorluk dilemiyor. Ancak sizi tertemiz etmek ve üzerinize nimetini tamamlamak istiyor. Şükredesiniz diye.”

Nisa 43: “Ey iman edenler! Sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar; cünüpken -yolculukta olmanız hariç- yıkanıncaya kadar salata yaklaşmayın. Eğer hastaysanız veya yolcuysanız; tuvaletten gelmişseniz, kadınlarla ilişkiye girmişseniz ve su da bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla ellerinizi ve yüzünüzü mesh ederek teyemmüm edin. Kuşkusuz Allah, Çok Affedici’dir ve Çok Bağışlayıcı’dır.”

NAMAZIN FARZ OLDUĞU KURAN’DA GEÇER Mİ?

Nisa 103’te “ Salatı bitirince de ayakta iken, otururken ve yatarken Allah’ı anın. Güvenlik içinde olduğunuzda salatı gerektiği gibi ikame edin. Şüphe yok ki salat, müminler üzerine vakitleri belli olarak yazılmış bir ödevdir.” buyrularak namazın da belli vakitler için farz olduğu belirtilir.

SALAT KURAN (VAHYİ) OKUMAK VEYA MADDİ DESTEK OLABİLİR Mİ?

Salatın anlamı bağ kurmak olduğu için Allah ile Peygamber ile bağ kurduğun tüm işler yani kuran okumak ta dâhil salatın içine dolaylı olarak dâhil edillir. Fakat özel bir mana olarak Kuran okumak anlamında salat Kuran’da kullanılmamıştır. Oysa namaz böyle değildir. Yukarıda belirttiğimiz birçok ayette salatın ikame edilmesi derken bununla namazın kast edildiğini ve namazdan başka birşeyle açıklamanın mümkün olmadığını açıkladık (Veya başka birşeyle açıklamak için hayal gücünüzü çok zorlamalısınız). Yani salatın genel anlamı içinde birçok ibadet dolaylı olarak bulunabilirken salatı ikame etmenin özel bir anlamı vardır ve namazdan bahseder. Salat’ın özel olarak Kuranı okumak anlamı olmadığı İsra 78. ayetten de bellidir. Bu ayette salatı ikame et dedikten sonra Kuran’ı da oku der. Salat özel olarak Kuran okumak anlamına gelse ayriyeten Kuran oku denmemesi gerekirdi.

İsra 78: “Güneş’in batmasından gecenin kararmasına kadar salâtı ikame et (EKIMİS SALATE) ve sabah Kuran’ını da… Çünkü sabah Kuran’ı şahitlidir.”

Yine maddi yardım da tek başına salatı karşılasaydı Fatır 29 ayetinde Kuran okumak, fakirlere yardım ve salat ayrı ayrı geçmemesi gerekirdi.

Fatır 29: “Kuşkusuz Allah’ın Kitap’ını okuyanlar, salatı ikame edenler (EKIMİS SALATE)  ve rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık olarak ihtiyaç sahiplerine verenler, asla kesilmeyecek bir kazanç umabilirler.”

Ayrıca salatı sadece destek olarak nitelendirirseniz Hud 87 ayetinde de anlamı oturtamazsınız.

Hud 87: ““Ya Şuayb! Babalarımızın ibadet ettiği şeyleri ve de mallarımız konusunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana salâtın (SALATUKE) mı emrediyor? Muhakkak ki sen halimsin, reşitsin.” dediler.”

Desteklemek anlamı Kuran’da teyid kelimesi ile gerçek anlamını bulur. (Bkz. 2:87/ 2:253/  5:110/ 61:14/ 9:40/ 38:17/ 3:13/ 8:26/ 8:62/  58:22/ ve daha birçok ayet )

NEDEN EKIMİS SALATE DENİLMİŞ, EKIMİS SALATE DEMEK NAMAZINIZI DOĞRULTUN OLABİLİR Mİ?

Burada EKIM kelimesi KIYAM ile aynı kökten yani kalkmak, doğrulmak demektir. Bu anlamından türeyerek karşı çıkmak, isyan etmek, direnmek anlamları da vardır. Yani “kıyam etti” kelimesi kişinin ayağa kalktığını, işe başladığını veya isyana kalkıştığını anlattığını düşünürsünüz, gerçek anlamını ise cümlenin genel anlamına göre anlarsınız. Peki ekimus salat nedir? Bunu Maide 6 ayetinden anlayabiliyoruz.

Maide 6: “Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman (kumtum ilâ-ssalâti) yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da. Eğer cünüpseniz temizlenin; eğer hasta veya yolculukta iseniz ya da biriniz ayakyolundan (tuvaletten) gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız da su bulamamışsanız, bu durumda, temiz bir toprakla teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize ondan sürün. Allah size güçlük çıkarmak istemez, ama sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Umulur ki şükredersiniz.”

Bu ayette namaza kalkacağınız zaman derken “kumtum ilâ-ssalâti“ der. “Kumtum” kelimesi “EKîM” kelimesi ile aynı fiilin değişik çekimlenmiş halidir. Yani buradan anlaşılıyor ki namaza kalkılır, yani namaz için harekete geçilir, faaliyete geçilir. İşte namaz için kıyam etme budur. Namaz için kalkıp harekete geçme halidir. Yani EKİMUS SALAT demek namazı doğrultmak demek olmadığı, namaza durmak, namaz için doğrulmak olduğu anlaşılıyor.

SALAT, SADECE YARDIM ETMEK OLABİLİR Mİ?

Salat sadece yalın bir yardım etmek anlamı içermez çünkü yalın yardım etmek anlamı birçok ayette “tenasarü ve teavenu” sözcükleriyle (Kamer 4, Saffat 25, Maide 2) ifade edilmiştir ve yardım etme fiili Arapça’da bunlardır. İsra 110. ayette salatta çok yüksek veya çok kısık bir ses değil orta ayar bir ses kullanılması söyleniyor, bu durum ise yardım etmek anlamına uymadığı gibi ancak namaz kılmak anlamına tam uyuyor. Çünkü namaz dışında neden kimseyle kısık sesle konuşmaya ne gerek var?

İsra 110: “De ki: “İster Allah diye çağırın ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın en iyi isimler O’nundur. Salatında sesini ne fazla yükselt ne de fazla kıs. Bu ikisi arasında bir yol tut.”

SALAT BİR ARAYA TOPLANIP GÖRÜŞMELER YAPMAK OLABİLİR Mİ?

Baştan beri dediğimiz gibi elbetteki salatın dolaylı anlamları içinde bu da dâhildir. Fakat ekımüs salat lafzında olduğu gibi özel olarak bir araya toplanın anlamı yoktur. Buna örnek ise Şura 38 ayetidir. Bu ayette Salatı ikame etmek, toplanıp görüşmeler yapmak (şura, istişare) ve fakirlere yardım etmek ayrı fiiller olarak tarif edilmiş.

Şura 38: “Ve onlar, Rablerinin çağrısına cevap verirler ve salâtı ikame ederler (EKIMUS SALATE). Ve onlar, işlerini aralarında toplanıp istişare (şura) ederler. Ve onları rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler.”

SALAT DUA DEMEK MİDİR?

Bağ kurmak ana anlamının içinde dua etmekte anlaşılabilir, fakat salat dua ile de sınırlanamaz. Nitekim İbrahim 40’ta salat ve dua ikisi de aynı ayette farklı manaları ifade ederek kullanılmıştır.

İbrahim 40: “Rabbim! Beni ve soyumu salatı ikame eden kıl. Rabb’imiz duamı kabul et.”

Hem Ahzab 56’da Allah peygambere salat eder buyruluyor, salat sadece dua olsa Allah peygamber için kime dua edecek diye sormak lazım. Allah Gani’dir, gücü herşeye yeter, kimseye dua etmez, yalvarmaz.

MÜŞRİKLERİN SALATI

Müşriklerin salatı yani Allah’a yönelmeleri ve alaka kurmaları da kendilerince bir takım ritüellerle oluyordu. Onlar ıslık çalıp alkış tutarak salat ediyorlardı. Muhtemelen bunu Müslümanlar Kâbe’de salata durdukları zaman yapıyorlardı ki namaza mani olsunlar. Bu yaptıkları uygulamaya da “Bu da bizim salatımız” diyorlardı. Bazı kaynaklarda cahiliye devrinde erkek ve kadın çıplak bir şekilde insanların el ele tutuşarak Kâbe’nin tavaf edildiği yazar. (et-Taberî, Câmiu’l-beyân, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1408/1988, c. IX,)

ENFAL  35  :  “Ve  onların  Beyt’in  ( Kabe’nin )  yanındaki  salatları  sadece  ıslık  çalmak  ve  el  çırpmaktır.  Bir  gösteriştir. Öyleyse  küfrettiğinizden  dolayı  bu  azabı  tadınız.”

Bu ayetten de salatın, özellikle Kâbe’de yapılan ve müşriklerin de kendilerine göre yaptığı bir ibadet olduğu anlaşılıyor.

HAYVANLARIN SALATI

Kuran’da hayvanlarında salatı olduğuna yönelik işaretler vardır. Onların salatı ise Rab’lerine kendi dilleriyle yönelmesi Rableriyle bağ, alaka kurmasıdır. Hz. Süleyman’ın hayvanların dillerini anlaması hayvanların da dilleri olduğunu gösterir. Fakat onların salatı bizim en iyi salatımız olan namaz hareketleriyle olması gerekmiyor.

 Nur 41: “Baksana hakikat Allah, o Semavât-ü Arzdaki kimseler ve o kanat çırpıp süzülen dizilen kuşlar hep onun için tesbih ediyor, her biri cidden salâtını ve tesbihini bilmiş, Allah da, ne yapıyorlarsa hep biliyor”

CUMA SALATI BİR ARAYA TOPLANIP GÖRÜŞMELER YAPMAK MIDIR?

Cuma namazının rükûlarından biri de okunan Cuma hutbesine katılmaktır. Çoğu âlime göre Cuma hutbesini dinlememek Cuma Salat’ının şartlarının yerine getirilmemesi demektir. Cuma hutbesinde ise İslam toplumunun bir hafta içinde oluşan gündemi devlet başkanı tarafından halka ilan edilir, yapılması gerekenler bildirilir. Bu açıdan Cuma salatı eskiden beri yeni meselelerin ilan edildiği bir uygulamadır. Önce hutbe okunur, peşine ise topluluk halinde Allah’a hamd, tesbih, takdis manalarını içeren rükû, secde, kıyam hareketlerinin peygamberimizin öğrettiği şekilde yapıldığı şekliyle yani namaz kılınarak Cuma salatı sonlandırılır. Bu haliyle Cuma salatı eskiden beri bir görüşme salatıdır.

SALAVATIN YIKILMASI

Hac 40: “Onlar, sadece “Rabb’imiz Allah’tır.” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah, insanların bazılarını bazılarıyla savmasaydı, içinde Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar, mescitler mutlaka yıkılırdı. Allah, kendisine yardım edene* mutlaka yardım eder. Kuşkusuz Allah, Mutlak Güç Sahibi’dir, Mutlak Üstün Olan’dır.”

Ayette;

savamiu: manastırlar

biyeun: kiliseler

salevatun: havralar, sinagoglar

mesacidu: mescitler

olarak çevrilir. Burada Salevatun kelimesi insanların namazları olarak algılanabilir. Salavatın yıkılması da namazın yani Allah ile kurulan bağın ortadan kalkması gibi anlaşılabilir. Fakat diğer ibadethane isimleri arasında geçtiği için bunun da bir ibadethaneye isim olarak verildiği açıktır. İbn Manzûr (ö.711/1311) bu salevatın Yahudilerin ibadethaneleri olduğunu belirtmiş çünkü bu kelimenin İbrani dilinde ‘saluta’ ve ‘sulut’ şeklinde kullanıldığını zikretmektedir. İbn-i Abbas’ında böyle açıkladığını yazar. Zaten ayette dinlere ait ibadethaneler sayılırken İsrailoğullarının ibadethanesinden de bahsetmesi yerinde olurdu ki buradaki salevat bu anlama gelir ve bugün meallerde sinagog veya havra olarak çevrilir.

ALLAH’IN VE PEYGAMBERİN MÜMİNLERE SALAT ETMESİ

Bazı ayetlerde Allah’ın müminlere salat ettiği belirtilir ki bu salat Allah’ın müminlerle bağ kurması yani ilgilenmesi onları kendilerine terk etmemesi manasındadır. Yine Hz. Muhammed’e de müminlere salat etmesini yani onlarla alaka kurmasını, ilgilenmesini ister. Çünkü senin salatın yani ilgilenmen onları yatıştırır, dinginlik verir diye ekler.

Ahzab 43: “Allah ve melekleri, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size salat etmektedir. O, inananlara karşı çok merhametlidir.”

Tevbe 103: “Onların mallarından sadaka al; bununla onları temizleyip arındırırsın. Ve onlara salli ol, kuşkusuz senin salatın onlara dinginlik verir. Allah, Her Şeyi Duyan’dır, Her Şeyi Bilen’dir.”

SECDE, RÜKÛ VE KIYAM

Kuran’da değişik ayetlerde ibadet hareketleri olarak kıyam, rükû ve secde geçer. Namaz da zaten bu üç ibadetin bileşkesidir.

Fetih 29: “Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükû ve secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir”

Yine, o kadar ileri gidenler var ki secdenin yüzün yere konulması olduğunu bile inkâra kadar girişiyorlar. Onlara göre secde yüzü yere koymak olsaymış Kuran bunu ayrıntılı anlatırmış. Fakat şu bir gerçek ki Kuran indiği dönemin insanları tarafından iyi bilinen kavramlarla konuşur ve bilindikleri için de sözlük gibi detaylı açıklamaz. Fakat o dönemin insanı olmadığı halde 1450 sene sonra farklı bir zamanda farklı bir coğrafya da gelmiş insanlar sadece Kuran’ı yüzeysel okuyarak Kuran’ın kelimelerindeki anlamları tabiki tam kavrayamayacaktır. Kuranın indiği zamanda yaşamış veya ona yakın zamalarda yaşamış olup Peygamber’den öğrenilen bilgilerin henüz taze olduğu zamanlarda yaşayan insanların verdiği bilgilere sırt dönerek, Kuran anlamaya çalışılmış olmayacaktır. Çünkü Kuran kendi indiği zamanındaki Kureyş kavmine çok açıktır, onların dil ve gramer yapısını ve deyimlerini kullanarak olayları anlatır, biz ise onların anlayışına sırt dönersek bize çok açık bir kitap olmayacaktır. Sonra, şu kelime şu değildir, şundan bahsetmemiştir gibi peygamber devrinde açık olarak bilinen anlamları bile göremediklerini iddia edecek ve yanılgıya düşeceklerdir. Böylece salat kelimesinde bile Peygamber devrinin anlayışına sırtlarını dönenler her kafadan bir ses çıkaracak, herkes farklı bir şey anladığını iddia edecek, Peygamberin getirdiği bir din yerine binlerce birbirinden farklı din türeyecektir. Evet yukarıdaki ayette secdenin yüzde iz bıraktığını belirtiyor. Açıkça secdenin yüz ile yapılan bir ibadet olduğu anlaşılıyor. Fakat bu ayet olmasa idi secdeye eminim her aklı olan ayrı bir anlam verecekti, kaldı ki bu muhkem (açık) ayetlere rağmen ve ilk çağ Müslümanlarından beri korunan uygulamalara rağmen hâla secdeye kılıf aramaya çalışanlar var.

SALAT KÖTÜLÜKTEN ALIKOYAR MI?

Salat’ın insanları kötülüklerden alıkoyması demek onları tamamen günahsız ve hiç günah işlemeyen insanlar yapacağı manasına gelmiyor. Salat Allah ile ve peygamber ile bağ kurmaktır demiştik. İnsan salatı ikame ettikçe aklına Allah’ı getirecek, böylece gün içinde bölünmüş vakitlerde sürekli Allah’ı anmak, insanda Allah’ın emirlerine karşı bir iştiyak oluşmasını ve yasaklarından kaçınmak için bir uyarıcı olmasını sağlayacaktır. Bu sayede Salat insandan insana değişebilecek ölçülerde insanları kötülüklerden alıkoyacaktır. Örneğin birisi salatı sayesinde elini haramlardan çeker, fakat onun salatı gözünü de haramlardan çekmesine yetecek kadar güçlü ikame edilmiyordur. Başka birinin salatı da daha kuvvetli ikame ediliyordur. Bu salat sayesinde Allah korkusu ve sevgisi bu insanı daha fazla kaplıyordur. Böyle bir insan ise elini ve gözünü de haramlardan koruyabiliyordur. Peki salat bırakılırsa ne olacak? İnsan gün boyunca ara ara abdest alıp Rabbine yönelmediği zaman çoğu zamanlarında Allah hiç aklına gelmeyecek. Günler böyle devam ettikçe kalbinde Rabbine karşı bir körlük oluşacak. Haramlar kolay yoldan kazanıldığı için insanın kalbinde bu haramlardan alıkoyabilecek Allah korkusu ve sevgisi de azalmışsa insan daha kolay nefsinin arzularına yenilecek. Öyle ise Allah ile sürekli bağ kurulması yani salat yapılması insanı kötülüklerden alıkoyar, fakat bu alıkoyma insanın kurduğu bağın gücüne göre değişir. Herkeste çok az veya çok fazla oranda kıldığı salatın etkisi görülür. İnsan kötülük işlemeye devam ediyor diye salat kötülükleri önleyici değil denmez. Bu durum aslında şuna benziyor: Bizler hasta olmayalım diye kolumuza aşı yaptırırız, aşı sayesinde toplumun büyük çoğunluğu hastalıktan kurtulur, kimisi hastalığa yine yakalanır ama hafif atlatır, kimisi ise hastalığa ağır yakalanabilir. Yani aşı toplum genelinde hastalık seviyesini düşürür ama her bireyde aynı etki görülmeyebilir. Bunun gibi, kılınan salat ta toplum genelinde çok kötülükleri önler, hissedilebilir bir fark oluşturur. Fakat her bireyde aynı etkiyi beklemek yanlış olur.

Burada anlattığımız konu, Kuran’da geçen salat lafzının namazdan bahsetmesi idi. Yoksa namaz Türkçe kılınır mı, kaç vakit kılınır, rekât sayısı nedir gibi konular değildir. Kuran’da namaz bahsedildiğine fakat detayları verilmediğine göre detayları Peygamberin öğretmenliğine bırakılmış olmasından başka açıklaması yoktur ve biz de Peygamberimizden aktarılmış şekliyle namaz ibadetini yerine getirmeye devam ederiz.

Özetle;

Salat kavramı bağ kurmak, alaka kurmak anlamında olarak bu anlamdan hareketle Türkçe’de “ilgilenmek, yönelmek, yardım etmek, dua etmek, namaza durmak” anlamlarında kullanılır. Fakat özel olarak    “EKIMİS SALAT” ifadesi namaz kılmak demektir. Namaz kılmak, Kuran’da sık sık geçen secde, rükû ve kıyam hareketlerinin toplu ve sistemleştirilmiş bir şeklidir ki ilk Müslümanlardan beri uygulana gelmiştir. Hatta birbirine zıt mezhep ve görüşlerin (Sünni, Şia, Harici, Kaderiye vs.) hepsi namazın vakitleri olduğunda ve kılınış şeklinde ufak teferruatlar hariç ortaktırlar. Namaz meselesi böylece Peygamberimizin uyguladığı salat olduğuna ve insanlara da emrettiğinde hiçbir şüphe yoktur. Eğer ben peygamberin salatını, rükûsunu ve secdesini değil de kendi kafamdan bir rüku ve secde serenomisi icad eder ve Allah’ın emrini yerine getiririm diyen varsa buyursun yapsın. Fakat Allah’ın huzuruna gidince Allah neden Peygamberim ile öğrettiğim salatı kılmadın derse ne dersiniz bilemiyorum. Kesin ve bilinen yol varken kendinize seremoni icat etmek ise bir risk almak değildir, dinde laubalilerin bile göze alamayacağı ancak dinin içini boşaltmak isteyenlerin peşine düşebileceği bir iştir.

Hristiyan ve Yahudi kaynaklarında Hz. Meryem’in annesinin ve babasının ismi yoktur. Kaç kardeşi olduğu belli değildir. Sadece John 19:25 ayetinde Hz. Meryem’in bir kız kardeşinin İsa’nın çarmıha gerilmesi esnasında orada olduğunu söyler.

John 19:25: “İsa’nın karşısında annesi, annesinin kız kardeşi, Clopas’ın karısı Meryem ve Magdalalı Meryem vardı.

Bunun yanında kanonik olmayan (uydurulduğu kabul edilen) metinlerden olan “Gospel of James” kitabında Meryem’in babasının ismi Joachim olarak geçer.[4] Bu kitap İsa’dan 120 yıl sonra yazıldığı tespit edilmiş ve 405 yılında Papa tarafından yalan bir metin olduğu açıklanmış, 500’lü yıllarda ise bu kitap uydurma olduğu gerekçesi ile yasaklanmıştır.[5] Bu kitap özellikle Hz. Meryem’in ve İsa’nın çocukluğunu anlatıyor ve bilinmesi mümkün olmayan çok sayıda olayı garip hikâyeler tarzında anlattığı için uydurulmuş hikâyeler olduğu kabul ediliyor, Kilise de bu kitabı inandırıcı bulmuyor ve kullanmıyor.

Kısaca ortada Hz. Meryem’in babasının adını veya kaç kardeşi olduğunu bildiren ve bunların adını veren güvenilir bir kaynak bulunmuyor. Kuran Hz. Meryem’e Harun’un kız kardeşi diye hitap edildiğini yazıyor, ama Harun Meryem’in ana-baba bir kardeşi midir yoksa annesi veya babası sonradan başka biriyle mi evlenmiştir, çocuklar ana bir veya baba bir kardeş midir, onu haber vermiyor. Öyleyse hiçbir güvenilir kaynak Hz. Meryem’in babasının ve kardeşinin isminden bahsetmiyorken Kuran bunları haber vermişse burada bir tarih yanlışı var denmez. Çünkü Hristiyanlığa göre bile babasının adı ve kaç kardeşi olduğu bilinmiyor. Öyleyse burada Kuran’ın bir çelişkisi yok. Çünkü Kuran var olan bir bilgiyle zıt düşmüyor aksine eksik bir bilgiyi tamamlıyor.

ateistler burada diyorlar ki İmran’ın kızının isminin Meryem olması ve oğlunun isminin Harun olması tıpkı Hz. Musa’nın ailesine benziyor. Bu benzerlik nereden kaynaklanıyor.

Cevap: Yahudilerde geçmiş atalarının isimlerini koyma âdeti sıkı olarak uygulanırdı. Örneğin yukarıda verdiğim İncil’in John 19:25 ayetine dikkat ederseniz (sahte) İsa çarmıha gerildiğinde başlarında bulunan dört kadından üçünün adı Meryem’di. Yine Kuran’da bir meleğin Zekeriya a.s.’a bir çocuk verileceğini ve onun adını Yahya koymasını söyler (Meryem 7). Yahya adının yeni bir isim olacağını da söyler. Çünkü yeni isim konulması Yahudiler de sıkıntılı bir durumdu. Aynı olay İncil’de de anlatılır ve Hz. Zekeriya’nın karısı Elizabeth çocuğun ismine Yahya deyince ona şu şekilde itiraz ederler:

Luka 1: 60-61: “Ama annesi, ‹‹Hayır, adı Yahya olacak›› dedi.   Ona, ‹‹Akrabaların arasında bu adı taşıyan kimse yok ki›› dediler.”

Demek ki Yahudilerde belirli isimler konulabiliyor ve her evde Yakup, Musa Harun, Meryem, İmran isimlerinden bir veya birkaçına rastlamak mümkün. O halde Meryem’in babası İmran’ın kendi çocuklarına kendi atalarından olan İmran’ın çocuklarının adını koymuş olması garipsenecek bir durum değil. Yani Musa’nın babası olan İmran’ın çocuklarının ismi Harun ve Meryem olduğu için, Meryem’in babası İmran’da çocuklarına aynı isimlerle koymuş olabilir. Tekrar ediyorum Kuran bunları haber verir ve bunların aksine Tevrat’ta veya İncil’de hiçbir bilgi yok. O halde Kuran’ın sözü elbette ki geçerlidir.

KAYNAKLAR

  1. https://islamansiklopedisi.org.tr/imran.
  2. https://en.wikipedia.org/wiki/Miriam.
  3. https://www.britannica.com/biography/Saints-Anne-and-Joachim.
  4. Brownrigg, Ronald. Who’s Who in the New Testament 2001 ISBN 0-415-26036-1 sayfa T-62.
  5. Betsworth, Sharon (2014). Children in early Christian literature: Children as characters, metaphors, and types in early T & T Clark. p. 169. ISBN 978-0567235466.

Necm 21-23: “Gördünüz mü Lât'ı ve Uzza'yı? Ve üçüncüleri olan diğer (put) Menât'ı? Erkek sizin de dişi O'nun mu? Öyleyse bu insafsızca bir paylaştırma. Bu putlar, sizin ve atalarınızın uydurduğu boş isimlerden başka şeyler değildir ve Allah onlara hiçbir yetki vermemiştir. O putlara tapanlar, sadece zanlarının ve kuruntularının peşine takılıyorlar. Halbuki şimdi onlara, Rablerinden bir yol gösterici de gelmiştir.”

Bu ayetler nasıl putları övüyormuş, anlayana aşk olsun. Müşrik Araplar Lat, Menat ve Uzza’ya Tanrı'nın kızları derlerdi (Bkz: Ez Zadul mesir tefsiri). Ayet ise kendilerinin oğullar istedikleri halde sahte Tanrılarına kızlar yakıştırmalarının çelişkisini gösteriyor ve bu paylaştırmaların kendi yakıştırmaları olduğunu ince bir üslupla haber veriyor. Yani ayetin o putları övdüğü yok, bu çelişkili ve saçma paylaştırmanın insan kökenli olduğunu inceden dokundurarak söylüyor. Zaten Kuran’ın her yeri o sahte Tanrıcıklara savaş açmaktadır.

Savaş konusu birkaç farklı şekilde sorularak soruların 100'e tamamlanmasına çalışılmış herhalde.

Allah dinini yeryüzünde kötülükler, zulümler, hırsızlıklar, yalanlar, aç gözlülükler, bencillikler kalksın ve insanların birbirlerinin haklarına saygılı olduğu bir düzen kurulsun diye gönderir. Eğer dinin emirlerini göndermezse insanoğlu haklının değil güçlünün kurallarının uygulandığı bir düzene doğru evrilmeye meyillidir. Allah’ın kanunları uygulandığı ölçüde bu engellenir ve güçlülerin değil haklıların Dünyası kurulmuş olur.

Allah dini gönderdiğinde, mevcut düzenlerinin bozulmasını istemeyen güçlüler sınıfı Allah’ın dinine direnç gösterecektir, çünkü yeni gelen Din güçlülerin ihtiraslarından kaynaklanan adaletsiz düzenleri yıkar ve onları rahatsız eder. Onlar reaksiyon gösterdi diye Allah da yeryüzünde insanlar arasındaki düzenden vaz geçecek değildir. Kullarına bu kötü insanlarla aşırıya kaçmadan hangi dilden anlıyorlarsa o dille mücadele etmelerini ve Allah’ın adaletli sisteminin yeryüzüne yayılmasını engelleyen tüm güçleri aşmalarını ister. Muhataplar diyalogdan anlarlarsa İslamiyet öncelikle diyalog ve barış emreder, muhataplar ancak savaş dilinden anlıyorlarsa İslamiyet savaşılmasını ve Allah’ın adil düzeni önündeki egoist engellerin kaldırılmasını ister. Yani savaş seçeneği İslamiyet’te hep en son seçenektir, Kuran’da öncelik Allah’ın dinini ve adaletini ve mutluluğunu yeryüzüne güzellikle yaymaktadır. Örneklerini yazının sonunda vereceğiz.

Kafa kesme

Soru: Kuran’da Muhammed 4 ayetinde savaşa ve kafa kesmeye mi teşvik var?

Cevap: Kuran, sizinle savaşmayanlarla savaş yapılmasını yasaklar. Savaşta da ancak size yapılan muameleyi karşı tarafa yapabileceğinizi yani kısas yapabileceğinizi ve aşırı gidemeyeceğinizi belirtir.

Muhammed 4: “(Savaşta) İnkar edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Ondan sonra artık ya lütfeder bırakır veya karşılığında fidye alırsınız. Harb, ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız)

Bu ayet bedir savaşı için indirildi ve bir harp durumundan söz ediliyor. Allah iki ordunun karşılaşmadığı durumlarda gidin inanmayanları veya düşmanlarınızı öldürün demiyor, öldürün dedikleri ise zaten sizi öldürmeye gelen askerler ve üstelik bu savaşı müslümanlar istememiş, onlar hep müslümanlara saldırmışlar. Empati yapın, milletimiz bir savaşa girince düşmanı denize dökmelerinden hâlâ gururlanmıyor muyuz? Savaşta öldürmeği Mustafa Kemal için kahramanlık, Muhammed Mustafa için vahşet olarak görüyorsanız burada bir tezat var ve algılarınızı çok iyi yönetmişler demektir. Zaten o ayette “Harb, ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız).” diyerek bu durumun savaşla sınırlı olduğu belirtmemiş mi?

Allah zulmün ve insan öldürmenin olmaması için kısas koymuştur. En adaletlisi de budur ve zulmü durdurur. Yukarıda boyunlarını vurun demesi de müşriklerin Müslümanlara bunu reva görüyor olmasındandır. Müşrikler baştan beri Müslümanları türlü akıl almaz işkencelerle öldürüyorlardı.

Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün

Tevbe 5: “Haram aylar sıyrılıp-bitince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve onların bütün geçit yerlerini kesip-tutun. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve zekâtı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.”

Bu ayetteki kimlerin ve neden öldürülmesi gerektiğini önceki ayetlerde açıklıyor. Kısaca Tevbe 1-3’te diyor ki siz barış antlaşması yaptınız ama onlar anlaşmayı bozdu, anlaşmayı bozup da sizleri öldürenlerle sizde savaşın, haram aylar çıkıncaya kadar 4 ay daha beklesinler sonra onlara savaş açın bulduğunuz yerde öldürün diyor, çünkü onlar anlaşmayı bozup müslümanlara saldırdı ve 4. ayette ekliyor ki fakat anlaşmasını bozmayanlar bunun dışındadır. Herşey açık değil mi? Rastladığınız bütün müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün diye birşey yok, anlaşmayı bozup size saldıranları siz de öldürün diyor, eğer ayet cımbızlayıp sadece beşinci ayeti alırsanız durumun tamamen zıttını gösterirsiniz tabii ki.

Hem devamında ise Tevbe 7’de “onlar size karşı dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın.” der. Görüldüğü gibi İslam’ı savaş dini göstermeye çalışanların kullandığı her iki ayette de size saldıranlar var ve sizden kendinizi meşru müdafaa yapmanız isteniyor. Meşru müdafaada bile aşırı gidilmemesi her şeyin kırılıp geçirilmemesi, masumların öldürülmemesi aşağıdaki ayetle isteniyor.

Meşru müdafaa

Bakara 190: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez.”

Meşru müdafaa dışında Kuran her zaman barışı ve iyi geçinmeyi emreder.

Mümtehine 8: “Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adalet yapanları sever.”

Yani size savaş açmayan insanlara iyilik ve adaletinizi göstermelisiniz. Peşindeki ayette ise:

Mümtehine 9: “Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost (veli) edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalimlerin ta kendileridir.”

diye belirterek sizinle savaşmayan müşriklerle dostluk ve iyi ilişkiler kurmanızı yasaklamadığını açıklar. Görüldüğü gibi Allah size saldırılıp sizi meşru müdafaa ve kısasa zorlamadıkları müddetçe hep barışı öğütlemiştir.

Yahudi ve Hristiyanlar (Ehl-i kitap) ise Peygamberle ilmi ve sözlü mücadeleye girmişti, İslam’ı ilmi olarak çürütmeye çalışıyorlardı. Allah onlara bile zarar verilmemesini ve zararsız güzel bir mücadele yapılmasını istedi

Ankebut 46: “İçlerinden zulmedenler hariç Ehl-i kitap’la en güzel bir şekilde mücadele edin”

İslam’a göre sadece savunma amaçlı olan (el-Bakara 2/190, 194; el-Hac 22/39; eş-Şûrâ 42/41), bir antlaşmayla sonuçlanmadan kesintiye uğrayan bir savaşın devamı niteliğinde bulunan, barış antlaşmasının düşman tarafından bozulması neticesinde başlayan (et-Tevbe 9/12-13), haksızlığa uğrayan müslümanlara yardım amacı taşıyan (en-Nisâ 4/75; el-Enfâl 8/72) savaşlar meşrudur gerisi ise meşru değildir, bozgunculuk çıkarmaktır (https://islamansiklopedisi.org.tr/savas).

İslam barış demektir

İslam’ın barışı ana prensip yaptığına dair diğer örnekler:

Şura 40: “Bir kötülüğün karşılığı, aynı şekilde bir kötülüktür. Ama kim affeder ve barışırsa, onun ecri Allah’a aittir. Doğrusu O, zulmedenleri sevmez.”

Nahl 126: “Eğer ceza verecekseniz, size verilen cezanın misliyle ceza verin ve eğer sabrederseniz, andolsun bu, sabredenler için daha hayırlıdır.”

Fussilet 34: “iyilikle kötülük bir olamaz, sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav. O vakit seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse, candan bir dost gibi olur.”

Enfal 61: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven. Muhakkak O, duyandır, bilendir.”

Yukarıdaki ayet düşmanın istemesi durumunda barışa gidilmesini söylüyor, fakat üstün durumda iken müslümanların barışa çağırması ise karşı tarafta kendilerinde bir üstünlük hissi doğuracağından dolayı üstünken barışı talep eden tarafın müslümanlar olmaması gerektiği ise şu ayet ile belirtilmiş:

Muhammed 35: “Öyleyse, siz üstün (bir durumda) iken, barışa çağırmak suretiyle gevşekliğe düşmeyin. Allah, sizinle beraberdir; O, sizin amellerinizi asla eksiltmez.”

Bu iki ayet birbiri ile çelişmez, çünkü düşman talep ederse barışa gidilecek fakat müslümanlar üstünken barışa çağıran taraf müslümanlar olmamalı, çünkü bu durum, düşman tarafından müslümanların acziyeti olarak yorumlanıp düşmana cesaret verir ve hem pazarlık ellerini güçlendirir hem de barışın gelmesini geciktirebilir.

Devam edelim:

Maide 2: “”…Sizi Mescid-i Haram’dan çevirdiklerinden dolayı bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya sevk etmesin. İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın…”

Maide 13: “…İçlerinden pek azı hariç, daima onlardan hainlik görürsün. Yine de onları affet, aldırma. Çünkü Allah güzel davrananları sever.”

Özetle

İslam, hâkim güçlerin göstermeye çalıştığı gibi savaş dini değildir, aksine yeryüzünde gerçek manada barışı, adaleti ve iyiliği isteyen, zulmü engelleyip herkesin birbirleriyle dost olduğu bir Dünya kurmanın yegâne çaresidir. Sürekli barış nutukları atıp her yere kan ve gözyaşı götürmekten başka bir şey yapmayan yalancı sistem ve yönetimler gibi ikiyüzlü değildir. İslam ismi bile zaten barış ve esenlik demektir. Cennet’te insanların birbirlerine Selam demesi bu yüzdendir. Barış ve esenlik demektir. Barışı ve adaleti isteyen tek gerçek bir sistem varsa o da Allah’ın insanlara din olarak gönderdiği İslam’dır. Bunun haricinde söylenen ve yapılanlar ise hâkim güçlerin algı oyunlarından ve İslam’ı kötü göstermek için kurdukları tezgâhlardan ibarettir. Muhammed 4 , Tevbe 5 gibi ayetler zorunluluk oluşan durumlar için aktif savunma yapılmasını bildiren ayetlerdir.

Kuran-ı kerimde bazı ayetlerde Allah’ın kanunu değişmez dediği halde bir ayetinde ise “Biz bir âyet nesheder, yürürlükten kaldırırsak veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya benzerini vahy ile getiririz” diyor. Bu ayetler çelişiyor mu?

Cevap: Çelişki yok. Önce ayetlere bakalım.

Fatır 43: “Çünkü onlar yeryüzünde büyüklük taslıyor ve kötü tuzaklar kuruyorlardı. Hâlbuki kişi kazdığı kuyuya kendi düşer. Onlar öncekilerin kanunundan (onlara uygulanandan) başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın sünnetinde (kanununda) asla bir değişme bulamazsın, Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın.”

Bu ayette Allah kötülük kuranların kendi kurdukları tuzağa düşmesi kaçınılmazdır. Bu benim hiç değişmeyen bir sünnetimdir (kanunumdur) diyor. Amenna.

Enam 34: “Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah’ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi.”

Bu ayette de değişmeyen bir kanunundan haber veriyor. Diyor ki elçilerimiz yalanlanmalarına sabır gösterirse mutlaka onlara yardımımız gelir.

Demek ki Allah’ın hangi durum için ne türlü bir kanun koyacağı veya uygulayacağı bellidir. Peki insanların durumu değişirse ne olacak?

Örneğin; çalıştığınız gıda üreticisi bir işyeri, gıda paketlemedeki çalışanlarına eldiven takması kuralını getiriyor. Gıda kolilerini depoya götürenlere ise kafalarına baret takması zorunluluğu var. Yani iki farklı durum için iki farklı kural var. Şimdi gıda bölümünden depo bölümüne geçen bir işçi için kurallar değişecektir. Fakat şirketin kendisi için kurallar değişmemiştir. Yani A durumu için B kuralı ve C durumu için ise D kuralı. Şirket bu kuralı hiç değiştirmiyor.

Allah’ın kuralları da böyledir. A durumu için B kuralı ve C durumu için ise D kuralı sürekli işler. Sizin durumunuz A’dan B’ye değişirse Allah’ın sizin hakkınızda da C kuralı değil D kuralı geçerli olur.

Bakara 106: “Biz bir âyet nesheder, yürürlükten kaldırırsak veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya benzerini vahy ile getiririz. Allah’ın gücünün kudretinin her şeye yettiğini, her türlü düzenlemeyi yaptığını bilmiyor musun?”

Topluluklar için indirdiği kurallarda böyledir.

Bu yüzdendir ki Rad 11 ayetinde “ Bir topluluk kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” buyurulur.

Yine bundan dolayıdır ki Ali İmran 50’de “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim ve Rabbiniz tarafından size bir mucize de getirdim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”

buyrularak insanlığın şartları değiştiğinden dolayı hükümlerin de değiştiği beyan edilir. Hz. Muhammed’den önce insanlık çok dağınık ve kültürler arası dev farklar olduğundan değişik kanunlar gerekmişse de Hz. Muhammed ümmeti zamanında Dünya insanları daha çok birbirleriyle temaslar kurup birbirlerine gitgide daha çok benzediğinden dolayı kıyamete kadar tek bir hüküm (Kuran-ı Kerim) yeterli olmuştur.

Bir kuralın kaldırılıp yerine başka bir kural getirilmesine “Nesh” denir. Kuran’da pek örneği yoktur ama en meşhur örnek olarak, şu ayeti verirler:

Enfal 65: “Ey Peygamber, mü’minleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlub edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur.”

Enfal 66: “Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za’f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle beraberdir.”

Bu iki ayet başta sanki kuralın değişmiş olduğu gibi görünüyor. Ama yukarıda anlattığımız gibi Allah’ın kuralı hep aynı. Yani eğer inanır motive olursanız siz kendinizden on kat fazla orduyu yenersiniz, fakat eğer zaaf gösterirseniz ancak iki katı kadar bir orduya galip gelebilirsiniz. Yani Allah’ın kuralı değişmiyor. Değişen sadece insanın durumudur ve Allah’ın her iki hükmü de her iki durum için geçerlidir. Yani sahabeler tekrar motive olurlarsa tekrar on katı kadar bir orduyu yenebilirler demektir. Bundan dolayı Kuran’da bir ayetin gelip başka bir ayeti iptal etmesi durumu yoktur. Farklı durumlar için konulmuş farklı hükümler vardır.

Yine Peygamberle gizli konuşmadan önce sadak verin ayetinde de herhangi bir hükmün kaldırılması yoktur.

Mücadele 12: “Ey iman edenler, Peygamber’e gizli bir şey arzedeceğiniz zaman, gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet (buna imkan) bulamazsanız, artık şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Mücadele 13: “Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermekten ürktünüz mü? Çünkü yapmadınız, Allah sizin tevbelerinizi kabul etti. Şu halde namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah’a ve O’nun Resûlü’ne itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”

Birinci ayette sadaka verin eğer vermeye gücünüz yetmezse Allah bunu sizden affeder deniliyor. İkinci ayette ise sadaka vermekten ürküpte vermeyenler tevbe ettiği için tevbelerinin kabul olunduğu söyleniyor. Fakat sadaka verin hükmü kalkmıyor, yine aynen devam ediyor.

Başka bir örnek olarak içki ayetlerine bakarsak,

Bakara 219: “ Sana hamrı (sarhoşluk veren maddeleri) ve kumarı soruyorlar. De ki her ikisinde büyük bir ism (günah, zarar) ve insanlar için bazı yararlar vardır. Ama bunlardaki ism yararlarından büyüktür. (Hayra) neyi harcayacaklarını da soruyorlar. De ki: Artanı! (sizi sıkıntıya düşürmeyecek kadarını). Allah, âyetlerini size böyle açıklar ki düşünesiniz

Nisa 43: “Ey îmân edenler! Sarhoş olduğunuz zaman ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp olduğunuz zaman da eğer yolcu değilseniz, gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın.”

Maide 90-91: “Ey îmân edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen fal okları hep şeytanın işinden birer pisliktir, ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan, içki ve kumarla, aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz, değil mi?”

Bakara 129’da sadece içki değil aklı baştan alan her türlü madde nin günah olduğu fakat bunun yanında bazı yararlarının da olabileceği belirtiliyor. Nitekim bugün alkol dezenfektan olarak yaygınca kullanılmaktadır. Alkolün demek ki sadece içilmesi yasaklanmış diğer amaçlar için kullanılması yasaklanmamış.

Maide 90’da içkinin şeytan işi olması ve içilmemesi gerektiği bahsediliyor. Bırakılması isteniyor. Buna rağmen içen olursa namaza yaklaşmaması Nisa 43’te emrediliyor. Yani ayetlerin birbirinin hükmünü kaldırır bir tarafı yok. Baştan beri belirttiğimiz gibi farklı durumlar için farklı hükümler var.

Özetle: Allah’ın farklı durumlar için koyduğu farklı hükümler vardır. Allah’ın bu kuralları değişmez fakat insanların durumları değişirse, o durum için bir ayetin hükmü kalkar ve bir diğer ayetin hükmü yürürlüğe girer. Önceki şartlar geri gelirse bu sefer önceki ayetin hükmü geçerli olur. Bu sebeplerden dolayı, Kuran’da birbirini iptal eden ayetler yoktur, farklı durumlarda birbirinin yerine geçen ayetler vardır. Nesh kavramı budur.

Yukarıdaki cariyelik sorusunun farklı kelimelerle yeniden sorulmuş şekli bu soru. O yüzden cariyelik hakkında verdiğimiz cevabı tekrarlıyoruz.

Cevap:

Daha önceki kölelik yazımda İslam’ın kölelik ve cariyeliği emretmediğini, tam tersine kölelik ve cariyeliğin bitirilmesini tavsiye ettiğini fakat kesin bir dille de yasaklamadığını anlatmıştık. Bugün cariyelik kavramını ve neden kesin dille yasaklanmadığını anlamaya çalışacağız.

Öncelikle bir insana yapılacak en büyük zulüm nedir diye sorsam cevabınız ne olurdu? Evrensel insan hakları açısından cevap bir insanı öldürmektir. Yani öldürmek en büyük suçtur, çünkü kişinin geleceği hakkındaki tüm güzellik planlarını ve ihtimallerini sıfırlamış olursunuz. Vereceğiniz her acı belki telafi edilebilir ama ölümü telafi edemezsiniz. Peki biz insanlar neden düşmanları savaşta öldürürüz. Neden teröristleri öldürürüz? Mademki öldürmekten kötü bir şey yoksa biz neden öldürüyoruz. Burada itiraz edeceksiniz ve diyeceksiniz ki: Bizde kimseyi öldürmeyi istemezdik ama biz onları öldürmesek onlar şehre gelip bizi öldürecek, savaşta silahların eşitliği ve orantılı bir mücadele için düşmanın yaptığını yapmasak yeryüzünde denge olmaz. Eğer insan öldürme bir gün tamamen kalkarsa biz de kimseyi öldürmeyiz. Bakın en büyük kötülüğü işleyen günümüz insanlarının verebileceği en makul savunma bu şekilde olacaktır. Fakat eğer gelecekte insan öldürme tamamen kalkar, tarihe karışırsa gelecek nesiller sizleri birer cani ve barbar olarak görecekler, eleştirecekler. Nasıl böyle bir işi atalarımız canice yapıyormuş diyecekler. Fakat o gelecek nesillere uzaktan çok kolay gelen bu işi kaldırmak şu an için mümkün değil, çünkü savaşta “silahların eşitliği ve mütekabil kuvvetlerin dengesinin bozulmaması” kuralı olmasa bir taraf sürekli tek taraflı zararlar görürdü. Fakat bunu o günün insanına anlatıp kendinizi anlatmakta zorlanacaksınız.

İşte bugün de benzer şekilde bizler eski toplumlardaki kölelik ve cariyeliğin Kuran tarafından bir anda neden kaldırılmadığını konuşuyoruz. Doğru! Kuran bir anda kaldırmamıştı, çünkü düşmanlarınız sizin canınıza kast ederken ve kadınlarınızı esir edip cariye yaparken Kuran’ın “düşmanları öldürmeyin veya cariyeliği kaldırın” demesi Müslüman toplumların aleyhine güçlerin dengesizliğine yol açması ve caydırıcılığın olmaması demekti. Ben Kuran’ın genel olarak tutumundan şunu anlıyorum ki Kuran köleliği ve cariyeliği istemiyor hatta Muhammed 4 ayetine göre savaş bitince esirleri salın diyor. Öldürün veya köle yapın demiyor. Fakat yine de herşeyi kesin bir dille yasaklamıyor, çünkü düşman tarafı savaşı kazanırsa sizi köle edecek, savaşta mütekabiliyet olmazsa psikolojik üstünlük karşı tarafa geçer.

Cariyelik meselesini eleştirmeden önce bugün gözümüze normal olarak görünen savaşmak ve kan akıtmak gibi en büyük suçu kaldırabiliyorsak kaldıralım hadi demek lazım. Gelecek nesillerin de bizi eleştireceği böyle bir konuyu kaldırmak şu an için eğer size adaletsiz bir uygulama olarak görünüyorsa o zaman “Kuran neden bir anda köleliği ve cariyeliği kaldırmadı” diye oturduğumuz yerden farklı zaman ve farklı şartlara adaletsiz veya ahlaksız yakıştırması yapıştırmaktan vaz geçin. Çünkü insanların birbirini esir etmesi ve kullanması tıpkı insanların birbirini öldürmesi gibi psikolojilerinde yatan bir gerçektir. Kuran adam öldürmeyi yasaklar fakat adam öldüreni de öldürün der. Bu bir tezat değildir. Benzer şekilde Kuran köleliği veya cariyeliği de istemez.

İkinci olarak bir hekim bir tümörü eğer kısıtlı bir bölgede ise (lokalize) keserek çıkartmak isteyebilir. Fakat eğer tümör vücuda çok yayılmışsa (generalize) bunu ilaç ile tedavi ederek bir anda değil de zamanla küçültüp yok edilmesini sağlayacaktır. İşte Kuran da bir toplum hekimi olarak yukarıda verdiğimiz “silahların eşitliği ve mütekabil kuvvetlerin dengesinin bozulmaması” meselesinden dolayı bir anda köleliği ve cariyeliği kaldırmamış fakat indirdiği düzeltici ayetler sayesinde, toplumun bunu kaldırmaya hazır olduğunda kendiliğinden kaldırmasının zeminini hazırlamıştır.

Peki, ateistlerin göstermeye çalıştığı gibi İslam’da cariyeler rastgele birlikte alınan fahişeler midir?

Tabiki hayır. Zina zinadır, cariyelerle bile zina yapılamaz. Yaygın yanlış kanının aksine Kuran’da cariyeler nikâhlanmaz diye bir şey söylenmez. Tam tersine Kuran cariyelerin nikâhlanması gerektiğini söyler. Cariyeye fahişe muamelesi yapılamaz, istismar edilemez.

Nur 32-33: “Sizden bekâr olanları ve kölelerinizden, cariyelerinizden temiz olanları nikâhlayıp evlendirin; yoksulsalar Allah, lütfuyla onları zengin eder ve Allah’ın lütfu boldur ve o, her şeyi bilir. Evlenmeye güçleri yetmeyenler de Allah, onları lütfuyla zengin edinceye dek ırzlarını korusunlar. Köle ve cariyelerinizden, bir müddet içinde birden veya taksitle bir mal veya para karşılığı azat olmak isteyenlerin dileklerini de, bunda bir hayır olduğunu bilirseniz kabul edin ve onlara, Allah’ın size verdiği maldan verin. Cariyelerinizi, onlar da namuslu yaşamayı istedikleri halde, geçici dünya malı için kötülük yapmaya mecbur etmeyin. Zorla kötülüğe sevk edildikten sonra da şüphe yok ki Allah, onların suçlarını örter, rahimdir.”

Ayette cariyeler için “enkihu” ifadesi geçer, bu da nikâhlayın demektir. Cariyenin sahibi isterse cariyeyi sadece evin hizmetlerinde istihdam edebilir veya isterse onunla cariye statüsü devam edecek şekilde evlenebilir, fakat bu evlilik teserri olmadan olmaz. Teserrinin gerçekleşmesi için şartlar:

Birincisi: Normal hür kadınlardan olan eşlerine ayırdığı gibi, tesri (birlikte olmak) istediği cariyesi için de hususî bir mesken ayırması, yani ona da bir ev yapacak.

İkincisi, diğer eşine ayırdığı zamanı ona da ayırması. İmam Ebu Yusuf’a göre ondan bir çocuk edinme arzusu da şarttır.[1-3] Cariye doğum yaparsa artık özgür olur.[4]

Üçüncüsü; Nisa suresi 25’e göre cariyeleri de nikâhlarken mehir vermek gerekir.

Nisa 25: İçinizden özgür mü’min kadınları nikâhlamaya güç yetiremeyenler, o zaman sağ ellerinizin malik olduğu inanmış cariyelerinizden (evlensin.) Allah sizin imanınızı en iyi bilendir. Öyleyse onları, fuhuşta bulunmayan, iffetli ve gizlice dostlar edinmemişler olarak velilerinin izniyle nikâhlayın. Onlara mehirlerini maruf (güzel ve örfe uygun) bir şekilde verin.

Dördüncüsü; Bir kişi istihdam etmek için dilediği kadar cariyeye sahip olabilir. Fakat onlarla nikâhlanıp birlikte olmak isterse bu sayı sınırlıdır.[6] İmam Ebu Hanife, İmamı Malik, İbni Şihâb ezZührî ve Haris el-Uklîye göre hürlerle evlenmeye güç yetiremeyen kimse cariyelerden dörde kadar nikâhlar, daha fazlasını nikâhlayamaz. [7] Hammad bin Ebî Süleyman ise bu sayıyı iki ile sınırlandırırken, 8] İbni Abbas, İmam Şafî, Ebu Sevr, İmam Ahmed ve İshak ise birden fazlasını uygun görmemiş ve bir kimsenin birden fazla cariye ile evlenemeyeceğini söylemişlerdir.[9] Görüldüğü gibi bu konuda kesin bir görüş birliği yok. Fakat nikâhlanabilecek kadın sayısı ayetle en fazla 4 olabileceği açıklanmışsa, bu sayı cariyeler içinde geçerli olmalı, yani nikâhlanabilecek eşler ve cariyeler toplam en fazla 4 olmalı. Fakat gelenekte sınırsız cariye ile evlenme fikri galip gelmiş görünüyor.

Allah Resulü hayatının hiçbir döneminde cariye edinip kullanmamıştır. Ona cariye olarak nispet edilen üç eşi, mutlaka önce azat edilmiş, sonra diğer hanımlara verdiğinden az olmamak kaydıyla mehri ödenmiş sonra da nikâh yoluyla eş edinilmiştir.[5] Ahzab 50’de geçen “Allah’ın sana ganimet olarak verdikleri (savaş esirleri)nden sağ elinin malik olduğu” ifadesi savaşta esir düşen safiye ve Cüveyriye isimli eşlerini kapsar, fakat belirttiğimiz gibi onlar önce hürriyetine kavuşturulup sonra mehirleri verilerek nikâhlanmıştır. Yani Allah Resulünün savaşta esir düşmüş iki eşi vardır fakat Allah Resulü savaşlarda cariye almamıştır, bunu yapmaya toplumsal örf izin verir, gücü de vardır ama yapmamıştır. Buna rağmen sahabeler erkekleri köle diye almamış olsalar da nadiren cariye almış olmaları muhtemeldir. Bu durum, belirttiğimiz gibi silahların mütekabiliyeti açısından kaçınılmaz bir durumdur. Fakat savaşa katılmayanların cariye alınması diye bir durum yoktu, Mekke fethedilirken bile en çok kötülüğü yapan bu insanlar serbest bırakılmışlardır.

Kuran, köleliği veya cariyeliği emretmediği için kölelik ve cariyelikle ilgili hükümler köle ve cariye sahibi olan kişiler için geçerlidir. Günümüzde kölelik olmadığı için bu aytler ne olacak diye sorulmaz. Eğer kölelik varsa hüküm kullanılır. Yani sebep varsa ilgili hüküm kullanılır sebep yoksa hüküm orada bekler. Bu sadece kölelik için değil her durum için geçerlidir. Örneğin bir toplumda hırsızlık olmasa bile kanunlarda hırsızlıkla ilgili hükümler vardır ve birgün insanlar hırsızlığı geri getirirlerse oradaki kanunlar tatbik edilir. Kuran’da da bunun gibi kölelerin ve cariyelerin hukuklarını koruyan ayetler vardır ve savaş esirliğinin olduğu zamanlarda esirlerin bu hukuku gözetilmelidir. Köle ve cariye, savaş esiri demektir ve aslında savaş esirleri günümüz toplumlarında dâhil her zaman olmuştur.

Soru: Yukarıdaki Nisa 25 ayetine göre cariyelerle evlenmek kötü müdür?

Cevap: Evlilikte denklik önemli. Denklik olmadığı zaman o evlilik sağlam temeller üzerine kurulmuyor. Buna Hz. Zeyd ve Zeynebin evliliği şahittir. Allah yasaklamıyor ama hür kişinin hür kültürden gelmiş biriyle evlenmesi evliliğin kültürel açıdan problem vermemesi ve uyumsuzluk yaratmaması açısından önemli bir husus. Dengi ile evlilik yapılmayan aileler günümüzde dahi çok yürümüyor, sağlam olmuyor, bir müddet sonra sevgi gidiyor, yerini farklı düşüncelere bırakabiliyor. O yüzden hür birinin köle bir kadınla evlenip sonradan kendi de kültürel bir uyumsuzluk yaşaması ve her iki tarafında rahatsız olması olağan bir durumdur. Yani durum tamamen kültürel doku uyumu ile alakalı bir durum, köleyi veya cariyeyi aşağılama durumu değil.

Nisa 36: “…sahibi olduğunuz köle ve cariyelere iyilik edin…”

Bakara 221: “Elbette iffetli bir cariye, hür bir müşrikten sizin için daha hayırlıdır…””

Kısacası, cariyelik ve kölelik gibi uygulamalar “silahların eşitliği ve mütekabil kuvvetlerin dengesinin bozulmaması” ilkesi gereği tek seferde kaldırılmamıştır, fakat Kuran (bir toplum hekimliği ile bütün insanlık buna hazır olduğunda) kölelik ve cariyeliğin kalkmasını tavsiye etmiştir. Kuran köle ve cariyelere iyilikler yapılmasını emrederek onları koruma altına almıştır. Cariyeler hizmetçilerdir; ateistlerin vazgeçemediği ve seks işçileri olarak tanımladıkları günümüz porno sektörünün kurban kadınları gibi birer ortalık fahişesi değildir, kendilerine nikâh kıyılan, hakları olan ve kötü davranılmasının yasaklandığı kişilerdir.

Nisa 36: “…sahibi olduğunuz köle ve cariyelere iyilik edin…”

Bakara 221: “Elbette iffetli bir cariye, hür bir müşrikten sizin için daha hayırlıdır…””

KAYNAKLAR

  1. “Nihayetu’l-muhtac,29/343-şamile”.
  2. Muğnil-Muhtac, 20/316.
  3. el-Bedai’, 8/344-45-şamile.
  4. Şimşek, M.S., Kur’an’ın Ana Konuları, 2. Bs., Beyan Yay., İst., 2001, s. 198-203. Kaynak: Cariye ile nikâh şart mı? – MURAT KAYACAN.
  5. DUMAN, M.Z., İSLAMIN KÖLE VE CARİYE SORUNUNA YAKLAŞIMI. ilahiyat Fakültesi Dergisi, 2011/1.
  6. Hüseyin, ÇELİK. KUR’AN-I KERİM’DE CARİYELERLE EVLİLİK MESELESİ. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (18), 137-173.
  7. 123 Serahsî, el-Mebsût, 5/108; Cassâs, Ahkamu’l-Kur’an, 2/225; Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s. 292 124
  8. Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s.292 125
  9. Kurtûbî, Ahkâmu’l-Kur’an, 5/139; Ebu Hayyan, Bahrü’l-Muhît, 3/230; Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 2/490; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s. 292

Soru: Tesettür neden farz? ateistler, kadın özgürlüğü sınırlandırılıyor diye propaganda yapıyorlar. Kadının açılıp saçılmasını teşvik ediyorlar ve cinsel serbestliği ahlak kuralı olarak görmek istemiyorlar. Tesettürün getirini götürüsünü açıklar mısınız?

Cevap: Yeryüzüne nizam vermeye çalışan çok sayıda kuvvetler var fakat temelde bunların ayrıldığı ana iki kuvvet, insanlığın tâ ilk gününden beri insanlık Dünya’sını doğruya ve yanlışa yöneltmeye çalışmaktadır. Birisi bizzat Allah’ın istemesiyle ve yönlendirmesiyle oluşan, insanlığın bozulup kendi kendini imha etmesini engellemeğe çalışan DİN kuvvetidir.

Diğeri ise Allah’ın yarattığı insanlığa düşman olan, onu toplumsal ve ahlaki olarak bozmaya çalışıp huzursuz olmasını isteyen ve nihayetinde birbirlerine zarar vermelerini isteyen şeytani kuvvetlerdir ki bu işin başında da insan düşmanı İblis veya diğer adıyla Lucifer bulunmaktadır.

Mutlu ve huzurlu aile yapısı

Allah ve topluluğu toplumun temel yapısını oluşturan aile kurumunun sağlam olmasını, eşlerin huzurlu olmasını ister.

Rum 21: “Size, kendileriyle huzur bulmanız için kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza bir sevgi ve merhamet koyması da O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.”

Evet Allah aile ister. Aile de mutluluk ve huzur ister, birbirine ünsiyet eden, merhamet eden eşler ister. Şeytan ise aile yapısının bozulmasını ister. Zina ister. Şeytan aldatıcıdır. Kadınları özgürlük söylemleriyle aldatarak cinsellik ve uçkur merkezli kapitalist Dünya’nın kullanışa elverişli köleleri olmalarını ister. Kadınlara özgürlük söylemleriyle kadınları ailesinden koparıp zayıf düşürürler.

Neden özellikle kadın vücudu medyada pazarlanıyor? Sahte hümanist sloganlarınızın sonucu bu mu?

Kadının cinselliğinin ve açık saçıklığının diş macunu reklamlarından, araba tekerliği reklamlarına kadar, kadın ticaretinden, porno film sektörüne elverişli kızlar düşürmeye kadar vahşi kapitalist Dünya’nın her yerinde kullanılmalarını sağlar. Arkasında bir aile gücü bulunmayan açık saçık Barbie bebekleri elitlerin Dünya’sının arka bahçesinde zevk tatmin araçları olarak kullanabilmek adına alt yapıdan yetişecek genç kız çocuklarının sürekli yetişmesi için medya üzerinden mütemadiyen algı oyunları ve zihin kontrolleri ile dışı süs içi pis tuzaklar hazırlar.

Sınırsız zevk bataklığı tesettürü istemez

Şeytan’ın ve sürekli kalplerine fısıldadığı şeytanlaşmış insanların nihai hedefi yeryüzünü toptan bir porno mezbahanesine çevirmek, gözlerinin ve uçkurlarının sınırsız zevke kanıksamasını sağlamak, kızları daha kolay düşürüp yoldan çıkarmak, bütün zevkleri yaşamış olan ihtiyar elitlere dolgun ücretlerle pedofili zevklerini de yaşatmak ve toplumda nizamı ve aileyi korumayı hedefleyen DİN olgusuna karşı mücadele vermektir.

Tanrı’ya kulluk edilen ve ahlakı savunan tüm dinler tesettür ve ahlak kurallarına riayet eder

Dikkat edin sadece İSLAM demiyorum, DİN diyorum. Çünkü tüm dinler özellikle de islam, Hristiyanlık, Musevilik gibi semavi dinler ahlak kurallarını toplum içinde diri tutmaya çalıştıklar, bu yüzden hepsi onlar için ayak bağıdır. Çünkü şeytan insanoğlunun çöküşünü ister, ailenin dağılmasını ve kadınların erkekler elinde açık saçık Barbie bebek modellerinde seks köleleri olmalarını arzu eder. Şeytanın sözlerini dinleyen insan dostları ise birkaç dakikalık zevkleri uğruna bir kadının hayatının geri kalanını tamamen yakacak ve vicdanları hiç sızlamadan onlara zulmeden ve bundan zevk duyacak insanlardan oluşur.

Medya üzerinden 100 yıllık algı oyunları

Dijital medya organlarının yaygınlaşmaya başladığı geçen yüzyıldan itibaren şeytan bu oyunlarını gerçekleştirip insanlığın sonunu getirmede büyük bir yol kat etmiştir. Çünkü bugün Avrupa, Rusya ve Amerika gibi özellikle Hristiyan âlemi bu tuzağın içine hızla çekilmiş, medya üzerinden oynanan algı oyunlarıyla sürekli olarak kadınlar bir sonraki nesilde daha fazla açık saçıklığa meylettirilmiştir. Buna paralel olarak artan açık saçıklık ve bunun getirisi olan ucuzlaşmış zina ve ucuz aşklar, ters orantılı olarak artan bir hızda boşanma ve evlilik dışı hayatı buralarda çok hızlı yaygınlaştırmıştır.

Yeni Dünya düzeni tek eşle hayat geçirmek üzerine kurulu değil

Porno sektörleri oyuncu bulmakta zorluk çekmez hale gelmiş, bir erkeğin hayatında yüz tane kadının gelip geçmiş olması çok sıradan bir durum olmuştur. Buna bağlı olarak lise düzeyinde düzenli cinsel ilişkiler yaşamayan gençlerin sayısı oralarda yok denecek kadar azalmış, bu cinsel ilişkilerin sonucunda meydana gelen hamilelik durumlarında çoğu zaman zararı gören taraf hep kendilerine algı oyunları oynanan, ailesinden koparılan kızlar olmuştur.

Evet 100 yıldır, kadınların özgürleşmeleri, güzelliklerini diledikleri gibi paylaşmaları, flört etmeleri, utanmamaları, hatta son zamanlarda göğüslerin ve cinsel organların da ayıp yerler olmadığı, serbest olmaları, eşcinsel de olabilecekleri, hatta pedofili yöneliminin de normal olduğu, saygı duyulması gerektiği söylemlerini o kadar ustalıkla sürekli medya üzerinden işleyerek toplumları ve özellikle kadınları tuzağa çektiler ve sınırsız şehvet zevkine ulaşmayı kolaylaştırdılar.

Fakat bu aldatıcı özgürlük adı söylemleri altında yaptıkları ise kadınları güçsüz düşürmek ve cinsel köleler haline getirmek istemekti, bunu çok masum görünen sloganlarla yaptılar ve başardılar.

Bilimsel bir araştırma ve tesettürü terk etmenin sonuçları üzerine...

2018 yılında yapılan ve Dünya’da çok ilgi çeken bir araştırma bu anlattıklarımız hakkında düşündürücü ipuçları veriyor. Bilim insanları kadınların neden seksi selfiler çekip sosyal medyada paylaştıklarını araştırdı ve buldukları sonuç şu: Kadınlar sosyal eşitsizlikten ve güçsüzlükten kurtulmak için, cinselliklerini ön plana çıkarmak istiyorlar.[1, 2] Evet cinsellik ve çıplak kadın merkezli bu yeni Dünya düzeninde kadınların nasıl da önce aile bağlarından koparılıp güçsüz bırakıldıklarını ve daha sonra psikolojik olarak cinselliklerini sunmaya hazır hale getirildiklerinin bilimsel olarak ispatıdır bu araştırma.

Amaç tesettürün kalkması ve fuhşiyatın sıradanlaşması ama sonuçları kimin için ağır olduğu hiç önemli değil

Yine işleri kendilerini hafif olarak sunmaktan bir adım ileriye götürüp porno sektörünün ağlarına düşmüş genç kadınların da neden bu işe bulaştıklarını irdeleyen yabancı bir belgesel yapımcısı da aynı sonuca ulaşıyor[3]: Sebep; güçsüz kadınların güç ve yer arayışları. İşte kadınların özgürlüğü gibi görünüşte şirin fakat çok tuzak bir sloganın günümüz cinsellik merkezli Dünya’sını oluşturmasının sebebi bu ve sonuçları ise; medya yoluyla, filmlerle, dergilerle, aktrislerle, fenomenlerle, ve hatta hatta çocuklar için Barbie bebek modelleri ile küçük yaştan itibaren beyinleri sürekli yıkanıp yönlendirilen kitleler.

Bu işin arkasında derin şeytani yapılar var

1999 yapımı Stanley Kubrick imzalı “gözleri tamamen kapalı” filmini bilirsiniz. Her şeyi izleyen “büyük birader” olan küresel dinsiz elitlerin Dünya’yı nasıl şeytan adına tahrip ettiklerini gösteren bu film çok gizli çekmişti. Film bitip de film şirketine teslim edildikten 4 gün sonra ise ünlü yönetmen şüpheli bir şekilde ölü bulundu. Bu film, küresel oyun kurucuların genç kadınlara ve sekse olan merakları etrafında Dünya’yı yöneten ve yönlendiren örgütleri anlatıyor. Bu çok şifreli ve gizemli filmi onlarca kişi yorumladı. Filmin sonlarında sistem içine isteyerek veya istemeyerek sokulan anne babanın küçük kızlarının ihtiyar elit morukların arkasından gönderirlerken öncesinde kıza Barbie bebekler verilmesi şifreli olarak işlenmiş. Yani şeytanın dostları olan bu insansılar, toplumsal mühendislikle bir şeytani düzen kurulması işini tâ beşikteki çocuklara kadar indirdikleri algı operasyonları ve toplumsal mühendislik yöntemleriyle yapıyorlar.

Bu yeni deccâlî Dünya düzenini kuranları tanımak elbetteki kolay değil, fakat bu düzeni destekleyip yaygınlaştıranlar sadece elitler değil. Normal vatandaşlardan da Şeytan’ın arkadaşları çok fazla ve onlardan da sahte “kadınlara özgürlük söylemleri,  kadın hakları söylemlerini” çok fazla duymanızın yanında açıktan kadın pazarlamacılığı sektörü olan pornoya ve melanetlere teşvik ettiklerini ve bunu yaparken DİN’i ayak bağı olarak gördüklerinden dolayı sürekli Allah’a ve DİN’e karşı bir mücadele içinde olduklarını görürsünüz. Örnek;

Tesettürün kaldırılmak istemesindeki esas konu kadınların özgürlüğü mü?

Bir ateiste “sizin için önemli olan kadınların özgürlüğü değil, kadınlara ulaşmadaki özgürlüğünüz ve porno dünyasının devamlılığından da vaz geçemezsiniz” deyince, “onları seks işçisi olarak görüyoruz, bir nevi emekciler” demişti. Peki kadınları seks işçisi olarak gören bu zihniyetin sözde hümanizm perdesi altında “kadınlara ve eşcinsellere özgürlük” söylemleri ne kadar inandırıcı? Tilkiye slogan at demişler “kahrolsun kümesler yaşasın tavukların özgürlüğü demiş”. Ne kadar hümanist görünüyor değil mi? Hâlbuki çok tilkice söylemler bunlar.

Biz bu ikili oyunda Kuran’ın ve Allah’ın taraftarları mı olacağız yoksa bilerek veya bilmeyerek hizmet edilen ve genç kızların ruhlarını ve erdemlerini çalan Şeytan’ın ve dostlarının tarafında mı olacağız?

Şeytani düzen engellenmezse acı çeken taraf tüm insanlık olacak

Allah, dostlarına bu şeytani düzenin engellenmesi ve kadının fıtri olarak çok muhtaç olduğu aile hayatını korumamızı bildiriyor. Kadın’ın ailesiyle ve eşiyle ve yetiştireceği çocuklarla mutlu olmasını istiyor. Şeytan’ın açık saçıklıkla başlayıp, yavaş yavaş toplumu porno mezbahanesine getirdiğinin örneğini son 100 yıldır Amerika, Rusya, Avrupa vs. örneklerinde görmekteyiz. Tüm Dünya’ya Barbie kadın modelleri gösterilip kadınlar cinsel figürler haline dönüştürülmek isteniyor.

İşte Kuran, kadını bu oyunlardan korumak için ona tesettürü ve kendini bu kem gözlerin pis şehvetlerinden sakındırmasını emrediyor. Ziynetlerinizi helaliniz olmayan erkeklerle paylaşmayın diyor. Başörtüsü takın ve cahiliye kadınları gibi sizler de açılıp saçılmayın diyor. İslam’dan önce kadınların örtünmediğini, açık saçık olduklarını ve Müslüman kadınların örtünmesini bildiriyor (Ahzab 33). Bu şekilde ailelere ve eşler arası sevgi ve merhamete dayalı olarak kurulan toplum yapısı sizi daha çok mutlu eder diyor, bunun aksinin insanlığı üzmemesi için emir ve tavsiyeler veriyor.

Nur suresi 31: “Mümin kadınlara da, gözlerini haramdan sakınmalarını ve namuslarını korumalarını söyle! Görünmesi zorunlu olanlar dışında, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Kocaları, babaları, kayınpederleri, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, mümin kadınlar, ellerinin altında bulunanlar; erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi ve tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık özelliklerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar. “Ey müminler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.”

Günah keçisi kadınlar değil

Bu şekilde cinsellik merkezli bir toplum yapısına dönüşmemizin nedenini hiçbir zaman kadınlar olarak görmedim, sorumlu olarak nefislerini ve şeytanlarını ilahlar edinmiş erkekler olarak gördüm. Onların düzenli birlikler halinde şeytanları ve nefislerine çalışmaları, tuzaklar hazırlamaları, sahte hümanizm maskeleri takıp koyun postuna bürünmüş kurtlar gibi davranmaları, bu mutsuz ve cinsellik merkezli toplumu oluşturmuştur. Bozulma erkekten başlamıştır. Günah keçisi arıyorsak, böyle erkekler ve bu oyunları bozamayan dindar erkeklerdir. Tesettürlü olsun veya olmasın her müslüman kardeşimiz baş tacımızdır. Dinden kopmuş ve saptırılmış olanlara da dua eder ve bu gerçekleri onlara da ulaştırmaya çalışırız.

Sonuç olarak;

Bu şekilde tesettür neden farz sorusunun cevabı açığa çıkmış oluyor. Özellikle ateist arkadaşların ve şeytan'ın dostlarının bir anda bu gerçekleri kabullenmelerini beklemiyorum tabiki. Reaksiyon verecekler, direnecekler ama içten içe Kuran'ın her emrinde ne kadar haklı olduğunu anlayacaklar, fakat yine de karşı çıkacaklar. Şimdi tercih erkeği ile kadını ile insanoğlunun Rabbiniz ve dostunuz ve Haminiz olan Tanrınızın taraftarı mısınız, yoksa şehvetlerin ve şeytan'ın taraftarı mısınız?

Referanslar

  1. https://phys.org/news/2018-08-reveals-women-sexy-selfies.html.
  2. Khandis R. Blake et al. Income inequality not gender inequality positively covaries with female sexualization on social media, Proceedings of the National Academy of Sciences (2018).
  3. https://www.dailymail.co.uk/news/article-2318212/What-makes-pretty-good-girls-pursue-career-porn--Director-follows-16-actresses-results-VERY-surprising.html.

Bugün çok önemli bir Kuran mucizesini göstereceğim ve aynı zamanda Hz. Muhammedin görülmemiş mucizesine tanık olacaksınız.

Kamer 1-2: Saat (kıyamet vakti) yakınlaştı ve ay yarıldı. Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve “Süregelen bir sihirdir” derler.

Bildiğiniz gibi ay’ın yarıldığı hem Kuran’da geçmekte, hem de tarihi kayıtlarda Peygamberimizin bir mucize olarak Mekke müşriklerinin istemesi üzerine Ay’ı yardığı ifade edilmektedir.

Ay’ın yarılması eski zaman müşrikleri gibi yeni zaman ateistleri tarafından inanılmaz bulunmuş ve her zamanki alay etme faaliyetlerini bun konuda da sergilemişlerdir. Oysa her zaman söylüyorum, alay ettikleri ancak kendi cehaletleri olabilir.

Bu konuda yeterli delilde olmadığı için bir kısım Müslüman yazarlarda bu olayın kıyamete yakın gerçekleşeceğini söylemiştir.

Halbuki bu ayetin peşine «Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve “Süregelen bir sihirdir” derler.» (Kamer 2) derken ay’ın yarılmasını bir mucize olarak görüldüğünden ve müşriklerin buna «sihirdir» diye bahane bulduklarından haber veriyor. Öyle ise bu olay vuku bulmuştur. Kıyamet ise eğer evrenin kıyameti ise Hz. Muhammed’den itibaren geçen 1400 senelik bir zaman evrenin ömrüne kıyasla çok düşüktür. Örneğin evrenin şu ana kadarki ömrünü birgün boyutuna indirirseniz, Hz. Muhammed günün sadece son saniyesinde Dünya’ya gelmiştir. Bu yüzden O’nun asr-ı saadetinde de kıyamet yakındı.

Buradaki geçmiş zaman kipinin ise Kuran’ın böyle bir üslubu olduğundan gelecek zamanı gösterdiğini ifade etmişlerdir. Oysa ki burada gelecek zaman diye düşünmemizi gerektirecek bir durum yoktur. Her zaman derim Kuran bir olayı söyledimi işin iç yüzünü hemen anlayamadınız diye farklı tevil etmemelisiniz. Kuran’ın ilk anlamı her zaman için doğrudur.

Neml 93: «De ki; Hamd Allah’a mahsustur. O ilerde size ayetlerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız

Gelelim sadede. Aşağıdaki bilimsel haberi, belirttiğim bilimsel haber sitesinde yayınlanmış, o da Dünyanın en iyi bilimsel dergisi olan Science dergisinden almış, Türkçe tercümesini hemen altında bulabilirsiniz.

Türkçe çevirisi ise şöyledir:

AY YARIK, DARBE ALMIŞ

Bilim adamları, ayın ilk günlerinde oldukça darbe aldığına dair kanıtlar bulduğunu söylüyorlar.

Ayın bu yeni görünümü, bu yılın başlarında yörüngeye giren ikiz uzay aracıyla ayrıntılı gravite haritalandırmasından geliyor.

Yüzeyin altında, ayın içi hırpalanmış ve yarılmış. Bu, Dünya dahil diğer kayalık gezegenlerin, tarihlerinin başlarında meteorlardan benzer bombardımanlara maruz kalmış olabileceklerini gösteriyor.

NASA uzay aracı Ebb ve Flow tarafından yapılan ölçümler, ayın kabuğunun bilim adamlarının düşündüğünden çok daha ince olduğunu buldular – sadece yaklaşık 25 mil kalınlıkta.

Bulgular Çarşamba günü San Francisco’daki Amerikan Jeofizik Birliği toplantısının bir toplantısında sunuldu ve Science dergisinde çevrimiçi yayınlandı.”

Sonra ilgili makaleyi Science dergisinden indirdim. Yazıda şöyle diyor:

«Dr. Zuber’in bulgularına göre Ay’ın iç yapısı tamamıyla kırık dökük.  İç yapısında onlarca kilometre uzunluğunda yarıklar olduğuna dair kanıtlar var. Ayın tümünü ÇEMBER GİBİ DOLAŞAN bir kırık var ve ayın magmasını dahil kırarak geçmiş.» Aşağıda ise bu makaleden aldığım ayın kırık dökük yapısını gösteren gravitasyon haritası şu şekilde gösterilmiş.

2018-11-11_135645

Kaynak: Kerr, R. A. (2012). Peering Inside the Moon to Read Its Earliest History. Sciencemag

http://science.sciencemag.org/content/338/6112/1272

Nasa’ya ait bu verilerin detaylı analizleri Nature dergisinin 2 Ekim 2014 sayısındaki ‘Ay Üzerinde Yarılma’ adlı makalesinde verilmiş. Bu makale o sayıya kapak olmuştu.

By7rJfuIYAA-X9q.jpg

Bu makalede ayın yüzeyindeki büyük düzlüklerin bugüne kadar meteor kraterleri olduğu sanıldığını fakat gerçekte ayda yaşanan kırılmadan dolayı lavların çatlakları doldurmasıyla oluştuğunu açıklamışlardır. Ayın içinde ayı boydan boya kesen çembersel bir yarığın olduğunu ve bunu bir çarpışmaya atfetmenin güç olduğunu ifade etmişlerdir. Böyle bir yarığın beklenecek birşey olmadığını vurgulamışlardır.

Aşağıdaki şekil yine bu makaleden alıntılanmış olup Nasa’ya aittir. Bu krater dolgu noktalarının iç tarafıda çembersel olarak yarıktır. Ay buradan koptuktan sonra tekrar birleşmiş ve çatlaklar lavlarla doldurulmuştur. Bu resme göre ay tam ortadan iki eşit parçaya ayrılmamış, ayın bir kısmı kopmuştur.

Figure2_fullmoon.jpg

Figure3_Frigoris.jpg

Kaynak: https://www.nature.com/news/moon-s-largest-plain-is-not-an-impact-crater-1.16041

Aşağıdaki şekilde ise ayın tomografi haritası olan gravite haritası yine aynı makaleden alınmıştır. Bu resimde ise ayın bu ayrılan parçası gösterilmekte olup, iç yapısının ne kadar kırık dökük olduğu gösterilmiştir.

Figure1_globes

Yukarıdaki en sağdaki resimde ayın üzerindeki çembersel kesik yerleri ve bu yerin altında kalan alanların dağılmış yapısı görülebiliyor. Makalenin yazarları bunun bir çarpışmadan kaynaklanamayacağını ve beklenmedik birşey olduğunu yazmışlardır.

Görüldüğü gibi herşey ortada. Ay’ın bölünmüş olması ve Kuran’ın bunu bir peygamber mucizesi olarak adlandırmış olması da Kuran’ın henüz anlaşılan mucizelerinden biridir.

Kamer 1-2: Saat (kıyamet vakti) yakınlaştı ve ay yarıldı. Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve “Süregelen bir sihirdir” derler.

Space.com’daki bir habere göre ayın yüzünde irili ufaklı çatlaklarda oluşmuş fakat bilim adamları bu çatlakların ayın her yerinde olması gerektiğini buna rağmen sadece Dünya’ya bakan yüzde (yani kopan parçanın olduğu yüzde olduğunu) ve bunun şaşırtıcı olduğunu söylüyorlar. Bunu Dünya’nın çekim gücünün ay üzerinde yarıklar oluşturması olarak açıklamaktan başka bir seçenek ellerinde bulunmuyor. Peygamberin mucizesini kabul etmeden veya bilmeden yapılabilecek tek açıklama o olmasına rağmen çok ta tatmin edici bir cevap gibi görünmüyor.

Sonuç olarak; Ay’ın Dünyaya bakan yüzünü aydan koparan bir darbe alıp kopmuş olduğu belli. Fakat bilim insanları bu denli kuvvetli bir darbeden sonra bu parçanın nasıl tekrar birleşebileceğine anlam veremiyor. Dünya’nın çekim alanı kopuklar oluşturuyor veya ay küçüldüğü için bu kopukluk ve çatlaklar oluşuyor veya milyonlarca yıl önce bir darbe almış olabilir şeklinde açıklanmaya çalışılıyor. Fakat bilim insanları için olay hâla gizemini koruyor, bunun neden olduğundan emin değiller. Oysa Kuran bunu 1450 sene önce açıklamıştı. Eğer bilimin niyeti gerçeği bulmak ise Kuran’ın sözünü dinlemelidir. Eğer sadece bir şekilde bir açıklama yapmak istiyorlarsa çeşitli teoriler geliştirebilirler fakat hiçbir açıklama 1450 sene önce ayın yarıldığını haber veren Kuran’ın getirdiği açıklamanın mucizeliğini objektif gözlerden saklayamayacaktır.

KAYNAKLAR:

Bu da yukardaki neandertal ve Dinozor soruları gibi Kuran'da neden şu yok, bu yok türünde bir soru. Aynı cevabı buradada veriyorum.

İki madde ile cevaplayalım.

1- Kuran’ın kangurulardan, pandalardan, dinazorlardan bahsetmesi için öncelikle bu hayvanların Arapça’da bir kelime karşılığı olması gerekir. Arapçada o zamanda kanguruyu tanımlayacak bir kelime yoksa elbetteki olmayan kelimelerden bilinmeyen bir kavram oluşturmayacak. Kuran Arapça indiği için Arapça’da bulunan ve bilinen kelimelerle konuşacak.

2- Hadi diyelim ki Kuran, Dragon Fruit’ten bahsetti ve bu anlamsız kelimenin ne olduğunu ve meyvesinin nasıl olduğunu Kuran’ın ilk muhatapları bilmiyor. Bu meyveyi anmak kime ne yararı olurdu?

3- Peki bu meyvenin ismini hangi dilden söylemesini tercih ederdiniz? Çünkü bir meyve veya hayvan çoğu zaman farklı ülkelerde farklı bir kelime ile adlandırılır. Hadi muhataplarımız gibi bizde saçmalayalım, diyelim Kuran’a İngilizce olarak yazıldı. İngilizce bir kelimeyi Kuran’da görseniz imanınız mı artacaktı yoksa herşeye bir kulp taktığınız gibi buna da bir kulp takacak mıydınız?

4- Dünya üzerinde 2000 tür dinazor yaşadığı tahmin ediliyor, oysa Dünya üzerinde bugüne kadar yaşamış milyonlarca değişik tür var. Dinazorlar da bu canlılardan bazılarıdır. Canlılık açısından bütün türler hayat taşır ve doğadaki ekolojik zincirin bir parçasıdır.  Dinazorları,  eski çağlarda yaşayan ve henüz keşfedip ad bile koyamadığımız diğer canlılardan canlılık yönünden farklı kılan bir tarafları yok. Milyonlarca bilinmeyen tür içinde neden özellikle dinazorlardan bahsedilsin ki?

5- Kuran’ın apaçık olarak nitelendirilmesinin sebebi insanların bildikleri kavramlarla konuşmasıdır. Müteşabih ayetler (sonradan ortaya çıkacak bilimsel gerçekler) bile bilinen kavramlarla anlatılır. O yüzden bilinmeyen kavramları veya yüzyıllar sonra konulacak isimleri aramak veya Kuran’ın asıl işlevi olan adaleti ve doğru yolu gösterme işlevini bırakıp, değişik canlıları anlatmasını beklemek manasız bir beklenti olur. Bilimsel mucize olması açısından bu soruyu soruyorsanız, belirtmeliyim ki Kuran sınırsız sayıda mucize göstermez, gösterdiği bilimsel mucizeler ise yeterlidir.

6- Soru: Kuran neden bir sürü bilimsel gerçekten haber vermiş te dinazorlardan veya kutup ayılarından üstü kapalı olarak, mesela dev canavarlar veya beyaz ayılar olarak haber vermemiş? Cevap: Kuran’ın dinazorlardan veya bilinmesi mümkün olmayan bilgilerden haber vermesi tıpkı diğer mucizeleri gibi bir mucize olurdu. Fakat Kuran sınırsız sayıda bizim keyfimiz yerine gelip tamam tatmin oldum diyene kadar mucize göstermez. Aklını kullanan insanlara yetecek kadar belki birkaç on tane mucize gösterir. Kuran, Meydan Larousse ansiklopedisi değildir. Amacı, kütüphanelerce bilimsel ve tarihi bilgiler vermek te değildir.

7- Kuran’ın ilk muhataplarının anladığı kelimeler kullanması, onun ilk muhatapları ve İslam’ın çekirdeği olan bu insanlar tarafından kolay anlaşılmasını sağladı dedik. Fakat bu demek değildir ki Kuran sonraki insanlara kapalı bir kitap olmuştur. Çünkü bizler o günün toplumunun bilgi seviyesinin üstünde olduğumuz için onlara inen her ayeti anlayabiliyoruz fakat o günün insanına bugünün anlayacağı bilgilerden bahsederseniz mantıklı bir iş yapmamış olursunuz. Kuran en ilkel insanın da en alim insanın da kendine göre yüzeysel veya derin manalarla anlayacağı bir kitaptır. Bugünün insanı, Kuran’daki bilimsel mucizeleri görüp hayret etmektedir. Bilimsel mucizeler de müteşabih ayetlerdir ve o günün insanı için değil, bilim çağı insanları için kitaba konulmuştur. Dolayısıyla böyle bilimsel gerçekleri ihtiva eden ve evrensel kuralları, yaşanan olaylar üzerinden örneklendirerek anlatmak bir üslubu olan Kuran’a sırf en düşük bilgi seviyesindeki insanların da kolaylıkla anlayabileceği dil kullanılarak inmiş diye tarihseldir denemez. Kuran mesajını ve evrensel öğütlerini tüm çağlara dersler verecek şekilde sunar.

Burada sunduğumuz maddeler özetle:

1- Kuran Arapça olarak inmiştir, Arapça kelimelerle konuşur

2- Bir canlıyı canlılık yönünden diğerlerinden üstün kılan bir özellik yok, o yüzden Kuran timsahtan bahsetmediği gibi T. Rex denilen dinazordan da tabiki bahsetmez.

3- Kuran’ın amacı irşaddır, insanları irşad edecek veya gelecek insanlara mucize olacak bazı bilgiler içerir.

4- Kuran Wikipedia ansiklopedisi değildir. Her aradığınızı bulamazsınız. Fakat her bilim dalından bazı örnekler verir.

5- Kuran o zamanın insanlarının anlayacağı dilden dersler verir ama verdiği dersler evrenseldir, zaman üstüdür, her zamanda çıkarılabilecek öğüt ve dersler içerir, emir ve yasaklar içerir. Zaten 1400 yıl sonra gelecek insanların anlayabileceği mucizeler göstermesi de bunu gösterir.

İddia sahibi burada herhangi bir ayet belirtmediği için hangi ayetten bahsettiğini anlayamadık ve anlaşılmayan soruya cevap veremiyoruz. Muhtemelen kendi de bilmiyor, kulaktan duyduğu bir ateist dedikodusunu kaynağını araştırmadan yazdı.

Ayrıca Kuran'da kozmolojik anlatılar da hiçbir yanlış olmadığı gibi, mucize anlatımlarla doludur. Detaylar kozmoloji kategorisinde: https://www.bilimveyaratilisagaci.com/category/kuranda-kozmoloji/

Bu iddiada da 44. ayette olduğu gibi ayet belirtmemiş, muhtemelen kendi de bilmiyor ama Fussilet 9-12 ile alakalı olabilir.

Soru: Kuran’da şu iki surede önce yerlerin sonra göklerin yaratıldığını söylüyor:

FUSSİLET

  1. De ki: “Gerçekten siz, arzı iki günde halkedeni mi inkâr ediyorsunuz? Ve O’na eşler mi kılıyorsunuz? İşte O, âlemlerin Rabbidir.”
  2. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti.
  3. Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler.
  4. Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, azîz, alîm Allah’ın takdiridir. halaka

BAKARA

29 –  O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir. halaka

Fakat şu surede ise göklerden sonra yerin düzenlenmesine geçildiği söyleniyor. Bunun izahı nedir?

NAZİAT

27 – Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? Onu Allah bina etti.

28 – Tavanını yükseltti, onu bir düzene koydu.

29 – Gecesini kararttı, kuşluğunu çıkardı.

30 – Bundan sonra da yeryüzünü döşedi. dehâ-hâ

Cevap: İnsanların gökler ve yerlerle ilgili ayetleri karıştırmasının en büyük nedeni gökler tabirinin sadece uzay için kullanıldığını sanmasından kaynaklanır. Daha önce bir paylaşımımızda Kuran’da gökler tabirinin gökyüzüne baktığımız zaman bütün görünenler için kullanıldığını, çünkü Kuran’ın indiği devirde insanların atmosfer ve uzay diye bir ayrıma gitmediğini bahsetmiştik. Bundan dolayı Kuran’ın gökler derken bazen atmosferden haber verdiğini bazen tüm uzaydan haber verdiğini örnek ayetlerle açıkladık. Bu gerçek göz önünde tutulduğunda, buradaki gökler tabirlerinin atmosferimiz için kullanıldığı ayetlerin manasından anlaşılıyor.

İlk iki surede yerlerden bahsederken halaka kelimesi kullanılır. Halaka yaratmak demektir. Yani burada yerlerin yaratılışının atmosferin yaratılışından önce olduğunu belirtir ki bunu “Göğü düşmekten koruyoruz” ayetinin açıklamasında paylaşmıştım ve bilimin de aynen böyle dediğini belirtmiştim.

Fakat çelişki varmış gibi görülen sonraki Naziat suresinde ise halaka değil dehâ-hâ kelimesi kullanılır. Yani bu ayette bahsedilen yaratma değil şeklinin düzenlenmesidir. Ayette “serip döşedi” olarak çevrilen “deha” kelimesi, yaymak anlamına gelen “dahv” kelime kökündendir. Dahv kelimesi, döşemek, düzeltmek anlamlarına gelse de, taşıdığı anlam bakımından basit bir döşeme fiili değildir. Çünkü bu kelimede, yuvarlak olarak düzeltmek, döşemek fiillerini tarif etmek için kullanılmaktadır.

Ayetin Arapça’sında geçen “dahv” kelimesinin köklerinden türetilen kelimeler “yuvarlaklık” ifade etmekte, “devekuşu yumurtası” gibi anlamlara gelmektedir. Yine bu kelimeyi deve kuşunun yumurtaları için yuva yapması ve yuvasını ayaklarıyla yayıp döşemesi için de kullanılır.

Ayet bu haliyle bize “atmosfer oluşturuldu, atmosfere şekli verildi ama yeryüzünün şeklini bir deve kuşu yumurtasına benzetmeye devam ediyoruz” veya “ Deve kuşunun yuvasını yayıp düzenlediği gibi yeryüzünü yayıp düzenliyoruz” anlamını veriyor. Yani göklerden sonra yeri yarattık değil, göklerden sonra yerin şeklini düzelttik anlamını verir. Bilim de bu aşamaları aynen Kuran’ın anlattığı gibi bize haber veriyor.

İnsanlık uzun bir müddet Dünya’yı tepsi gibi düz zannetti. Sonra Galileo ile birlikte küre şeklinde denilmeye başlandı. Sonra Dünya’nın tam küre olmadığı anlaşıldı. Yumurta şeklinde denildi. Çünkü Dünya üstlerden basık yanlardan ise şişkindi. Daha sonra yumurta şekli değil de geometrik ifade olan Geoid ifadesi kullanılmaya başlandı. Şu anda bilimin aktardığına göre Dünya ideal geoid biçimini almaya hâlâ devam ediyor. Yani henüz kusursuz bir geoid değil ama hâlâ çeşitli kuvvetlerin etkisi ile (yerçekimi, merkezkaç, rüzgârlar, sular, güneşin aşındırıcılığı) yeryüzü dehâ-hâ olmaya yani ideal geoid şeklini almaya devam ediyor.

Kısacası ilk ayetlerde yaratılış olarak yeryüzünün önce yaratılması, sonraki ayette ise yeryüzüne şeklinin verilmesinden bahseder ki bilim de bize aynen bu durumu haber veriyor. Şimdi bu çelişki zannedilen ayetlerde kaç tane mucize gördük sayın bakalım.

  1. Önce yeryüzünün ve sonra ise atmosferin yaratılması
  2. Yeryüzünün yaratılışından sonra şeklinin düzenlenmeye devam edilmesi
  3. Yeryüzünün bir yumurta biçimine dönüştürülüyor olması.

Bazı ateistlerin klasik ve çok da kulak asılmayacak bir argümanları var: “O kadar bilimsel gerçek Kuran’da geçiyor idiyse neden siz önce söylemediniz bunları“. Tabii ki bu sorunun cevabını kendileri de biliyorlar. Çünkü o an için bilimsel bulgulara tersmiş gibi görünen gerçekleri bilimin keşfetmesinden önce dillendirmek demek “çağ dışı” “bilim dışı” gibi klasik ateist söylemlerini üzerinize çekecektir. ateistler böyle söylemlerinizde sizi Eksik Bilimden Doğan Dogmalarının kılıcıyla aforoz etmek isterler. Fakat bilim, Kuran’ın söylediği gerçeği ispatlayınca Kuran bunu demişti diye daha rahatça göğsünüzü gere gere söylersiniz. Daha önceden neden söylemediniz derler, iyi de Kuran yeni bir şey söylemiyor ki o ifadeler Kuran’da hep orada vardı. Fakat gerçekliği henüz anlaşılmamıştı.

Buna bir örneği bugün yine gördüm ve Kuran’ın büyüklüğüne defalarca olduğu gibi bir kere daha şahit oldum. Eskiden Kuran, neden güneşin ve Ay’ın yüzdüğünü söylüyor diye düşünürdüm ve bir anlam bulamazdım. Ayete bakalım:

Yasin 40: “Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir felekte (döngüde) yüzerler.”

Ayetteki “yesbehune” kelimesi yüzmek demektir.

Fakat bazı meal yazarları da benim gibi yüzme kelimesine anlam verememiş olacak ki yüzme olarak çevirmemiş, dolaşma vs. olarak çevirmişler. Birazdan göreceğiz ki bu tür çeviriler Kuran mucizelerini gizliyor.

Benzer bir ifade Enbiya 33’te var, Allah bu konuya dikkatleri çekmek için benzer ifadelerle iki yerde ifade etmiş.

Enbiya 33: “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler”

Sonra aynı yüzme fiili Naziat 3’te de geçiyor.

79-NAZİ’AT SURESİ:

1 – Andolsun şiddetle çekip çıkaranlara,

2 – Usulcacık çekenlere,

3 – Yüzüp yüzüp gidenlere,

4 – Yarışıp geçenlere…

Bu ayetlerin neden bahsettiği henüz anlaşılamadı. Bilim ilerledikçe muhtemelen daha iyi anlayacağız. Fakat Kuran araştırmacıları tarafından genelde uzay ile ilişkilendiriliyorlar. Peki ayetteki yüzmek ne anlama geliyor? Güneşin ve ayın yüzmesiyle aynı fiil kullanılmış. Bakalım bu gerçek ne imiş.

Prof. Stefano Liberati ve Maccione 2014 yılında uzay zaman dokusunun sıvı özellik gösterdiğini ve aslında tüm uzayın bir çeşit sıvı içinde olduğunu, yani gezegenlerin ve yıldızların kısaca herşeyin göremediğimiz bir tür sıvı içinde yüzdüğünü açıkladı. Suyun H2O moleküllerini göremediğimiz gibi bu sıvının da kendi moleküllerini göremiyoruz fakat maddeler sıvı içinde yüzüyormuş gibi davranıyor diyor ve ekliyor “bizim hesaplarımıza göre uzay bir süper sıvıdır (superfluid)”. Bu süper sıvı ise şöyle açıklanıyor: Bu sıvının vizkozitesi (akışkanlığı) o kadar düşük ki nerede ise sıfıra yakın. Bu sıvıyı hissedemeyişimizin sebebi sıfıra yakın bir incelikte olmasıdır. Uzay sıvı içinde olduğundan dolayı fotonlar bir dalga şeklinde ilerleyebiliyor. Bir suya bir taş attığınızda dalgalar oluşmasının sebebi sıvının akışkanlığıdır. Aynı şekilde evrenimizde maddelerin dalga şeklinde davranabilmesinin sebebi içinde bulunduğu çok ince sıvıdır. Bu sıvı madde esir (ether) maddesi olarak yorumlanıyor. Daha önceden kuantum fiziğinin yerçekimi kuvvetini açıklayamaması hep bir gizem olarak kalmıştı. Prof. Stefano Liberati bunun sebebinin evrenimizin bir sıvı içinde yüzdüğünün göz ardı edilmesinden kaynaklandığını söylüyor.

Bu uzay sıvısının içinde tüm fotonlar yüzer. Fotonların yani ışığın milyarlarca ışık yılı öteye kadar nakil edilebilmelerinin ve bir dalga gibi davranabilmelerinin sebebi de bu sıvı olduğu açıklanıyor. Evet ışık parçacıkları da bu uzay denizinde yüzüyor, tıpkı Güneş’in Vega yıldız burcuna doğru yüzüşü ve Ay’ın Dünya etrafında yüzüşü gibi. Ayete göre gündüz de yüzüyor, yani gündüzle birlikte bize gelen fotonlar da yüzerek hareket ediyorlar. Evet bu tam da bilim insanlarının haber verdiği gibi, öyleyse gündüzün parçacıkları varsa gecenin yani karanlığında parçacıkları olmalı. Çünkü gece de gündüz gibi yüzüyor diyor ayet. Eğer gündüzün parçacıkları olan fotonların uzay –zaman dokusunda yüzdüğünü biliyorsak gecenin yani karanlığın da kendi fotonları olmalı. Karanlığı biz hep ışığın olmaması olarak öğrendik ama belli ki öyle değil, ayete göre karanlığın da kendine has parçacıkları bu uzay denizinde yüzmeli ve ışığın fotonları maddeyi aydınlattığı gibi karanlığın fotonları da maddeleri karartmalı. Karanlığı oluşturacak bir parçacık veya foton henüz bulunmadı fakat bilim insanları bu olaya çok yakın bir parçacığın peşinde. Şöyle ki:

Bilim insanları evrende bir karanlık madde olması gerektiğini ve bu karanlık maddenin bildiğimiz maddeden daha fazla olması gerektiğini hesaplamışlardı. Eğer bir karanlık madde varsa (olduğunda şüphe yok) bu karanlık maddeyi de karartan bir parçacık olmalı ve evrendeki karanlığı da bu parçacık sağlamalı diye öngördüler ve bu parçacığa karanlık fotonu (dark photon) adını verdiler. Bu parçacık evrendeki karanlıktan sorumlu olmalıydı ve evrendeki maddenin çoğu olan karanlık maddeyi karanlığa sokan da bu karanlık foton olmalıydı. Kısaca evrende ışığın fotonları ile karanlığın fotonları, biri evrendeki aydınlıktan sorumludur diğeri ise karanlıktan ve ikisi de bu uzay denizinde yüzüyor. Karanlık maddeyi görmek için çok deneyler yapılıyor fakat şu ana kadar görülemedi. Bazı bilim insanları ise karanlık maddeyi karanlık yapan bir değil birden fazla farklı parçacık olduğunu öngörüyorlar (Bkz. Adam Mann)

Şimdi şu ayete bakın:

İsra 12: “Oysa Biz geceyi ve gündüzü iki delil yaptık; sonra gecenin delilini silip gündüzün delilini gösterici yaptık ki, Rabbinizden lütuf ve ihsan isteğinde bulunasınız; bir de yılların sayısını ve hesabını bilesiniz. Artık herşeyi ayrıntılı olarak anlattık.”

Bu ayette gecenin bir delili olduğu ve gündüzün de bir delili olduğu yazıyor. Tıpkı bilim insanlarının ışığın parçacığını foton olarak ve karanlık maddeyi karanlık yapanın karanlık foton olduğunu açıkladıkları gibi. Ayetten anladığımıza göre ışığın parçacığı yani foton gelirse karanlığın parçacığı siliniyor yani fotonun ele geçirdiği bölgeyi terk ediyor ya da özelliğini kaybediyor. Işığın fotonu çekilince de karanlık foton tekrar o bölgeye gelip karartıyor. Ya da o bölgeden gitmemişti ama özelliği silinmiş kaybolmuştu, ışığın fotonu çekilince tekrar özelliklerini sergileyip karanlığı oluşturmaya devam ediyor.

Yani karanlık sadece ışığın yokluğu demek değil o da tıpkı aydınlık gibi parçacıklardan oluşuyor ve bu haliyle her ikisi de uzayda yüzen birer madde özelliği sergiliyorlar. Ayette bahsedilen bu karanlığın delili tıpkı ışığın delili olan foton parçacığı gibi bir parçacık olmalı. Fakat bu parçacık evrendeki karanlık maddeyi karanlığa gömen parçacık mıdır henüz bilemiyoruz. Karanlık foton görünemez olduğundan ve çok düşük enerji seviyelerinde olduğundan, belki de negatif enerji diyebileceğimiz bir enerji içerdiğinden dolayı tespit edilebilmesi çok zor ve fizikçileri bir hayli uğraştıracağa benziyor. Karanlığın parçacığı gerçeği, ister karanlık foton olsun ister başka bir parçacık, ilerde mutlaka daha iyi anlaşılacak ve Kuran’ın büyüklüğü daha da iyi kavranacaktır.

Bilim insanları karanlık maddenin her yerde olduğunu bildiriyorlar. Dünyamızın etrafında ve hatta bizim etrafımızda da var. Fakat ışığın fotonları ile etkileşime girmediği için göremiyoruz. Princeton İleri Araştırma Enstitüsü’nden Stephen Adler, Dünya’nın ve Ay’ın etrafında 24 trilyon ton karanlık madde olduğunu hesaplayıp Journal of Physics dergisinde 2017 Ekim’de yayınladılar. Yani bu da demek oluyor ki karanlık maddenin fotonları olan karanlık fotonlar da Dünya’nın etrafında ve bizim etrafımızda yüzüyorlar. Özellikle ışığın olmadığı gece vakitlerinde varlar. Ve ayette belirtildiği gibi gündüzün delili olan fotonlar geldiği zaman karanlığın delili olan karanlık fotonlar siliniyor. Sonra tekrar gündüz kaybolunca karanlık fotonlar Dünya’nın karanlık yüzünü yine kaplıyorlar. Işığın fotonları ne kadar çok gelirse o kadar aydınlık yapıyorlar.

Özetle: Bu yazıda dört muazzam gerçeğe şahit olduk. Birincisi, Kur’an, Güneş ve Ay’ın yüzdüğünü söylemişti ve biz insanlık, 6 sene önceye kadar garip gelebilecek bu gerçeği ayrıntısıyla anlamaya daha yeni çok yaklaşmış bulunuyoruz. İkincisi ise Kuran gündüzün yani ışığın da yüzdüğünü söylemişti ve gerçekten de bilim insanları fotonların da bu sıvı içinde yüzdüğünü söylüyor. Üçüncüsü, gündüzü de bir varlık olarak nitelendirmiş oluyor ki evet ışık ta kendi parçacıklarıyla uzayda yer kaplayan bir maddedir. Dördüncüsü ise karanlığın da tıpkı ışık gibi bir varlık olduğunu bildirmiştir, yani tıpkı ışık gibi kendine has parçacıkları var demektir. Bugün bilim de karanlık maddenin karanlığını sağlayan bir parçacığı olması gerektiğini söylüyor ve karanlık maddeyi karanlığa gömen fotonun veya başka bir parçacığın evrendeki tüm karanlıklardan sorumlu olması bugünkü bilime göre çok olası. Son olarak, Kuran’ın bu “sıvı uzay” mucizesi ve herşeyin o sıvının içinde yüzüyor olması gerçekten akıl dondurucu bir gerçek olduğu besbelli.

Ayrıca bkz: 86# Güneşin Ay’a yetişmesi ne demektir?

KAYNAKLAR VE İLERİ OKUMA

  1. Astrophysical Constraints on Planck Scale Dissipative Phenomena,  Rev. Lett. 112, 151301 – Published 14 April 2014. Stefano Liberati and Luca Maccione, DOI: 10.1103/PhysRevLett.112.151301http://journals.aps.org/prl/abstract/10.1103/PhysRevLett.112.151301
  2. https://phys.org/news/2014-04-liquid-spacetime-slippery-superfluid.html
  3. https://www.livescience.com/64511-helium-mimics-early-universe.html
  4. https://www.pbs.org/wgbh/nova/article/spacetime-might-superfluid-help-explain-gravity/
  5. http://betteridgeslaw.com/2014/05/are-we-living-underwater-researchers-believe-the-universe-might-be-a-liquid-superfluid/
  6. https://home.cern/news/news/physics/na64-casts-light-dark-photons
  7. https://www.express.co.uk/news/science/1132279/Dark-matter-breakthrough-CERN-experiment-dark-photos-dark-matter-particles
  8. Adam mann https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0262407913621478
  9. https://www.scientificamerican.com/article/does-dark-matter-encircle-earth/
  10. https://www.forbes.com/sites/startswithabang/2018/03/24/ask-ethan-if-dark-matter-is-everywhere-why-havent-we-detected-it-in-our-solar-system/#1c9922e8352f

Soru: Kuran'da Allah beddua mı ediyor? Allah neden beddua ediyor? Allah onları kahretsin ne demektir?

Cevap

"Allah kahretsin onları" demek, azar ve yergi ifadesidir. Eğer "Allah onları kahredecek" denilseydi geleceğe dair bir vaad olurdu, ama Allah kahretsin onları sözü ise bir azarlamadır, yermedir ve muhtemelen bu kahrın hemen başladığına ve devam edeceğine ve gelecekte vaad edilen bir olgu olmadığına işarettir.

Ayetlerde bazen bir kısım Yahudilere bir kısım fiilleri nedeni ile lanet eder veya kahreder. Bu kahrın veya lanetin hemen başladığını gösterir ama burada önemli olan ayetin bütün Yahudileri veya müşrikleri kapsamadığıdır. belirtilen cürümleri işleyen kişileri kapsar ve gelecekte de aynı şekilde hareket eden aynı fiilleri işleyen kişileri kapsar. Bunlar laneti peşinen almışlardır ve yavaş da olsa günleri hep kötüye gidecek ve sonunda yaptıklarına karşılık olarak o lanetin sonunu Dünya'da göreceklerdir. Peygamberimizin devrinde öyle de olmuş, hepsi zelil hale gelmişlerdir.

Ayetler beddua değil, kahrın başlatılmasıdır

Nisa 46: (Allah inkârları yüzünden onlara [sözü geçen Yahudilere] lanet etmiştir.)

Maide 64: (Yahudiler, Allahın eli sıkı dedikleri için lanet onlara.)

Münafikun 4: (Sen onları gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin. (Oysa) Sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap kütük gibidirler. Her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp sakının. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar.)

Tevbe 30: (Yahudiler, Üzeyr’e, Hristiyanlar da Mesih’e Allah’ın oğlu dediler. Daha önceki kâfirlerin [“melekler Allah'ın kızlarıdır” diyenlerin] sözlerine benziyor. Allah onları kahretsin! Nasıl da sapıtıyorlar.)

Araf 44: (Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun!)

Rad 25: (Bozgunculara lanet olsun.)

Ahzab 57: (Allah ve Resulünü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiştir.)

Özetle

Yani bu ayetler beddua değildir, çünkü dua birinden istemektir. Bu ayetler zalimlere ve saldırganlara karşı kahır sürecinin başlatıldığının ifadesidir.

Kuran’ın bazı ayetlerinde sadece kadınlara özel emirler olduğu için hitap kadınlaradır. Fakat Kuran tüm insanlara hitap ederken genel bir üslup olarak erkeklere hitap ediyormuş gibi görünür. Bunun sebebi, Kuran kullandığı dilin inceliklerine göre konuşur. Fakat bu hitap tarzı sadece Araplarda bulunan bir ifade biçimi değildir. Türklerde veya diğer milletlerin günlük konuşmalarında da bir topluluğa seslenirken topluluğun erkeklerine seslenilerek konuşulması bir gelenektir.

Örneğin bir akraba topluluğu Muratoğulları, Seferoğulları veya Ayhanoğulları diye anılırdı ve bu tarz ifadeler halen daha kullanılır. Fakat bu demek değildir ki bu toplulukta hep erkekler var, kadınlar yok. Durum Türklerde veya eski Avrupa ülkelerinde dahi aynıdır. Bir topluluğa seslenirken erkeklerine hitap edilerek konuşulur fakat bu hitap kadını erkeği herkese yöneliktir. Bu durumun kadını adam yerine koymamakla bir alakası yok. Bakın kültürümüzde erillik o kadar ön planda ki kullandığım “adam yerine koymak” tabirinde bile erkeğin egemen olduğu toplumun izleri var. Fakat bu durum atalarımızın gaddarlığından veya kibrinden gelmiyordu, kadın ve erkeğin fıtratına uygun olan bir hayat tarzı benimsenmekten geliyordu. Dünya kadınlar için tehlikeli bir yerdi ve erkekler kadınlarına canları pahasına sahip oluyorlar ve kadınlarda erkeklerden bu kalkan olma fonksiyonlarını bekliyorlardı. Bu yüzden bir kavim ile muhatap olurken kadınları ile değil erkekleri ile muhatap olurdunuz. Bu da zamanla bir topluma hitap ederken erkeklerine hitap etme gündelik dilini doğurmuştur. Kadınlar da bundan memnuniyetsiz değildi, onlar da “ben Ayhanoğullarındanım” vs. diye kavmine mensubiyetini göstererek kendi dokunulmazlıklarına güç katarlardı. Kavminin erkekleriyle gurur duyar onları ön plana çıkarırlardı. Erkeklerine tabi olmayı eziklik olarak değil nimet olarak görürlerdi. Bu sebeplerden dolayı erkek egemenliği bir zalimliğin sonucu olarak değil kadınların himaye edilme gereksinimleri dolayısıyla ortaya çıkmıştır ve kadınlarda kendilerine hitap edilirken kavminin erkeklerinin künyesiyle hitap edilmesinden gurur duyarlardı. Belirttiğimiz gibi Kuran Arapça’nın ifade tarzıyla emirlerini indirdiği için bu şekilde oluşan konuşma dili de Kuran’da aynen kullanılmıştır. Fakat bu ifade tarzı sadece dil yapısından kaynaklanmamaktadır, Kuran aynı zamanda kadının himaye edildiği erkek egemen toplumu da kadının ve toplumun iyiliği ve sürekliliği için desteklemektedir. Bu durum gösterilmeğe çalışıldığı gibi kötü bir şey değildir. İnsan fıtratına uygundur.

ERKEK EGEMEN TOPLUM KÖTÜ MÜDÜR?

Her ne kadar günümüz Dünya’sında kadını dış Dünya’nın kapitalist canavarına karşı zayıf ve korumasız bırakmak için onun erkek himayesinden çıkması yönünde propagandalar yapılsa da ben bu propagandaların kadının iyiliği için yapıldığını düşünmüyorum. Şeytani çevreler kadınları erkek himayesinden çıkarıp meta olarak kullanılmalarını istediklerini az buçuk kafası çalışan biri TV reklamlarından, erotik sektörde dönen paralardan, kadınlara parasal vaadlere karşın vücudlarının veya güzelliklerinin tatmin aracı olarak kullandırılmak istenmesinden anlayabiliyor. Üstelik kadının güzelliğinin ve bedeninin katma değer sayıldığı bu sistemde kadın yaşlanıp çirkinleşmişse çok basitleşip sıradanlaşıyor, ondan kurtulmak isteniyor. Oysa İslam’da ve örfümüzde kadın yaşlandıkça değerlenmektedir.

Demek ki Kuran’a karşı savaşa çıkmış şeytani düzenlerin kadın hakkındaki yalancı özgürlük vaadlerinin arkasında kadınlar için çok daha büyük kölelik ve zayıflık var iken, Kuran’ın da önerdiği erkeğin koruyucu olduğu toplum da ise kadınların daha büyük rahatı ve himayesi vardır. Bu gerçekler şer odakları tarafından çarpıtılarak, İslam’ın önerdiği kadının eş ve anne olarak değerli olduğu sistem kötü olarak gösterilip, kadının bedeninin ve güzelliğinin para ettiği şeytani bir düzene evrilmek istenmektedir. Sloganları olan “kadınlara özgürlük” söylemleri çok kurnazca söylenmiş kuzu kılığında kurdun söylemleridir. Tilkiye demişler bir slogan söyle o da demiş ki “kahrolsun kümesler yaşasın tavukların özgürlüğü”.

O halde internet sayesinde hızlıca yayılan bu küresel şeytani planı ve erkeklerin spermleri içinde boğulan kadınlardan oluşmuş aile mefhumunun kalmadığı bir Dünya kurma hayallerini ancak Kuran’a dönmekle ve Kuran’ın emirlerinden kopmanın faturasının ağır olacağını anlamakla bozabiliriz. Evet Kuran size gerçek güzel olanı vaad eder, fakat şeytan size süslü yalanlar ve Cehennem hayatı vaad eder. Kuran kadının güzelliği ve parası için değil hayırlı olduğu için kadına değer verilmesini ve iyi geçinilmesini ister. Kuran kadının korunması ve eziyete maruz kalmaması için güzelliklerini herkesle paylaşmasını istemez. Fakat Kuran kadını eve sıkıştırmaz, kadının çalışmasını yasaklamaz. Kadının hayatını zorlaştırmaz, tam tersine kocasını ona koruyucu ve hâmi yaparak hayatını kolaylaştırır. Tabi erkek egemen deyince müdür memur ilişkisi veya emirler yağdıran bir koca anlamamak gerekiyor. Erkek egemenliği demek otobüs şöförü gibi direksiyonun başına geçip otobüsün içindekilere karşı sorumluluk sahibi olmak demektir.

Erkek ve kadını birbirleriyle güç ve iktidar mücadelesine sokan şeytani neo-Dünya söylemlerine prim verilmemeli. Burada Oscar Wilde’in bir sözünü hatırlamakta fayda var: “Güç erkeğe, güzellik kadına verilir. Ama her şeyi yenen güç, yalnız güzelliğe yenilir.” Yani güç erkekte güzellik ve nezaket ise kadında güzel. Kadınları erkekleştirip erkekleri de kadınlaştırma projelerine destek çıkmayın.

Eğer müslümanlar içinde de diğer toplumlarda olduğu gibi karısına evi zehir eden aileler varsa bu İslam’dan kaynaklanmıyor. Kuran kadına hayatı zorlaştırsaydı bugün evlerinde huzur olan hiçbir dindar aile bulamazdınız. Oysa kadının evinde söz sahibi olduğu çok huzurlu ve mutlu dindar ailelerin olması, huzursuz evlerin dinin bir emri olmadığını ispatlıyor. Kadının insan yerine konmayıp ezilmesi ise dinle alakalı değildir, insanın toplumsal kültürü ve içinde yetiştiği toplumun anlayışı ile alakalı bir konudur.

Nisa 19: “Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmaya kalkışmanız helal değildir. Apaçık olan ‘çirkin bir hayasızlık’ yapmadıkları sürece, onlara verdiklerinizin bir kısmını gidermeniz (almanız) için onlara baskı yapmanız da (helal değildir.) Onlarla güzel geçinin (iyi davranın). Şayet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.”

Kuran’ın genel bağlamına baktığımızda insanın diğer canlılardan ( hayvanlardan ) daha donanımlı, daha üstün yaratıldığı, Allah’ı anlama ve bilmede ve aklını kullanmada hayvanlardan daha üstün olduğunun anlatıldığını görürüz. Örneğin Araf 179’da insanlardan anlama ve kavrama özelliklerini kullanmayanlar bu yönleri itibariyle hayvanlardan bile daha aşağı düştüğü anlatılır.

Hangi sıfatlarda insanlıktan düştüler?

Araf 179: “Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.”

Yani ortada hayvanları aşağılama değil, insanlardan aklını kullanmayanların bu yönleriyle hayvanlardan daha aşağı düştüklerini anlatır. Çünkü insan Rabbini anlamasa ve tanımazsa ve itaat etmezse görevini yerine getirmemiş olacak, işlevsiz olacak, oysaki hayvanlar kendi programlarının gereğini yerine getirir ve işlevsellik gösterirler. Örneğin yapısı bozulup da kaza yapmaya meyilli bir Ferrari arabanın bir değeri kalmaz ve değeri açısından düzgün giden bir şahin marka arabanın bile aşağısına düşebilir. İnsan da Rabbini tanımazsa her türlü zulmü işlemeye müsait bir varlık haline dönüşür ve eşref-i mahlukat özelliğini kaybeder ve hiçbir hayvanın işleyemeyeceği zulümleri işlemeye açık bir varlık haline gelir.

Hayvanların düşünmeden yemeleri

Muhammed 12: “Şüphesiz Allah, inanıp salih ameller işleyenleri, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. İnkâr edenler ise (dünya zevklerinden) yararlanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların kalacakları yer ateştir.”

Yine bu ayette de insanların obur bir şekilde önüne geleni düşüncesizce tüketmesinin hayvansal bir davranış olduğu ve insanın farklı olması gerektiği, düşünmesi ve Dünya nimetlerini insanca tüketmesi (paylaşması, aç gözlü olmaması vs.) gerektiği anlatılır. İnsanlar hayvanlardan akıllarıyla ayrılırlar ve bu farkı idrak edip insanî özellikler göstermeleri istenir. Yani bu ayette de aşağılama yok, insanî erdemlere teşvik için bir kıyaslama vardır.

Eşek ve Maymun analojileri

Yine Tevrat’la amel etmeyen Yahudi bilginlerinin durumunu kitap yüklü eşeklere benzetmenin ve aç gözlü Yahudileri maymunlara benzetmenin de hayvan davranışları bilimi açısından çok önemli gerçekler barındırdığını ve durumu çok iyi açıklayıcı analojiler olduğunu ve burada hayvanlara hakaret edilmediğini fakat insanlık bilincinin ziyan edilerek hayvanların bilinci ile eş düzeye getirildiğini daha önce sitemizde 191 ve 192 nolu yazılarda açıklamıştık.

Hayvanlar güzelliktir

Bunun yanında Kuran hayvanları insanlar için bir güzellik olduğunu söyler:

Nahl 6: “Akşamleyin getirirken, sabahleyin de salıverirken onlarda (hayvanlarda) sizin için bir (zevk ve) güzellik vardır.”

Nahl 8: “Atları, katırları ve eşekleri de onlara binmeniz için ve (dünya hayatında) bir zînet (güzellik) olsun diye yarattı.”

Peygamberimizin hayvan sevgisi ve merhameti

İlk dönem siyer kitaplarında peygamberimizin hayvanlara olan davranışlarını anlatan yazılara baktığımızda, kuşu ölen çocuğu teselli eden, devesine fazla yük yükleyip eziyet edenleri halk içinde uyaran, herkesin iğrendiği bir köpek cesedine “ne kadar güzel dişleri var” diyerek güzel bakmayı öğreten, develer üzerinde uzun şiirler okunmasını onları yorduğu gerekçesiyle yasaklayan, yavruları alınmış ve rahatsız olmuş bir kuş için halk içinde ilanat yaptıran, zevk için avlanmayı yasaklayan, susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe merhamet edip de kuyudan su çıkarmış bir hayat kadınını cennetle müjdeleyen, çok kedileri olan bir sahabisine “kedicik babası” diye hitap eden bir peygamber görüyoruz.

Kısaca

Kuran insanların aklıyla, ruhuyla, bilinciyle hayvanlardan daha üstün olarak yaratılmış olduğunu ve bu verilen aklı ve bilinci doğru kullanmadığı takdirde insaniyetten düşüp hayvanlara özgü özellikler sergilediklerini ve hatta daha aşağı özelliklere (örneğin şeytaniyete) düştüklerini belirtmiştir. Kuran’ın amacı hayvanlara hakaret etmek ve aşağılamak değildir, insanlara yaratılış amacını hayvanlara az verilen akıl, bilinç, merhamet gibi konularda kıyaslama yaparak hatırlatmaktır.

Bu ayette Allah ve melekleri Hz. Muhammed'e salat ettikleri için T"Tanrılaşıyor" gibi mübalağalı bir sözle ifade etmişler. Üstelik çokça ayette Hz. Muhammed'in sizler gibi bir insan olduğunu söylemesine ve hayatı hep tevazu ve kullukla geçmesine rağmen. O halde anlamadıkları salat konusunu öğretelim:

Ahzab 56: “Kuşkusuz Allah ve melekleri, Nebi’ye salat ederler. Ey iman edenler! Siz de O’na salat edin. Tam bir bağlılıkla salat edin.”

Genelde imanı çalan sorulara cevap vermeye çalışıyorum. Amele dayalı veya ilmihal meselelerine şu an için pek girmiyorum. Fakat bir mesele var ki Müslümanların 1400 yıldır bildiklerinin yanlış olduğunu ve sanki daha yeni işin doğrusu anlaşılmış havası veren bazı kişilerin, yaptıkları yanlışı acil olarak düzeltmek gerektiğini fark ettim. Çünkü Kuran’da namaz olmadığını iddia eden bu kişilerin yeterince analiz edilmeyen fikirlerinden sonra, Cuma’dan Cuma’ya secde yapan insanların, bu secdelerini bile hayatlarından çıkardıklarını gördüm. Birçok insan ise bu konuda yeterli bir açıklama yapılmadığı için şaşkın hissediyorlar ve dinin temel emri olan Salat’ın namazla alakası olmadığını düşünmeye başladılar. O halde bu yazıda bu meselenin neresinde kavram karmaşası çıkarılmaya çalışıldığını göstermek istiyorum.

Kuran’ın ilk suresi olan Alak suresinden başlayıp son suresi olan Tevbe suresine kadar çokça tekrar edilen bir kelimedir salat. Bu anlamda dinin direği olduğu zaten Kuran’da her fırsatta vurgulanmasından belli oluyor.

Öncelikle Türk’lerin namaz dediği kelime Farsçadan gelmektedir. Sonuna “kılmak” kelimesini de Türkler ekleyince namaz kılmak kelimesi veya deyimi doğmuş. Araplar namaz demez salat derler. Salat Kuran’da çok sayıda ayette geçer. Bir Arap dilbilimcisi ve ilk dönem lügat müelliflerinden Halil b. Ahmet (ö.175/791) “salât/ ”صلاة kavramı ile ilgili açıklamalarını “/صلوs-l-v” maddesi altında yapmakta ve kelimenin kökeni ve hangi dilden geldiği konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir. Sözcüğün sonundaki ‘elif’in aslında ‘vav’ olduğunu belirten müellif, kelimenin çoğulunun “/صلواتsalavât”, tesniye halinin de “/صلوانsalavân” şeklinde geldiğini belirtmekte ve sonu “ye” ile biten “/صليs-l-y” ve türevlerinin ise “ateş ve kızartma” gibi manalarına geldiğini söylemektedir (Bkz: Okumuş, M. (2004). Semantik ve Analitik Açıdan Kur’an’da “Salat” Kavramı. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 3(6), 1-30.)

Salat’ın aslında temelde bir tane ana anlamı olduğu halde kullanıldığı yere göre o anlama yakın yan anlamlarda kazanır. Aslında bu durum sadece salat kelimesine özgü değildir. Çok kişilerin bildiği bir örnek verelim; Darabe sözcüğü vurmak anlamında olduğu halde yola topuk vurmak anlamı da zamanla kazandığı için yola çıkmak anlamında da kullanılır. Kısaca darabe kelimesinin asıl anlamı vurmak iken, darabe kelimesi yola çıkmak anlamında özel olarak kullanılır. Fakat darabe gördüğünüz her yerde yola çıkmak olduğunu iddia ederseniz yanlış yaparsınız. Arapça veya Türkçe bunun gibi sayısız örnekle doludur. Arapça’da salat kelimesinin tek olarak asıl anlamı “bağ kurmak” olarak çevrilmektedir. Bu anlamdan doğan yan anlamlar ise cümlenin anlamına göre “yardım etmek, destek olmak, meyletmek, alaka kurmak, sahiplenmek, ilgilenmek ” anlamlarını içerir. Fakat bunları barındıran asıl anlamı “bağ kurmak”tır.

Kelimenin geçmişine baktığımız zaman SLT kelimesi Sami dillerinde de vardır. Arapça ile aynı guruptaki dillerde de vardır. Eski çağlarda insanlar evlerini yüksek ulaşılması zor olan yerlere yaparlardı. Bu evlere ulaşabilmek için katlanabilir merdivenler kullanırlardı. Evden dışarı çıkan biri bu merdiveni açar aşağı iner ve işine giderdi geri döndüğünde de aşağıda bulunan bir yükseltinin üzerine çıkıp yukarı seslenir ve merdivenin indirilmesini isterdi. Yukarıdakiler de onu tanır ve merdiveni sarkıtarak yukarı çıkmasını sağlarlardı. İşte bu seslenmenin adı SLT dir. http://www.akevler.org/AkevlerMakaleler/582/CokOk/10316/Sam-Adian/EKIMUS-SALAT—Namaz-bir-Rituel-midir

Yine Araplarda önde giden atı izleyen arkadaki ata “sallâ” ve “musallî” denmekte idi. Bu yönüyle arkadaki atın öndeki ata bağlı olduğu, bağ kurduğu ifade edilirdi. (Bkz: Fîruzâbâdî, el-Kamûsu’l-muhît, c. I, s. 1681; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. XIV, s. 465.)

Yani kısaca Namazı tanımlamak için SLT kelimesi boşuna seçilmemiştir. SLT ayetlerine baktığımız zaman ise, hemen hemen bu kelimenin anlamını ihtiva eden her detayı açıklıkla görmek mümkündür.

Ahzab 56: “Kuşkusuz Allah ve melekleri, Nebi’ye salat ederler. Ey iman edenler! Siz de O’na salat edin. Tam bir bağlılıkla salat edin.” Ayetinde bu anlamları net görebiliriz. Burada Allah’ın Resulüne yönelme, yardım etme anlamlarıyla beraber, asıl anlam olarak O’nunla bağ kurma, alaka kurma anlamı görülüyor. Yani Kuran’da geçen her salatın namaz olmadığı zaten eskiden beri bilinen bir gerçektir, kimsenin yeni ortaya çıkardığı bir şey değildir.

Enfal-1. Sana, ganimetlere dair soru sorarlar, de ki: Ganimetler Allah’ın ve Peygamberindir. İnanıyorsanız Allah’tan sakının, aranızdaki münasebetleri düzeltin, Allah’a ve Peygamberine itaat edin.

Enfal-41. Eğer Allah’a ve hakkı batıldan ayıran o günde, iki topluluğun karşılaştığı günde kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız, bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah’ın, Peygamber’in ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye Kadir’dir.

Soru: Yukarıdaki ayetlerin birincisinde ganimetler Allah ve Rasulüne ait derken ikincisinde farklı kişilere de aittr deniyor, burada çelişki mi var?

Cevap: Düz meal üzerinden bu konuyu anlamak isterseniz ve Arapça’nın cümleler üzerine yüklediği anlamlar üzerinde de bilginiz yoksa burada bir çelişki olduğunu düşünme yanılgısına düşmeniz normaldir.

Enfal 41’de ganimetin beşte birinin Allah yolunda harcanması, ve düşkünler ve yetimler için ayrıldığı söyleniyor. Gerisi canıyla İslam’ı ve insanları müdafaa eden gazilere ait. Fakat Enfal 1’deki ifade de geçen “Ganimetler Allah ve Rasulüne aittir” ifadesi ise ganimete sahip olmaktan değil onları gazilere dağıtma işinin kime ait olduğundan bahsediyor.

Enfal-1 ayetinin neden indiğini ve bahsettiği konuyu anlamak için tefsirlere başvuralım. Beydavi, Nesefi, Kurtubi, Razi, Elmalılı gibi bütün tefsirlere baktım, hepsinde konu ve ayetin manası şöyle açıklanıyor: Bedir savaşında kazanılan ganimetin paylaşılmasında anlaşmazlık çıkmıştı ve bu durumu çözmek için Enfal-1 ayeti indi ve ayette ganimetlerin paylaştırılmasının Allah ve Rasulüne ait olduğu söylendi. Bu ayet gelince Allah’ın Resulü ganimetleri kısa sürede paylaştırdı. Görüldüğü gibi bu ayet gelince ateistlerin anladığı gibi ganimetler Allah ve Resulüne kalmıyor, tam tersine insanlara paylaştırılıyor.

Buradaki ateistlerin yanlış anlaması Arapçadan Türkçeye birebir çeviri yapılmasından kaynaklanan bir sorun. Yani Arapçadan Türkçeye birebir çevirirseniz evet “Ganimetler Allah ve Rasulüne kalır” diye anlayabilirsiniz. Fakat cümlenin ifade ettiği anlamı kelime anlamından farklı. Bunu Türkçede ki benzer bir kullanımla şöyle anlayabiliriz: Örneğin ailece yıllık tarla mahsulatınızı mesela patatesinizi topladınız ve kardeşler mahsulatın paylaşmasında anlaşmazlığa düştü. Konuyu babaya götürdünüz ve baba dedi ki “Patates (konusu) abinize ait”. Evet orada kardeşler bütün patatesler abinizin diye anlamazlar, patates konusunu abiniz çözecek diye anlıyorlar.

Zaten bu inceliği bilen müfessir Elmalılı Hamdi Yazır’da mealinde kelimeye bağlı kalarak değil anlama bağlı kalarak şöyle meal vermiştir: “Sana ganimetlerin bölüştürülmesini soruyorlar. De ki, ganimetlerin taksimi Allah'a ve Resulüne aittir.”

İkinci olarak da burada ganimet olarak çevrilen enfal kelimesi nefl kelimesinin çoğuludur. Nefl ise bir iş başarana verilen hediyeler demektir. Yani ordu savaşı kazandığı için ganimetler onların hediyesidir, hakkıdır manası var.

Kısaca; Enfal 1 ayeti ile ganimetlerin taksiminin Allah ve Rasulüne ait olduğu söylenmiş, Enfal 41 ayeti ile de ganimetlerin beşte birinin Allah yolunda ve fakirler için kullanılması gerektiğini belirtmiştir. Ayetler arasında ateistlerin anladığı gibi bir çelişki yok.

Hz. Aişe’ye eski zaman münafıkları zina iftirası attığı gibi yeni zamanın bazı ateistleri de, temize çıkmış bu kadına kendinden emin bir şekilde iftira etmeye devam etmekteler. Bu yazıda bu düşmanca iftiralarına cevap vereceğiz.

KISACA OLAY NASILDI?

Peygamberimiz ve ordusu Benî Müstalık gazasından dönerlerken Hz. Aişe hacet gidermek istediği için devenin üzerinde oturmuş olduğu hevdec adı verilen kapalı, yuvarlak ve üstü kubbeli kutusundan indiriliyor. Haceti bitip geri dönen Aişe validemiz kolyesinin kaybolduğunu görünce aramak için hacet yerine geri dönüyor. Bu sırada ordu toparlanıyor ve hevdec devenin üstüne tekrar yükleniyor. Hz. Aişe geri döndüğünde orduyu yerinde bulamıyor. Ordunun arkasından gelip ordudan kalan eşyaları kontrol etmekle görevli Safvan onu görüyor. Hz. Aişenin ifadesiyle “İnna Lillah” diyor. Tesettür emri olduğu için Hz. Aişe’yle tek kelime etmiyor. Devesini hazırlıyor. Hz. Aişe biniyor. O da devenin yularından tutup orduya yetiştiriyor. İkisinin beraber geldiğini gören münafık İbn-i Selul dedikodu çıkarıyor ve bu dedikodunun halk arasında yayılmasını sağlıyor. Hz. Aişe olayı geç duyuyor ve kendi isteği ile babasının evine gitmek istiyor. Bir ay sonra da gelen vahiyle Aişe validemizin temiz olduğu bildiriliyor.

Şimdi ateist demiş ki;

Aişe olayı anlatırken hevdeci deveye geri yükleyen adamların kendisinin içinde olmadığını fark etmediğini çünkü kendisinin cılız ve hafif olduğunu söylüyor. Adamların bunu fark etmeme şansı varmı diye ekliyor. Cevap: Peki Aişe’nin hevdec içinde olmadığını fark etseler ordunun gitmesine imkân var mı diye sorarız bizde. Yani ordu gitmişse demek ki içinde olmadığını fark etmemişler. Ayrıca Hz. Aişe ben zayıf ve cılız biriyim, hafifim diyorsa göz göre göre bunu yalan söyleyemez. Gerçekten de zayıf ve hafif demekki.

İKİNCİ OLARAK diyorlar ki Peygamber üç ay beklemiş, hamile olmadığı anlaşılınca ayet gelmiş. Cevap: Bu iftirayı bekâr bir kıza atsanız anlaşılabilir. Mesela Hz. Meryem’in kucağında çocukla dönmesi anlaşılabilecek bir şey değildir. Çünkü bekârdır. Fakat Hz. Aişe zaten evlidir ve kocası da kısır biri değildir. Çocuk doğuracak olsa zaten kendi kocasından doğurur. Fakat muhtemelen kısırdı. Çünkü hiç çocuğu olmamıştı. Ayriyeten üç ay sonra vahiy geldiği hiçbir kitapta yazmayan bir iftiradır. Hz. Aişe dedikoduları bir ay sonra öğrendiği ve babasının evinde de bir aya yakın kaldıktan sonra vahiy geldiği bildirilir. Ama hiçbir kitapta üç ay olduğu yazmaz. Bu sadece şarlatanların bilgisiz insanları kandırmak için kullandığı iftiralardır. Allah vahyi geciktirerek müminleri sınavdan geçirmiş ve herkes kendi kalitesini bu olayda ortaya çıkarmıştır.

ŞİMDİ MANTIKLI DÜŞÜNÜN

Siz kadın başınıza zina yapacak olsanız bir ordunun içinde seyahat ederken mi yaparsınız? Hem de peygamber eşi olarak herkesin dikkati üzerinizdeyken. Bu akıl işi midir? Zina yapacak kadın, kimsenin olmadığı bir zaman evine erkeği alır veya o zaman kadınlar hacet gidermek için her akşam dışarı çıkarlardı. Niyeti bozuk olan bir insan için çok sayıda yalnız kalma şansı varken orduyla seyahat ederken geride kalıp anlaşılma pahasına böyle bir iş yapmak ne kadar gerçekçi bir iftiradır.

Haşa diyelim ki böyle bir halt yediniz. Orduya halt yediğiniz kişiyle birlikte mi geri dönersiniz? Böyle sahtekârlar yaptıkları iş anlaşılmasın diye her türlü yanıltmacayı kullanırlar. Mesela orduya yaklaşınca siz orduya tek başınıza katılırsınız. Halt yediğiniz kişi görünmeden geri döner. Zina edecek kadar şeytanlaşan bir adam tüm bunları anında düşünür.

SON OLARAK ortada zina yapıldığına dair hiçbir kanıt yok. Görgü tanığı yok. Emare yok. İftira atılan şahıs ta ordunun zaten geriden gelmekle görevlendirilmiş şahsı. Bu iftirayı atan ateistler ne masumiyet karinesi tanır ne ahlak ne vicdan tanır. Kimsenin görmediği bir olayı kendileri gözleriyle görmüş gibi ballandıra ballandıra anlatır. Allah’tan korkunuz yoksa insani değerlere saygınız olsun da biraz hakkında hiçbir somut delilin olmadığı bir olay da bir kadının iffetine çamur atmayın bari. Masumiyet karinesine saygılı olun.

Diğer konu da Allah, Aişe’yi temizlemek için neden Nur suresi 11-20 ayetlerini indirdi derler. Cevap: Kuran’ın inen ayetleri yaşanan olaylar üzerinden insanlara doğrusunu öğretip ıslah etmez mi? Bu ayetlerde de Allah öncelikle dedikodunun kötülüğünü, hele kimsenin şahit olmadığı olaylarda birine atılan iftiraları yaymanın kötülüğünü, namuslu bir kadının iffetine iftira atmanın kötülüğünü işliyor. Toplumu fesada götürecek asılsız iftira ve dedikodu meselesi için 11 ayeti az bile bulabilirsiniz. Kuran, tam yeri gelmişken işte bunu insanlara ders veriyor.

Birde bu fitracılar Hz. Ali’nin de Hz. Aişe hakkında kötü sözler söylediğini bu yüzden Hz. Aişe’nin Ali’ye düşman olduğunu söylerler. Cevap: Hz. Ali Peygambere şöyle demiştir: “”Allah senin üzerine (bu işi, evlenme ve boşanma işini) daraltmamıştır. Onun dışında kadınlar çoktur. Eğer cariyesine soracak olursan sana doğru haberi verir.” Açıkça belli oluyor ki buradaki sözü de Hz. Muhammed’i teselli etme amaçlıdır. Yoksa Aişe kötüdür dememiştir. Zaten verdiği fikirde cariyesine sor herhangi şüphelenecek birşeyini görmüş mü şeklindedir. Hz. Muhammed de insanların aklındaki şüpheleri gidermek için cariyesine sormuştur. O da şöyle demiştir: “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, genç bir kadın olmasından başka onu ayıplayabileceğim hiç bir durumunu görmedim. Ailesinin hamuru başında uyur da bir oğlak gelip hamuru yer (haberi bile olmaz)” Yani saf bir kadın olduğu ve aklından şeytanca şeyler geçecek biri olmadığını söylemiştir. Fakat Hz. Aişe yine de bu sözünden dolayı Hz. Ali’den darılmış olabilir, ne de olsa o da bir kadındı ve duygusallığı ağır basıyordu. Ayet ile temize çıktıktan sonra eşine de dargın olduğu rivayet edilir. Fakat unutulmaması gerekir ki Hz. Muhammed duygusallıkla değil akılla hareket ediyordu. Dedikoduların İslam’a zarar vermemesi için iş aydınlanıncaya kadar tarafsız görünmeyi tercih etti. Tabi kadın psikolojisi duygusal ağırlıklı olduğu için Hz. Muhammed’in tedbirini anlasa bile içinde bir miktar beklenti ve kırgınlık oluşması normal olarak görülmelidir.

Kısaca Hz. Meryem’i kucağındaki çocuğun konuşmasıyla temize çıkaran, Hz. Yusuf’u Züleyha’nın akrabasının diliyle temize çıkaran Allah elbette ki Peygamberin sevgili eşini de atılan iftiralardan temize çıkarmıştır. Ama bu bir imtihandır, hâlâ insanların masumiyet karinesine saygılı olanları ile kalpleri eğri olanları ortaya çıkarmaya devam ediyor. Ek olarak, yorumlarda insan onurunu kırıcı sözler sarf eden olursa benden saygı beklemesinler.

Bu da yukarıda sorulan dinozor neden yok ve Neandertal neden yok ve galaksi neden yok ve büyük patlama neden yok soruları gibi şu neden yok bu neden yok sorusu. Maddeleri 100'e tamamlayabilmek için dolgu maddesi olarak bu tür sorular çoğaltılmış. Kuran'ın ana amacı 19. yüzyılın keşiflerinden veya 21. yüzyılın keşiflerinden bahsetmek değildir. Bu ateistlere göre Kuran her yüzyılda ne keşfedilecekse hepsinden bahsetmeliymiş. Sanki irşad kitabı değil bilim ve kehanet kitabı olması lazım. Hoş bildirdiği bilimsel ayetlere inandılar mı ki şunu da deseydi bunu deseydi diye nazlanıyorlar? 10. soruya bakabilirsiniz.

Evet, içki gibi kötü bir eylem İslam gelir gelmez toplumda bir anda yasaklanmadı. Tıpkı tesettür emrinin İslam gelir gelmez bir anda gelmediği gibi veya diğer birçok emir ve yasak gibi. Bunun sebebini anlamak çok da zor olmasa gerek. Demek ki bir toplum bütün alışkanlıklarını bir anda terk edemez. Bağlandığı ülküye, davaya gönül verme işi arttıkça ve davayı sahiplenme duygusu geliştikten sonra ancak toplumun iliklerine kadar işlemiş yanlış işler o toplumdan kaldırılabilir.

Allah ise psikolojik ve toplumsal dengeleri ve tedriciliği (zamana yaymayı) elbette ki bilmesi ve toplumu böyle ıslah etmesi ve bize de örnek olması gerekirdi, işte aynen öyle de yapmış.

içki neden haram

Tedricilik (zamana yayma)

İçkinin haram olmasının sebebi topluma ve sağlığa verdiği zararlardır. İçki ilk defa Peygambere sorulduğunda, Allah içkiyi kaldırmamış fakat kötü bir iş olduğunu haber vererek toplumu hazırlamış. Demek ki İslam davasının sahiplenilmesi için biraz daha vakit geçmesi gerekiyordu. Vücuda yerleşmiş bir kitleyi çıkarırken acele etmeyen cerrah hassasiyetinde davranarak içki yasağı için biraz daha zaman tanındı.[1] İçki neden haram sorusunu cevaplayan ilk ayet:

BAKARA SÛRESİ, 219: “Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar: De ki; ‘Onlarda büyük günâh ve hem insanlar için bazı faydalar vardır. Fakat zararları, faydalarından daha büyüktür…”

İçkinin bir kısım yararı dediği muhtemelen ticaret gelirlerinden elde edilen kârdır. En azından o günün insanına bakan yönü buydu. (Konu haricinde, insanlar kumarda da bir kâr görseler de zararı kârından çok olduğu ayette belirtiyor.)

Fakat bu ayetin alkolün faydasına yönelik müteşabih bir manası da olabilir. O da, alkolün zararlarının çok olmasına rağmen bugün tıpta alkol vaz geçilmez bir antiseptik ve dezenfektan olarak kullanılmakta, ve ilaçların hazırlanmasında çözücü olarak işlev görmektedir. Yani kısaca ayetin belirttiği gibi insanlığa bir kısım faydalarını da görüyoruz. İçmek zararlı fakat alkolün kendisi farklı alanlarda kullanıldığında faydaları var. Alkolü komple kötülemeyip faydaları olacağını söylemesi de Kuran’ın hiç pot kırmayan özelliğine bir örnektir.

word image 37

Sonra başka zaman ikinci defa yine içki sorulduğunda içkili olmanın kötü olduğunu ve içkiliyken Allah’ın huzuruna çıkılmaması gerektiği açıklandı. Psikolojik olarak insanlar, iliklerine kadar bağımlısı oldukları bu sağlıksız işin yasağına hazırlandılar. İçki neden haram sorusunu cevaplayan ikinci ayet:

NİSA SÛRESİ, 43: “Ey îmân edenler! Sarhoş olduğunuz zaman ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp olduğunuz zaman da eğer yolcu değilseniz, gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın.”

Daha sonra Müslümanlar arasında içki içen birkaç kişinin kendini kaybetmesi sonucu çıkan olaylardan sonra sahabe psikolojik olarak içkinin yasaklanmasına hazırdı ve içki yasağı gelince zorlanmadılar, mutlulukla kabul ettiler. Hatta bu ayet gelince herkes şarap fıçılarını caddelere boşalttığını ve caddelerin şaraptan geçilmediği kaynaklarda aktarılmıştır.

word image 38

İçki neden haram sorusunu cevaplayan üçüncü ayet:

MÂİDE SÛRESİ, 90-91: “Ey îmân edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen fal okları hep şeytanın işinden birer pisliktir, ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan, içki ve kumarla, aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz, değil mi?”

İlgili yazı:  88# İnsan ne ile yaratıldı?

İşte bunun adı insan ve toplum psikolojisini bilmektir, profesyonelliktir. İnsan olsa hata yapar, acele eder, böylece sonuçta bir dirençle karşılaşır ve işleri batırır. Fakat Allah o toplumu öyle bir hazırlamış ve yetiştirmiş ki her şey tam zamanında olması gereken vakitte bildirildiği için 23 sene gibi kısa bir zamanda Dünya’nın çehresinin değiştirilmesi başarılmıştır. Bu kadar profesyonellik insan işi olamaz elbette ki. Bu başarının tarihte bir örneği de yok.

Allah içkiyi direk yasaklayamaz mıydı?

Elbette toplumda herkes yüksek tefekkür düzeyinde değil. Şöyle mantıksız itirazlar da olacaktır: “Allah direk söyler, hiç bir şeyin zamanı gelmesini beklemez”. Fakat bunlar bilmemeliler ki Allah evrende sıralı yaratır, sebepleri gözeterek yaratır, sözü de en güzel şekilde ve zamanında söyler. “Allah neden insanları direk yetişkin olarak yaratmıyor aşama aşama olgunlaştırıyor” demek mantıksız olduğu gibi, “neden zamanı gelmeden insanlığa ve toplumlara da bir şeyler söylemiyor” demek o kadar saçma olur. Allah fen kanunlarını gözetip evreni aşama aşama olgunlaştırdığı gibi, her şeyi zamanında yaptığı gibi, sosyal kanunları da çiğneyip toplumun seviyesini gözetmeden, zamanı gelmeden, sebepleri gözetmeden bir şeyleri söylemez, emretmez, öğretmez. Elbette ağacı bir OL emriyle mucize ile bir anda yaratmaya gücü yeter, aynı şekilde bir OL emriyle içkiye bağımlı insanların içki içmemelerini de mucize ile kabul ettirebilir, fakat Allah insanları ve Dünya’yı böyle bir yer olsun diye yaratmadı, sebepler gözetilerek sonuçlar alınsın diye böyle bir sebepler Dünya’sı yaratıldı. Bu yüzden Allah da sebeplere riayet ederek zamanı gelince yapacağını yapar. İslam’ın ilk yıllarında elbette ki İslam henüz toplumda daha tam oturaklaşmamışken ve dengeler pamuk ipliğine bağlı iken toplumu zihnen ikna etmeden herhangi bir emir veya yasak gelmemiştir. Her emir ve yasak toplum psikolojik olarak ikna edilerek veya şartları sağlandığı zaman gelmiştir.

Bir çoğunuza göre basit ve anlaşılır gelen bu meseleyi, maalesef herkesin tefekkür seviyesi eşit olmadığı için ek olarak açıklama gereği duydum.

word image 39

Alkolün zararları

Alkolün toplumsal zararları

Amerikan Psikiyatri Derneği, “akıl hastalıklarının tanısı ve istatistiği” adlı kitaplarında [2] alkolün sosyal hayata verdiği zararları dört başlık altında ele alıyor:

  1. İşte, okulda veya evde önemli rol yükümlülüklerini yerine getirememe (örneğin, tekrarlayan devamsızlıklar veya düşük iş performansı, çocukları veya evi ihmal etme)
  2. Fiziksel olarak tehlikeli olduğu durumlarda bile içmeye devam etmek (örneğin, araba kullanmak veya makine kullanmak)
  3. Alkolle ilgili tekrar tekrar yasal sorunlara bulaşma (örneğin, içki içerken düzensiz davranış nedeniyle tutuklanmalar)
  4. Sebep olabileceği kalıcı veya tekrarlayan sosyal veya kişilerarası sorunlar (örneğin, eşle tartışmalar, fiziksel kavgalar).

Alkolün psikolojik zararları

1998 yılında alkol kaynaklı hastalıklar, suçlar ve iş gücü kaybından dolayı, alkolün ABD’ye bir yılda 97,7 milyar dolar zararı olduğu açıklanmıştır.[3, 4]

Alkol kullanan ebeveynlerin çocukları da zarar görüyor. Ebeveynlerin alkol kullanımı çocukları genetik olarak veya prenetal olarak etkiliyor.[5-7] Hamilelikte alkol tüketimi bebeklerde “fetal alkol sendromuna” sebep oluyor.[8] Bu hastalık bebeğin beyin gelişiminin zarar görmesi ve çeşitli gelişim problemleriyle ortaya çıkıyor.

Yine çalışmalar, alkole bağlı çocuk [9] ve eş [10, 11] istismarının yaygın olduğunu gösteriyor.

İlgili yazı:  214# Saffat 147 - Ninova'nın nüfusu yüzbin mi daha fazla mı?

Alkol kullanımı intihar oranlarını da artırıyor. İrlanda’da 2008 ve 2012 yılları arasında yapılan bir araştırma intihar edenlerin %44’ünün alkollüyken intihar ettiklerini göstermiştir.[12]

Yine çalışmalar alkol kullananların duygu durum bozuklukları yaşadıklarını ve çevrelerine karşı agresifleştiklerini göstermektedir.[13]

Alkol tüketiminin azaltılmasında dindarlığın büyük etkisi var.[14] 2010 ve 2020 yılları arasında alkol tüketimini en çok artıran ülkeler Çin ve Hindistan olarak belirlenmiştir, sırasıyla %382 ve %1245 oranlarında. [15] Çin’de gençler arasında alkol tüketim oranı %49.3 düzeylerindedir.[16]

word image 40

Alkolün sağlığa zararları

ABD’de 1997 ve 2009 yılları arasında yürütülen geniş kapsamlı bir çalışma, alkol tüketiminin kanser ve kalp hastalıklarına bağlı ölümleri önemli derecede artırdığını göstermiştir.[17]

Kanser vakalarının %5.5’i alkole bağlı olarak gerçekleşmektedir.[18] Alkol nedensel olarak yutak ve larinks kanseri, yemek borusu kanseri, karaciğer kanseri, meme kanseri ve kolon kanseri ile ilişkilendirilmiştir.[19]

ABD’de 2006-2010 yılları arasında 88.000 ölüm alkole bağlı olmuştur.[20] Dünya çapında ise güncel verilere göre her yıl 3.3 milyon kişi alkole bağlı hastalıklardan yaşamını yitirmektedir. [21]

Yine alkol tüketimi obeziteyi ve tansiyon sorunlarını da artırdığı bilinmektedir.[22-25] Siroz ise alkol tüketiminin en yaygın sonuçlarından biridir.[26-29]

İçki neden haram

İşte anlatılan sebeplerden dolayı içki bir anda haram edilmemiş, önce toplum hazırlanmıştır. İçkinin haram olmasının sebebi ise topluma ve sağlığa verdiği büyük zararlardır.

Ek olarak 277# Sünnetin yararları ve zararları var mıdır? yazımızı da tavsiye ederiz.

KAYNAKLAR

1. Necdet ÜNAL, KUR’AN’IN İÇKİ YASAĞI TEDRİCİLİĞİ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA, KELAM ARAŞTIRMALARI 9:2 (2011), SS.149-182. .

2. American Psychiatric Association (APA) Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, Fourth Edition. Washington, DC: APA; 1994. .

3. Harwood, H.J., The economic costs of alcohol and drug abuse in the United States, 1992. 1998: US Government Printing Office.

4. Harwood, H., Updating estimates of the economic costs of alcohol abuse in the United States: Estimates, update methods, and data. the National Institute on Alcohol Abuse and Alcoholism, 2000, 2000.

5. Schuckit, M.A., Low level of response to alcohol as a predictor of future alcoholism. The American journal of psychiatry, 1994.

6. Schuckit, M.A. and T.L. Smith, An 8-year follow-up of 450 sons of alcoholic and control subjects. Archives of general psychiatry, 1996. 53(3): p. 202-210.

7. Windle, M., Concepts and issues in COA research. Alcohol Health and Research World, 1997. 21(3): p. 185.

8. Larkby, C. and N. Day, The effects of prenatal alcohol exposure. Alcohol health and research world, 1997. 21(3): p. 192.

9. English, D.R., et al., The quanitification of drug caused morbidity and mortality in Australia: Part 2. 1995.

10. Greenfeld, L., Alcohol and crime: an analysis of national data on the prevalence of alcohol involvement in crime (Bureau of Justice Statistics: Report Prepared for the Assistant Attorney General’s National Symposium on Alcohol and Crime-1998). Retrieved Aug, 2009. 6.

11. Lipsey, M.W., et al., Is there a causal relationship between alcohol use and violence? Recent developments in alcoholism, 2002: p. 245-282.

12. Larkin, C., et al., Alcohol involvement in suicide and self-harm. Crisis, 2017.

İlgili yazı:  272# Örümceğin evi ayeti bize ne anlatmak istiyor? - “Allah’tan başka veliler edinenler” kimlerdir?

13. Garofalo, C. and A.G. Wright, Alcohol abuse, personality disorders, and aggression: The quest for a common underlying mechanism. Aggression and violent behavior, 2017. 34: p. 1-8.

14. Lin, H.-C., et al., Assessing the associations between religiosity and alcohol use stages in a representative US sample. Substance use & misuse, 2020. 55(10): p. 1618-1624.

15. Canadean. Global beverage forecasts March 2016: Comprehensive topline analysis of all commercial beverages trends and forecasts. London: Canadean. p. 2016.

16. Jiang, H., et al., Measuring and preventing alcohol use and related harm among young people in Asian countries: a thematic review. Global health research and policy, 2018. 3(1): p. 1-14.

17. Xi, B., et al., Relationship of alcohol consumption to all-cause, cardiovascular, and cancer-related mortality in US adults. Journal of the American College of Cardiology, 2017. 70(8): p. 913-922.

18. Praud D, Rota M, Rehm J, et al: Cancer incidence and mortality attributable to alcohol consumption. Int J Cancer 138:1380-1387, 2016.

19. Scoccianti C, Cecchini M, Anderson AS, et al: European Code Against Cancer 4th Edition: Alcohol drinking and cancer. Cancer Epidemiol 39:S67-S74, 2015.

20. LoConte, N.K., et al., Alcohol and cancer: a statement of the American Society of Clinical Oncology. Journal of Clinical Oncology, 2018. 36(1): p. 83-93.

21. World Health Organization: Alcohol. http://www.who.int/mediacentre/factsheets/fs349/en/#.

22. Tumwesigye, N.M., et al., Alcohol consumption, hypertension and obesity: Relationship patterns along different age groups in Uganda. Preventive Medicine Reports, 2020. 19: p. 101141.

23. Musinguzi, G. and F. Nuwaha, Prevalence, awareness and control of hypertension in Uganda. PloS one, 2013. 8(4): p. e62236.

24. Wamala, J.F., et al., Prevalence factors associated with hypertension in Rukungiri district, Uganda-a community-based study. African health sciences, 2009. 9(3).

25. Organization, W.H., Global strategy to reduce harmful use of alcohol: report on the WHO regional technical consultation, 24-26 February 2009, Nonthaburi, Thailand. 2009, WHO Regional Office for South-East Asia.

26. Rehm, J., et al., Alcohol as a risk factor for liver cirrhosis: a systematic review and meta‐analysis. Drug and alcohol review, 2010. 29(4): p. 437-445.

27. Corrao, G., et al., A meta-analysis of alcohol consumption and the risk of 15 diseases. Preventive medicine, 2004. 38(5): p. 613-619.

28. Yang, L., et al., Alcohol drinking and overall and cause-specific mortality in China: nationally representative prospective study of 220 000 men with 15 years of follow-up. International journal of epidemiology, 2012. 41(4): p. 1101-1113.

29. Persson, E.C., et al., Alcohol consumption, folate intake, hepatocellular carcinoma, and liver disease mortality. Cancer Epidemiology and Prevention Biomarkers, 2013. 22(3): p. 415-421.

Dilin önemli unsurları olan kalıplaşmış ifadeler ve deyimler anlaşılmadan cümleler, cümleler anlaşılmadan da metin tam olarak anlaşılamaz. Bir metni tam olarak anlamak için, onu meydana getiren unsurların her biri layıkıyla incelenmeli ve onlara metindeki işlevleri göz ardı edilmeksizin anlam verilmelidir. Kuran’da da yüzün üzerinde deyim vardır ve Kuran o günün Arap dilinin inceliklerine göre konuşur. O günkü kullanılan dilin bazı incelikleri, bugünkü Arapçada yoktur. Ya Kuran deyimlerinin bazılarına tamamen yabancıdır ya da bu deyimlerin manaları değişmiştir. Hatta Kuran bazen öyle deyimler kullanırdı ki Abdullah b. Abbas gibi sahabe müfessirler bu deyimleri anlamak üzere cahiliye şiirlerini karıştırır ve Arap gramerinde bu deyimlerin ne anlatmak istediğini anlamaya çalışırlardı.

Deyimlere örnek olarak; Bakara 93’te sevginin taşkınlığını ifade eden sevgi içirilmek ifadeleri kullanılmıştır: “İnkârlariyle kalplerine buzağı sevgisi içirildi”. Normalde sevgi içilen bir şey değildir ama burada o günün Arabistan’ındaki bir deyim kullanılmıştır.

Bakara 223: “Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin.” Bu ayeti de düz manası ile anlamaya çalışırsanız kadınlar neden tarla olsun ki dersiniz. Fakat tarla lafzı Arap dilinde bereketin, doğurganlığın, analığın simgesi ve deyimidir. Tıpkı Cengiz Aytmatov’un “Toprak Ana” romanındaki gibi ananın toprakla toprağın ana ile bir deyim olarak buluşması gibi.

Bakara 166: “Aralarındaki ipler (bağlantılar) de parçalanıp kopmuştur” Burada insanların arasında ip olduğunu değil bağlantı olduğunu anlamamız gerekiyor. Türkçe’de de benzer deyimler vardır.

İsra 29: “Elini bağlayıp boynuna asma.” İfadesi deyim olarak cimri olma demektir. Yoksa elini boynuna götürme demek değildir.

Yine Allah’ın arşı bir deyimdir. Arş çatı veya taht manasına gelmektedir. Allah’ın arşa istiva etmesi ise kelime anlamıyla tahtına oturması veya tahtı hakimiyeti altına alması demektir, fakat Allah burada bir deyim kullanmıştır. Tahtına oturmak demek yönetimin en üstünde bulunmak ve bütün emirlerin kendinden çıkması demektir. Allah evrenin bir arşı olduğunu söylüyor. Bu ise evrenin bir yönetim merkezi, her işinin düzenlendiği bir merkez olduğu anlamına geliyor. Allah’ın, evrenin hükümranlığını kimseye bırakmadığını ve kendi uyguladığını en iyi bu deyimle anlatabilirdiniz. Örneğin bir hücremizin yönetim odası onun çekirdeğidir ve hücrede olacak bütün işler burada belirlenir ve herşey buradan kontrol edilir. Eğer hücre çekirdeğini o günün insanına açıklamak isterseniz buraya arş demeniz gerekirdi. Burada DNA’nın görevi hücrenin arşına oturup hücrenin her işini idare etmektir. (Ek olarak: DNA Allah’ın biyolojik yazısıdır, gerçekte işi yapan yazı değil yazıyı yazan Allah’tır).

Yine Allah’ın eli ifadesi de bir deyimdir, bunu Yaratılış teorisi yazımda açıkladığım için burada tekrar açıklamayacağım.

Başka bir deyim (veya temsil):

İsra 13: “Biz, her insanın kuşunu kendi boynuna doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.”

Eğer Kuran’da geçen Arap deyimlerinin ne mana ifade ettiğini bilmezsek bu gibi deyim içeren ayetlerin neden söylendiğini ve ne anlatmak istediklerini anlayamayız. Böylece ayetleri deyim olarak ifade etmek istediği mecazi manadan koparıp kelimenin düz manasıyla alır ve hataya düşeriz. Örneğin yukarıdaki ayet Arapların bir adetine binaen inmiştir. Şöyle ki Araplar bir işin kendilerine uğur mu yoksa uğursuzluk mu getireceğini kontrol etmek için havaya kuş uçururlardı ve kuşun gittiği yöne göre işlerine karar verirlerdi. Allah ta bu hareketlerinin bir mana ifade etmediğini işin sonucunun ancak kendi çalışma ve gayretlerine bağlı olduğunu, kuşun gittiği yön değil senin gittiğin yönün önemli olduğunu bu enfes ifade ile açıklıyor ve diyor ki; Senin tercihlerin talihini belirler, nereye gidersen kuşun da (talihin veya talihsizliğin de) oraya gider. Düzgün çalışırsan işlerinde düzgün gider gibi anlamları verir.

Kuran bu tür deyimlerle doludur. Bu deyimleri Arap dilinin inceliklerini bilen kitaplardan öğrenebiliriz, ayetlerin sebeb-i nüzulünü anlatan hadis ve tefsir kitaplarından da öğrenebiliriz. Fakat, biz o günün deyimlerini ve sözlerini bilmeden de Kuran’ı çıplak kelime manalarıyla iyi anlarız dersek hata yapmış oluruz. Selefiler dahi içlerinde Arap dilbilimini iyi bilenler olduğu halde deyim ile düz mana ayrımını yapamamışlar. Kuran’daki deyimlere de düz mana gözü ile bakmışlar ve hata etmişlerdir. Örneğin Allah’ın bir eli vardır ve Allah arşa oturmuş demişlerdir. Oysa bunlar birer deyimdir.

Fakat burada şöyle bir mahsur var ki; İleride ortaya çıkacak müteşabih bilimsel ayetler hariç bu deyimlere ilk dönem müslümanlarının anlamadığı yeni manalar vererek ayetleri bir yerlere çekmek doğru da değildir. O yüzden yeni gelişen bilimlerle anlaşılabilen ayetler hariç deyimleri anlama konusunda işin uzmanı olan ilk dönem müfessirlerinin anlayışı bizlerin anlayışından daha üstündür.

Diğer bir nokta da Kuran’da Arap diline yerleşmiş deyimler dışında mecaz bulunmaz. Bazı kişiler hoşlanmadıkları ayetleri mecazlaştırma eğilimindeler. Örneğin cennet, cehennem mecazdır diyenler, melekler mecazdır diyenler vs. gerçeklerden sapmış kişilerdir. Fatır-1 ayeti, meleklerin ikişer, üçer, dörder kanatlara sahip olduğunu söylerken ve bu, Araplar arasında bir deyim değilken, «orada mecaz var, kanat kast edilmiyor hız kast ediliyor» diyenler sapmışlardır.

Kuran Arapların bildiği deyimler dışında mecaz vermez. Fakat eğer deyimlerden ayrı olarak temsil verecekse bunun da temsil olduğunu belirtir. Örneğin bir sineği veya örümceğin evini temsil getirir. Bu temsiller deyim değildir ama temsil olduğu açıkça söylenir. Yani Kuran’da ya düz manalarla söylenen sözler vardır, ya deyim vardır ya da açıkça temsil olduğu söylenen temsiller vardır. Bunlar dışında mecaz aranmaz. (Bu yazımı sosyal medyada paylaştıktan sonra yorum kısmında tartışanlardan bazıları hâla apaçık söylenmiş ve deyim olmayan ayetlere yeni manalar arama ve anlam biçme gayretleri içinde olduklarını gördüğümde bir an için ciddi ümit kaybı yaşadım. Acaba anlattıklarım mı anlaşılmıyor, yoksa insanların kafasında zaten kendi istedikleri bir doğru var da insanlar gerçeği bulmak istemiyorlar mı?)

Bu noktada akla gelebilir ki o günün deyimleriyle anlatılan bir kitap bizim için uygun mudur? Evet uygundur, eğer ilk sahabelerin anladıklarını anlatan müfessirlerin sözlerine kulak verirseniz Allah’ın kitabını anlamakta hiç zorluk çekmezsiniz. Zaten dünyevi işleriniz için türlü gayretler gösterip yoğun mesailer harcıyorsunuz, rabbinizin kitabını anlamak içinde bu şekilde açıklamalı mealleri okursanız, dininizi öğrenmeğe çalışırsanız sorun kalmayacaktır. Dünya’daki başarılar ve ilimler birden gelmediği gibi Allah’ın dinini de birden ve gayretsiz anlamayı beklemeyin. Müfessirlerin eserlerini de okuyup ilk müslümanların anlayışlarını öğrenmeğe çalışabilirsiniz. Fakat müfessirler de insandır, sahabelerin anlayışlarını değil de kendi anlayışlarını yansıttıkları noktada her görüşlerini mutlak doğru olarak kabul etmek zorunda değilsiniz. Onlar da yanılabilir. Kuran’ı açıklamasıyla birlikte okuyup vicdanının rehberliğinde dinini anlaman ve yaşaman en doğru metoddur. İkinci olarak diller sürekli evrim geçiren değişen yapılardadır. Geçen yüzyıla ait Türkçe kitapları bile şu anda anlayamazken, Kuran’ın meal ve tefsirleri her dile yayılmış ve hâla kolaylıkla ilk günkü sahabelerin anladıkları Kuran anlayışına ulaşabiliyoruz. Mealler, tefsirler ortada hiçbir sorun bırakmıyor.

Kısaca; Kur’andaki kalıplaşmış ifadelerin ve deyimlerin anlaşılıp tercüme edilmesi için sadece Arapça bilmek yeterli değildir. Dilin tarihsel değişimini de göz önünde bulundurarak, Kur’an’ın nazil olduğu dönemde deyimlerin kullanımı üzerinde incelemelerde bulunmak ve bunları tercüme edilecek dile anlamı koruyarak en uygun şekilde ifade edilmesini sağlamak lazımdır. Bu meallerde kelimenin düz meali verilip, dipnot olarak ta bunun bir deyim olduğu ve hangi manaya geldiği verilmelidir. Kuran’da yüz üzerinde deyim vardır. Bunları kısa bir yazıya sıkıştıramayacağımız için birkaç örnek verdik. Bu deyimleri düz manası ile anlamaya çalışırsanız iki uçtan birine kayarsınız, ya radikal bir selefi olursunuz ya da radikal bir ateist olursunuz. Her ikisi de sapmadır.

Soru: Yukarıdaki iddiayı bir ateist sitesinden aldım. Bu iki ayet arasında çelişki mi var?

Cevap: Bakara 253’de Peygamberlerin birbirlerinden derece itibariyle üstünlükleri olduğunu söylüyor. Bakara 285’te ise Peygamberlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmeme durumuna karşı hepsine iman etmemizi ve hepsinin Allah’tan olduğunu kabul etmemizi istiyor. İki ayeti beraber düşündüğünüzde, Peygamberler arasında “bunu kabul eder, bunu kabul etmem” diye ayrım yapmamamızı fakat peygamberlerin de kendi içlerinde dereceleri olduğunu bilmemiz bildiriliyor. Kısaca ayetler arasında bir çelişki yok. Çok çabalıyorlar ama çelişki dedikleri her durumu açıklayıp iade ediyoruz kendilerine.

Ek olarak; Peygamberlerin dereceleri kendi gayretleriyle doğru orantılıdır.

Kuran’da bir ayette iyiliklerin ve kötülüklerin Allah’tan geldiğinden bahsedilirken, başka bir ayette ise iyiliklerin Allah’tan kötülüklerin ise insanın kendisinden olduğunu yazar. Bunu açıklar mısınız?

Cevap: Bu iki ayet Nisa suresinde peş peşe gelmektedir.

Nisa suresi 78: Nerede olursanız olun, (hattâ) yüksek kalelerde bile olsanız, ölüm size yetişir. Hâlbuki onlara (münâfıklara) bir iyilik gelirse: ‘Bu, Allah katındandır!’ derler. Ama onlara bir kötülük gelirse: ‘Bu senin yüzündendir!’ derler. (Onlara) de ki: ‘Hepsi Allah katındandır’ Böyleyken, bu kavme ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar!

Nisa suresi 79: Sana isâbet eden her iyilik Allah’dandır; sana isâbet eden her kötülük ise nefsindendir. (Yâ Muhammed!) İşte seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. (Buna) hakkıyla şâhid olarak ise, Allah yeter!

Bu ayetlerin peşpeşe gelmesi ise bir kasıt taşıdığını gösterir. Yani Allah kasıtlı olarak bize bir “Yaratıcı iradesi-Kul iradesi” dersi veriyor. Buna, kader-1 paylaşımımda hatırlarsanız “başlatıcı tercih-oluşturucu tercih” adını vermiştim. Ayetler ne demek istiyor bir örnekle açıklayalım.

Bir meyve bahçeniz olsun, bu bahçeye ulaşan bir su arkı var. Siz her gün bu arkın önünü açıp ağaçlarınızı suluyorsunuz. Ağaçlarınız büyüyor meyve veriyor. Fakat arkın önünü açmayı bir gün bıraktınız, su gelmedi ve ağaçlarınız kurudu.

Şimdi bu ağaçları, su verdiğiniz zaman büyüten kimdi, siz mi? Hayır, bahçivan ağacın biyolojisini bilmez, onları büyütüp meyve verdiren Allah’tı. Peki, siz kendi iradenize taalluk eden arkın önünü açma gibi küçük bir görevi yapmayınca ağacın kurumasına kim sebep oldu? Cevap: Siz sebep oldunuz. Bu durumda iyiliklerin sebebi Allah oldu kötülüklerin sebebi ise nefsimiz oldu. Bunu hayatın tamamına uygulayabilirsiniz.

Konuyu toparlayalım.

Fiili yaratma açısından, iyilikleri de yaratan, kötülükleri de yaratan yine Allah’tır, yani iyilikler de kötülükler de Allah’tandır.

Sebep olma açısından, iyiliklerin sebebi Allah’tır, kötülüklerin sebebi ise insanın kendisidir.

Konu net ve anlaşılır ama inanmamak için bahane arasanız gözünüzü kapatıp hani güneş yok diyebilirsiniz.

Rahman 33: “Ey cin ve insan toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak ‘üstün bir güç ‘ olmaksızın aşamazsınız.”

Bu ayet bize insanlığın göklerin sınırlarını geçebileceğini ve çalışıp geçmesini bildiriyor. Fakat bu işin büyük bir güçle başarılabileceğini de ekliyor ki bugün insanlık bu gücü roketlerle elde edebilmiş ve aya çıkabilmiştir.

Şimdi düşünün, insanların henüz uçabilmesinin bile hayal edilemediği bir zamanda göklerin dışına çıkılabileceğini iddia etmek hayal ötesi ve o zamanın inkarcılarına göre saçma bir şeydir. Kuran’la mübarezeye çıkmış ateist ve deistler o zamanda yaşasaydı ve Kuran’ın bir benzerini yazmaya çalışsalardı Allah adına çok iddialı laflar kullanır ve göklerin sınırlarının aşılmaya insan gücünün yetmeyeceğini söylerlerdi. Çünkü o zamanda insan göklere karşı çok acizdi ve insan gayretiyle göklere yaklaşmanın bir yolu yoktu. İnsanın kendi çabalarıyla uzaya çıkması mantıksızdı.

Evet, eğer Kuran bir insan yapımı olsaydı ikinci cümleyi yani “üstün bir güç olmaksızın sınırları aşamazsınız” cümlesini eklemeyecekti. O zaman da birinci cümleden sanki Kuran göğe çıkamayacağımızı söylediği anlaşılmış olacaktı. Fakat göğe çıkabilmenin mümkün olduğunu eklemesi, insan sınırlarının ötesinde bir bilgidir. Bu yönüyle ayet açık bir mucizedir.

Burada bahsetmek istediğim asıl konu ise, şu ana kadar bir insanın Dünya atmosferinin dışına çıkmış olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Şaşırdınız mı? Haklısınız, bilim insanları da şaşırdı.

İnsanlar atmosferin nerede bitip uzayın nerede başladığını hep belirlemeye çalıştılar. Fakat bu o kadar kolay bir iş değil. Çünkü atmosferin son katmanı olan ekzosfer incelerek uzaya doğru devam ediyor. Sonunun nerede bittiği belli değildi. Bilim adamları uzayın başladığı noktaya karman çizgisi adını verdiler. Ortalama olarak yerden 100 km. yukarıda başlayan bu çizgiden sonra uzay başlıyor fakat ekzosfer 10.000 km. kadar ileriye kadar devam ediyor deniliyordu. Ay Dünya’ya 380 bin km. uzakta, dolayısıyla Dünya atmosferinin dışında kalıyordu. Bugüne kadar böyle bilindi.

Fakat Avrupa Uzay Ajansı ile NASA’nın ortak sahibi oldukları Güneş ve Heliosfer Gözlem Aracı’ndan (SOHO) gelen yeni verilere göre Dünya’nın atmosferi tam 630.000 km. ileriye gidiyor. Uzmanlar bunun şu anlama geldiğini söylüyor: Ay Dünya’nın atmosferi içinde yüzmekte. İşin ilginç yanı ise uzmanların bildirdiğine göre bugüne kadar modern Dünya’dan hiçkimse atmosferimizin dışına çıkamamış oluyor.

Yukarıdaki resimde Dünya’yı çevreleyen açık renkli hâle Dünya’nın atmosferinin sınırları. Ay’ın da bu atmosfer içinde kaldığına dikkat ediniz.

Fakat insanlık diğer gezegenlere insansız keşif araçları göndermeyi başardı. Yani Dünya semasının dışına çıkmaya yetecek teknoloji var. Kuran’ın belirttiği gibi, Allah bizim üstün bir güç kullanarak gökleri gezip keşfetmemizi istiyor. Bunu yapabileceğimizi bildiriyor. Üstelik öyle bir zamanda bildiriyor ki normal bir insan bunu söylese deli derlerdi, üstüne gülerlerdi. Eski zamanın müşrikleri gibi yeni zamanın ateist ve deistleri de Kuran’la bilgisizce mücadeleye girişmişler.

Rahman 35’teki ifadeler ise meal yazarlarının bazıları tarafından klasik yanlış meal verildiği için insanların kafasını karıştırmakta ve sanki ayet insanlığın göklere çıkamayacağını belirttiği iddia edilmekte. Oysa göklere çıkabilirsiniz dedikten hemen sonra göklere çıkamazsınız anlamı buradan çıkmaz. Bu yüzden bu ayeti, kelime manaları ve bilimsel gerçekler üzerinden inceleyelim. Önce ayete ve yanlış çevirisine bakalım:

Rahman 35: “İkinizin üzerine ateşten yalın bir alev ve kızıl duman gönderilir ve siz başaramazsınız.”

Bu ayette şuvazun alev demek değil, nuhasun duman demek değil ve tentesiran da başaramazsınız demek değildir. Bunlar yakın ankamlarıdır fakat böyle çevirmek ayeti karşılamıyor.

Nuhasun kelimesi Arapça’da bakır veya bakır rengi anlamına gelmekte olup, duman ise yan anlamıdır. Arapça sözlükleri ve Arapça metinlerin çevirilerinde nuhasun kelimesi hep bakır veya bakır görünümlü olarak çevrilir. Bununla ilgili şu kaynaklarda detaylı bilgiler bulabilirsiniz.

 

Bu sebepten dolayıdır ki birkaç meal yazarı da geleneksel tercüme olan duman kelimesini atmış ve kelimenin orijinal manasını kullanmıştır.

Abdulbaki Gölpınarlı Meali: “Üstünüze bir ateş yalımı ve erimiş bakır gönderilir de kaçamazsınız.

Bayraktar Bayraklı Meali: “İkinizin de üzerine ateşten bir dev ve erimiş bakır/duman göndeririz”

Süleyman Ateş erimiş bakırı parantez içinde eklemiş:

Süleyman Ateş Meali: “İkinizin de üzerine, ateşten yalın alev ve kıpkızıl bir duman (yahut erimiş bakır) gönderilir, başaramazsınız.”

Nuhasun kelimesinin köklerinden üretilen kelimeler ise Fussilet 16 ve Kamer 19’da geçiyor. Her ikisinde de uğursuzluk anlamında kullanılmış.

1) Şuvazun kelimesine kısa yoldan atşten gelen yalın alev gibi ne açıkladığı belli olmayan bir anlam verilmişse de bu kelimenin esas olarak ne kast ettiği bilinmiyor ve bu ayeti müteşabih ayet sınıfına sokuyor. Şuvazun kelimesine İbnul Cevzinin tefsirinde farklı sahabeler tarafından yüklenen farklı anlamlar verilmiştir. Fakat şuvazun ancak uzaya çıkış zamanı gelen insanların bilebileceği bir ışın demeti olmalıdır. Bu ışınlar ise ise uzayda insanı karşılayacak ve ekzosferin sınırını aşmasını zorlaştıracak ve ayette belirtildiği gibi NAR’dan yani ateşten yani Güneş’ten gelen radyoaktif ışınlardır. Bu ışınlar bir kemer oluşturur ki bu kemere Van Allen kuşağı denir.

2) Nuhasun ise yeryüzünün sınırlarını aşıp derinlere inmek isteyecekleri karşılayacak olan erimiş bakır görünümünde ve çoğu zamanda erimiş bakır taşıyan yer altı magma tabakasıdır. Göklere çıkışı zorlaştıran mekanizma, ateşten gelen şuvazun yani Güneş’in radyoaktif ışınlarının oluşturduğu Van Allen kuşaklarıdır, yerin sınırlarını aşmak isteyenleri zorlayan ise erimiş bakır görünümlü magma ve ondan çıkan dumanlardır.

Güneşin zararlı ışınları Van Allen denilen ve Dünya’dan 11.000 km uzakta bulunan bir düzeyde Dünya’nın etrafını çevreler, fakat Dünya’ya ulaşamazlar. Van allen kuşakları iç ve dış olmak üzere Dünya’yı çevreleyen iki kuşaktır. Burada radyasyon o kadar yoğundur ki astronotların radyasyona yakalanmaması için ne kadar tedbir alırsanız alın mutlaka radyasyondan etkilenirler. Nasa’nın bir türlü korunmayı başaramadığı ve canını en çok sıkan olaylardan biridir. Ama uzaya çıkışın başka yolu yoktur. Bu kuşağın en zayıf noktasından geçmeye çalışırlar.

Yani ayette öyle kelimeler kullanılmış ki hem yerin sınırlarını hem göğün sınırlarını aşmaya kalktığınızda sizi bekleyen tehlikeleri haber vermek için birebir.

3) Diğer bir konu ise ayette geçen tentesiran kelimesidir, bu kelime Nusret kelimesinden yani NSR kökünden gelmekte olup “yardım etmek” demektir. Yani açık manası “yardımlaşamazsınız” demektir. Çoğu meal yazarı da bu anlamı verdiği halde bazısı “başaramazsınız” anlamı vermişlerdir ki bu çok yanlış bir çeviridir. Tefsirlerde başaramazsınız diye değil yardımlaşamazsınız diye çevrilmiştir. Örnek olarak, müfessir Beydavi ilgili ayetin tefsirinde; nuhasun kelimesini “erimiş bakırdır ki, başlarının üzerine dökülür” diye açıklamış ve tentesiran kelimesini ise “Yardımlaşamazsınız, ondan kaçınamazsınız” olduğunu belirtmiştir. Meal yazarlarının çok özenli olması ve yakın manaları bırakıp tam manayı araması gerekmektedir, yoksa ayetlerin mucize yönleri gizleneceği gibi üstüne üstlük bilimsel yanlış olarak algılanması kaçınılmazdır.

Ayetler bize diyor ki:

Rahman 33: Ey cin ve insan topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarını delip geçebilirseniz geçin. Ama elinizde bir güç olmadan geçemezsiniz.

Rahman 34: O halde siz ikiniz (cinler ve insanlar), Rabb’inizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

Rahman 35: İkinizin üzerine ateşten yalın bir alev (radyasyon) ve bakır görünümünde bir uğursuzluk (yeraltı magması ve dumanı) gönderilir ve siz yardımlaşamazsınız (Hiçbir insan hatta Nasa bile size yardım edemez ve edemiyor).

Özetle; Düz Dünya’cıların anladığı gibi ayet bize göklere çıkamazsınız demiyor. Çıkabilirsiniz fakat uğursuz ateş ışınları sizi karşılar, kimsenin yardımı dokunmaz diye ders veriyor.,

KAYNAKLAR VE İLERİ OKUMA

  1. https://popsci.com.tr/dunyanin-atmosferi-dusundugumuzden-daha-buyuk-hatta-ayin-bile-otesine-gidiyor/
  2. https://www.webtekno.com/dunya-nin-atmosferi-tahmin-edilenden-cok-daha-genismis-h63579.html
  3. http://beyinsizler.net/dunyanin-atmosferi-dusundugumuzden-daha-buyuk/
  4. https://deadbar.com/argentina/the-moon-is-within-the-earths-atmosphere-a-hard-study/
  5. http://www.bizsiziz.com/dunyanin-atmosferi-dusundugumuzden-daha-buyuk-hatta-ayin-atmosferine-kadar-uzaniyor/
  6. https://itorm.com/argentina/the-moon-requires-a-study-of-the-atmosphere-in-the-earth/

Bu da yukarıda sorulan dinozor neden yok ve Neandertal neden yok ve galaksi neden yok ve evrim neden yok soruları gibi şu neden yok bu neden yok sorusu. Maddeleri 100'e tamamlayabilmek için dolgu maddesi olarak bu tür sorular çoğaltılmış. Kuran'ın ana amacı 19. yüzyılın keşiflerinden veya 21. yüzyılın keşiflerinden bahsetmek değildir. Bu ateistlere göre Kuran her yüzyılda ne keşfedilecekse hepsinden bahsetmeliymiş. Sanki irşad kitabı değil bilim ve kehanet kitabı olması lazım. Hoş bildirdiği bilimsel ayetlere inandılar mı ki şunu da deseydi bunu deseydi diye nazlanıyorlar? 10. soruya bakabilirsiniz.

Neml 18: “Nihayet karınca vadisine geldiklerinde bir dişi karınca dedi ki: “Ey karınca topluluğu, kendi yuvalarınıza girin, Süleyman ve orduları farkında olmaksızın sizi kırıp geçmesin.””

Karıncaların sosyal yapıları bilim insanları arasında hep hayranlık uyandırmış ve bilim aşağıdaki soruların cevaplarını sürekli aramış fakat henüz çok azını çözebilmiştir (1)

  • Karıncalar nasıl iletişim kuruyor?
  • Karınca tek başına ne yapabilir?
  • Karıncalar kendilerini nasıl organize ediyor?
  • Sürekli değişen çevreye nasıl uyum sağlıyorlar?
  • Böylesine basit bir organizmanın problemleri etkili bir şekilde çözmesi nasıl mümkün olabilir?(1, 2)

karinca.jpg

Bilim şu anda karıncaların konuşmalarının detaylarını araştırmaktadır. Birçok araştırmacı karıncaların antenlerinden ve karınlarından birçok değişik yapıda feromon salgıladıklarını ve havaya bıraktıkları bu feromonlar sayesinde iletişim kurduklarını tespit etti. (3, 4).(5, 6) Karıncalar havaya veya yere bırakılan bu feromonları antenleri ile okuyup bilgiyi anlamaktadırlar.(4) Eğer herhangi bir feromon sinyaline göre bir talimat almazlarsa tamamen bağımsız hareket etmektedirler. (1, 7)

Fo4NW_ant

Örneğin bir karınca kolonisinden bir karınca yiyecek bulursa diğerleri ile feromon diliyle veya tekrarlayan geometrik hareketlerle iletişime geçmekte ve bunun sonucunda karıncalar ince bir hat üzerinde yiyeceğe ulaşmaktadırlar. Aşağıda bu durum görülmektedir.(1)

antDiagram1

Karıncaların hareket ve davranışlarını inceleyen çalışmalar, onların grup halindeki hareketlerinin matematiksel olarak belirli bir düzende olduğunu anlamışlar ve bunu birçek araştırmacı formüle etmiştir.(1, 8).(9, 10) Karıncaların sinyal verirken farklı farklı geometriler üzerinde hareket ederek sinyal verdikleri ve diğer karıncaların bunu anlamlandırarak hareket ettiklerini tespit edilmiştir.(4) Çok değişik yapılardaki bu feromonlardan kısa süreli olanlar 20 dakika boyunca karıncaları yönlendirir. Uzun süreli olanlar ise günler boyunca ortamdaki karıncalara yapmaları gereken işi bildirir.(4) Bu feromonlardan yiyecek buldum sinyalini verenler olduğu gibi, tehlikelere karşı uyaran feromonlarda vardır. Örneğin Atta leafcutter gibi bazı karıncalardan elde edilmiştir.(4) Üstelik bu karınca kolonilerinde farklı kast sistemi seviyelerindeki karıncaların farklı alarm düzeyinde feromonlarla uyarım yaptıkları ve en yüksek uyarıyı ana kraliçeden aldıkları tespit edilmiştir.  Yukarıda verilen ayetteki karınca da aynı şekilde diğer karıncaları uyarmıştı.

Karınca (Neml) kelimesi Arapça’da cinsiyetsiz bir kelimedir ve karıncanın cinsiyetini belli etmek için ilgili fiili kullanmak zorundasınız (Bkz. Fahreddin Razi Neml 18 tefsiri). Ayetteki karınca bu sözlerini dişi kipiyle söylemiş (Arapça’da Galet kelimesi dişiler için kullanılır) ve böylece dişi olduğu anlatılmıştır. Kraliçe arılar ve işçi arılar ise dişidir.(11) Bugün bilim de bize uyarıcı fenomen (Alarm pheromone) salgılamanın dişi karıncaların işi olduğunu söylüyor. (12) Bu ayet bilim toplumlarına bir delil Kuran’ın bir delilidir. Ve hayvanların dilini bilen Süleyman’ı örnek göstererek insanları araştırmaya ve öğrenmeye teşvik eder. Ayette uyarıcının sözleri dişi kipiyle verilmesine rağmen içeri girin derken udhulû denmiş, yani eril kip kullanılmıştır.  Bugün biliniyor ki erkek karıncalar dişi işçi karıncalardan ayrı olarak kanatlıdırlar ve zaman zaman dışarı çıkarlar. (13) Yani dışarıda olan karıncalar sadece dişi karıncalar değildir, iş yapmasalar da erkek karıncalar da dışarıda bulunurlar. Fakat güvenliği sağlamak veya iş yapmak görevleri yoktur. Karınca komünitesinde güvenlikten sorumlu işci (dişi) karıncalar olduğu da yapılan araştırmalarda gösterilmiştir. Yani bilimsel tecrübelere göre erkek karıncaların tehlike gözleme ve uyarm görevleri yoktur. Arap gramerinde eril kullanım kipi ise dişi kipine baskındır. Bu yüzden Kuran’da tüm insanlara verilen emirler eril kiple verilir. Arap gramerinde dişi ve erkeklere birlikte seslenildiği zaman erkek kipiyle seslenilir. Yani ayet karıncanın kendi diliyle olan konuşmasını Arapça olarak çevirdiği zaman Arap gramerine göre tek olan uyarıcı karıncayı dişi cinsiyetiyle belirtmiş ve topluluğa ise eril cinsiyetle seslenilmiştir.

Yukarıda büyük kanatlı olan kraliçe karınca, orta boy kanatlı olan erkek karınca, kanatsız olan ise dişi karıncadır.

Günümüz bilimsel bulguları Kuran’ın söyledikleri ile aynıdır. Oysa 1400 sene önce insanlar karıncaların birbirlerini tehlikelere karşı uyaran konuşma biçimleri olduğunu bilemezlerdi. Erkek egemen bir toplumda dişi karıncanın bu uyarma görevini üstlendiğini hiç bilemezlerdi. Kimsenin aklına gelmez, gelse bile saçma olur diye böyle bir iddiayı kimse dillendirmezdi. Oysa Kuran, hiç sebep yokken kendinden emin bir şekilde bu uyarıyı dişi karıncanın verdiğini söylüyor. Şimdi hala şüphe içinde olanınız varsa otursun şunu bir düşünsün, sonra önceki paylaştığım “şüphecilik hastalığı” gönderisinde belirttiğim gibi iman etmek için tek bir tane bile kuvvetli delil yeter desin ve imanını tazelesin.

“Allah iman edenlerin velisidir” Bakara 257

“Allah, rızasını arayanları bu kitap (Kur’an) sayesinde selamet/kurtuluş yollarına iletir. Onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve doğru yola ulaştırır.” Maide 16

Ant-PNG-Image

İnstagram: https://www.instagram.com/bilimveyaratilisagaci/

Facebook: https://www.facebook.com/bilimveyaratilisagaci/

KAYNAKLAR

  1. ičková MM. Stochastic model of collective behaviour of ants. Master Thesis. 2014.
  2. Sumpter DJJPTotRSoLBBS. The principles of collective animal behaviour. 2006;361(1465):5-22.
  3. Suckling DM, Stringer LD, Corn JEJJoce. Argentine ant trail pheromone disruption is mediated by trail concentration. 2011;37(10):1143.
  4. Jackson DE, Ratnieks FLJCb. Communication in ants. 2006;16(15):R570-R4.
  5. Dussutour A, Nicolis SC, Shephard G, Beekman M, Sumpter DJJJoEB. The role of multiple pheromones in food recruitment by ants. 2009;212(15):2337-48.
  6. David Morgan EJPe. Trail pheromones of ants. 2009;34(1):1-17.
  7. Bicak M. Agent-Based Modelling of Decentralized Ant Behaviour using High Performance Computing: University of Sheffield; 2011.
  8. Watmough J, Edelstein-Keshet LJJoTB. Modelling the formation of trail networks by foraging ants. 1995;176(3):357-71.
  9. Edelstein-Keshet LJJoMB. Simple models for trail-following behaviour; trunk trails versus individual foragers. 1994;32(4):303-28.
  10. Couzin ID, Franks NRJPotRSoLBBS. Self-organized lane formation and optimized traffic flow in army ants. 2003;270(1511):139-46.
  11. Hammond R, Bruford MW, Bourke AJBE, Sociobiology. A test of reproductive skew models in a field population of a multiple-queen ant. 2006;61(2):265-75.
  12. Mizunami, M., Yamagata, N., & Nishino, H. (2010). Alarm pheromone processing in the ant brain: an evolutionary perspective. Frontiers in behavioral neuroscience4, 28.
  13. http://www.myrmecos.net/2013/09/09/male-ants-demystified/

Bazı ateist sitelerde Kuran ayetleri arasında çelişkiler olduğu iddia edilmekte. İddialarını gözden geçirdiğimde ya gözden kaçırdıkları bir nokta olduğunu, ya bilerek bazı şartları gizlediklerini ya da kelimeleri Türkçe’ye çevirirken oluşan anlam kaymalarından yararlandıklarını gördüm. Bu iddialarını bir seri halinde yayınlayacağım. Evet, Kuran’ın en büyük mucizelerinden bir tanesi kendi ayetiyle sabit olduğu üzere içinde çelişki bulunmamasıdır. Ben bütün çelişki diye iddia edilen ayetleri vaktim ölçüsünde burada açıklamaya hazırım ve ilk iddiadan başlıyorum. Şöyle ki aşağıdaki ayetlerin birinde ahirette şefaat vardır, diğerinde ise ahirette şefaat yoktur denildiğini iddia ediyorlar.

Yoktur / Bakara-48: Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun.

Vardır/ Meryem-87: Rahman’ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır.

 

Hemen açıklayalım. Bakara 48’de genel kuralı söylüyor. Kimseden şefaat kabul edilmeyecek. Meryem 78 ve buna benzer birkaç ayette ise yine kimsenin şefaat edemeyeceği genel kuralını hatırlatarak başlıyor fakat araya “illa” bağlacı ekleyip bunun istisnaları da olacağını belirtiyor. “İlla” kelimesi Türkçe de ki “şunlar hariç” sözcüğü gibi bir zıtlık bağlacıdır ve genel kaideye getirilen istisnaları belirtmek için kullanılır.

Kaynak: http://www.kuran.com.tr/kelime-meali/turkce/meryem-suresi

Yani ayet diyor ki: Rahman’ın katında kimse şefaat edemeyecektir, fakat şunlar hariç; söz almış olanlar.

Baktığımız zaman her iki ayette genel kuralın kimsenin şefaat etmeyeceğidir. Fakat ikinci ayette bunun istisnaları olduğunu da ek olarak belirtiyor. Dilimize meşhur bir örnek olarak yerleşmiş bir vecize var: İstisnalar kaideyi bozmaz. İstisna olarak sayılı kişilere şefaat hakkı verilmesi genel kaideyi bozmuyor. Genel kaide neydi; her iki ayette de ilk başta ahirette kimseden şefaat kabul edilmeyecek diye başlıyordu. Yani sen cennete kabul edildin, fakat gördün ki annen, baban veya eşin cehenneme gidiyor, yalvarsan da senin şefaatin kabul edilmeyecek. Herkes hak ettiği yere gönderilecek. Evliya dahi olsa kimse kimseye yardım edemeyecek. Fakat istisna olarak bazı kişilere bir söz verilmiş. Kim olduğunu ayet söylemiyor.

Bu konuyu hâlâ anlamdıysanız şöyle bir örnekle açıklayayım. Bir havaalanına girdiniz ve bir tabela ile karşılaştınız. Tabelada diyor ki “Bütün yolcular bekleme salonunda oturmak zorundadır”. Biraz ileriye gittiniz başka bir tabela karşınıza çıktı: “Bütün yolcular bekleme salonunda oturmak zorundadır fakat üst düzey devlet yetkilileri VIP salonunda bekleyeceklerdir”. Şimdi burada ikinci tabela birinci tabela ile çelişir mi? Hayır çelişmez. Çünkü ikisinde de insanlar için genel bir kural hatırlatılarak giriş yapılmış fakat ikinci tabelada istisnai bir durum da ek olarak vurgulanmış. Bu istisnai durum genel kuralı bozmaz.

Demek ki ahirette şefaat var mı yok mu diye sorulursa ne diyeceğiz? Cevap; insanlar için şefaat normalde yok, fakat Rahman’ın huzurunda bazı kişilere izin verilecek. Zaten ayette de bundan başka bir şey söylemiyor.

Bazıları şefaatin adil olmayacağını iddia ediyor ama bu da yeterince düşünülmeden söylenmiş bir iddia. Çünkü şefaatin hangi kurallar dahilinde kullanılacağını bilmiyoruz ki. Örneğin hassas bir şekilde günahı ve sevabı belirlenmiş kişinin Cennet’e gitmesine bir adım kalmışsa ve oda yoksa böyle birine şefaat mantıksız olur mu? Bu benin kısa aklımla düşünebildiğim bir konu. Gerçekte ise hiç adaletsizlik olmayacağı gibi herşey üstün bir mantık dairesinde olacaktır.

Aslında bu basit mesele insanlara çözülmesi zor bir problem olarak gelmiş olmalı ki ateistlerden başka Müslümanlar arasında da devam ede gelen ahirette şefaat var mı yoksa yok mu diye bir tartışmayı başlatmış. İşte konunun açıklaması budur ve aslında gayet ortada net olan bir ayettir, yeter ki Kuran’a her türlü ön yargılarınızdan sıyrılarak bakmayı deneyin, gerçekleri hemen göreceksiniz.

Soru: Kur’an’da, neden Arabistan ve bölgesi dışında hiçbir yer hakkında atıfta bulunulmaz, bilgi verilmez? Kur’an’da neden Avustralya’daki kangurulara, Çin’deki pandalara, Afrika’daki Dragon Fruit meyvelerine veya avokadoya deginilmez? (Bu ağaçların boyu 120 metreye kadar ulaşabilir.) Neden dinazorlardan bahsedilmez de develerden bahsedilir?

Cevap:

İki madde ile cevaplayalım.

1- Kuran’ın kangurulardan, pandalardan, dinazorlardan bahsetmesi için öncelikle bu hayvanların Arapça’da bir kelime karşılığı olması gerekir. Arapçada o zamanda kanguruyu tanımlayacak bir kelime yoksa elbetteki olmayan kelimelerden bilinmeyen bir kavram oluşturmayacak. Kuran Arapça indiği için Arapça’da bulunan ve bilinen kelimelerle konuşacak.

2- Hadi diyelim ki Kuran, Dragon Fruit’ten bahsetti ve bu anlamsız kelimenin ne olduğunu ve meyvesinin nasıl olduğunu Kuran’ın ilk muhatapları bilmiyor. Bu meyveyi anmak kime ne yararı olurdu?

3- Peki bu meyvenin ismini hangi dilden söylemesini tercih ederdiniz? Çünkü bir meyve veya hayvan çoğu zaman farklı ülkelerde farklı bir kelime ile adlandırılır. Hadi muhataplarımız gibi bizde saçmalayalım, diyelim Kuran’a İngilizce olarak yazıldı. İngilizce bir kelimeyi Kuran’da görseniz imanınız mı artacaktı yoksa herşeye bir kulp taktığınız gibi buna da bir kulp takacak mıydınız?

4- Dünya üzerinde 2000 tür dinazor yaşadığı tahmin ediliyor, oysa Dünya üzerinde bugüne kadar yaşamış milyonlarca değişik tür var. Dinazorlar da bu canlılardan bazılarıdır. Canlılık açısından bütün türler hayat taşır ve doğadaki ekolojik zincirin bir parçasıdır.  Dinazorları,  eski çağlarda yaşayan ve henüz keşfedip ad bile koyamadığımız diğer canlılardan canlılık yönünden farklı kılan bir tarafları yok. Milyonlarca bilinmeyen tür içinde neden özellikle dinazorlardan bahsedilsin ki?

5- Kuran’ın apaçık olarak nitelendirilmesinin sebebi insanların bildikleri kavramlarla konuşmasıdır. Müteşabih ayetler (sonradan ortaya çıkacak bilimsel gerçekler) bile bilinen kavramlarla anlatılır. O yüzden bilinmeyen kavramları veya yüzyıllar sonra konulacak isimleri aramak veya Kuran’ın asıl işlevi olan adaleti ve doğru yolu gösterme işlevini bırakıp, değişik canlıları anlatmasını beklemek manasız bir beklenti olur. Bilimsel mucize olması açısından bu soruyu soruyorsanız, belirtmeliyim ki Kuran sınırsız sayıda mucize göstermez, gösterdiği bilimsel mucizeler ise yeterlidir.

6- Soru: Kuran neden bir sürü bilimsel gerçekten haber vermiş te dinazorlardan veya kutup ayılarından üstü kapalı olarak, mesela dev canavarlar veya beyaz ayılar olarak haber vermemiş? Cevap: Kuran’ın dinazorlardan veya bilinmesi mümkün olmayan bilgilerden haber vermesi tıpkı diğer mucizeleri gibi bir mucize olurdu. Fakat Kuran sınırsız sayıda bizim keyfimiz yerine gelip tamam tatmin oldum diyene kadar mucize göstermez. Aklını kullanan insanlara yetecek kadar belki birkaç on tane mucize gösterir. Kuran, Meydan Larousse ansiklopedisi değildir. Amacı, kütüphanelerce bilimsel ve tarihi bilgiler vermek te değildir.

7- Kuran’ın ilk muhataplarının anladığı kelimeler kullanması, onun ilk muhatapları ve İslam’ın çekirdeği olan bu insanlar tarafından kolay anlaşılmasını sağladı dedik. Fakat bu demek değildir ki Kuran sonraki insanlara kapalı bir kitap olmuştur. Çünkü bizler o günün toplumunun bilgi seviyesinin üstünde olduğumuz için onlara inen her ayeti anlayabiliyoruz fakat o günün insanına bugünün anlayacağı bilgilerden bahsederseniz mantıklı bir iş yapmamış olursunuz. Kuran en ilkel insanın da en alim insanın da kendine göre yüzeysel veya derin manalarla anlayacağı bir kitaptır. Bugünün insanı, Kuran’daki bilimsel mucizeleri görüp hayret etmektedir. Bilimsel mucizeler de müteşabih ayetlerdir ve o günün insanı için değil, bilim çağı insanları için kitaba konulmuştur. Dolayısıyla böyle bilimsel gerçekleri ihtiva eden ve evrensel kuralları, yaşanan olaylar üzerinden örneklendirerek anlatmak bir üslubu olan Kuran’a sırf en düşük bilgi seviyesindeki insanların da kolaylıkla anlayabileceği dil kullanılarak inmiş diye tarihseldir denemez. Kuran mesajını ve evrensel öğütlerini tüm çağlara dersler verecek şekilde sunar.

Burada sunduğumuz maddeler özetle:

1- Kuran Arapça olarak inmiştir, Arapça kelimelerle konuşur

2- Bir canlıyı canlılık yönünden diğerlerinden üstün kılan bir özellik yok, o yüzden Kuran timsahtan bahsetmediği gibi T. Rex denilen dinazordan da tabiki bahsetmez.

3- Kuran’ın amacı irşaddır, insanları irşad edecek veya gelecek insanlara mucize olacak bazı bilgiler içerir.

4- Kuran Wikipedia ansiklopedisi değildir. Her aradığınızı bulamazsınız. Fakat her bilim dalından bazı örnekler verir.

5- Kuran o zamanın insanlarının anlayacağı dilden dersler verir ama verdiği dersler evrenseldir, zaman üstüdür, her zamanda çıkarılabilecek öğüt ve dersler içerir, emir ve yasaklar içerir. Zaten 1400 yıl sonra gelecek insanların anlayabileceği mucizeler göstermesi de bunu gösterir.

Bunu 50. soruda farklı sözlerle yine sormuştu ama yine cevaplayalım:

Bu ayette Allah ve melekleri Hz. Muhammed'e salat ettikleri için T"Tanrılaşıyor" gibi mübalağalı bir sözle ifade etmişler. Üstelik çokça ayette Hz. Muhammed'in sizler gibi bir insan olduğunu söylemesine ve hayatı hep tevazu ve kullukla geçmesine rağmen. O halde anlamadıkları salat konusunu öğretelim:

Ahzab 56: “Kuşkusuz Allah ve melekleri, Nebi’ye salat ederler. Ey iman edenler! Siz de O’na salat edin. Tam bir bağlılıkla salat edin.”

Genelde imanı çalan sorulara cevap vermeye çalışıyorum. Amele dayalı veya ilmihal meselelerine şu an için pek girmiyorum. Fakat bir mesele var ki Müslümanların 1400 yıldır bildiklerinin yanlış olduğunu ve sanki daha yeni işin doğrusu anlaşılmış havası veren bazı kişilerin, yaptıkları yanlışı acil olarak düzeltmek gerektiğini fark ettim. Çünkü Kuran’da namaz olmadığını iddia eden bu kişilerin yeterince analiz edilmeyen fikirlerinden sonra, Cuma’dan Cuma’ya secde yapan insanların, bu secdelerini bile hayatlarından çıkardıklarını gördüm. Birçok insan ise bu konuda yeterli bir açıklama yapılmadığı için şaşkın hissediyorlar ve dinin temel emri olan Salat’ın namazla alakası olmadığını düşünmeye başladılar. O halde bu yazıda bu meselenin neresinde kavram karmaşası çıkarılmaya çalışıldığını göstermek istiyorum.

Kuran’ın ilk suresi olan Alak suresinden başlayıp son suresi olan Tevbe suresine kadar çokça tekrar edilen bir kelimedir salat. Bu anlamda dinin direği olduğu zaten Kuran’da her fırsatta vurgulanmasından belli oluyor.

Öncelikle Türk’lerin namaz dediği kelime Farsçadan gelmektedir. Sonuna “kılmak” kelimesini de Türkler ekleyince namaz kılmak kelimesi veya deyimi doğmuş. Araplar namaz demez salat derler. Salat Kuran’da çok sayıda ayette geçer. Bir Arap dilbilimcisi ve ilk dönem lügat müelliflerinden Halil b. Ahmet (ö.175/791) “salât/ ”صلاة kavramı ile ilgili açıklamalarını “/صلوs-l-v” maddesi altında yapmakta ve kelimenin kökeni ve hangi dilden geldiği konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir. Sözcüğün sonundaki ‘elif’in aslında ‘vav’ olduğunu belirten müellif, kelimenin çoğulunun “/صلواتsalavât”, tesniye halinin de “/صلوانsalavân” şeklinde geldiğini belirtmekte ve sonu “ye” ile biten “/صليs-l-y” ve türevlerinin ise “ateş ve kızartma” gibi manalarına geldiğini söylemektedir (Bkz: Okumuş, M. (2004). Semantik ve Analitik Açıdan Kur’an’da “Salat” Kavramı. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 3(6), 1-30.)

Salat’ın aslında temelde bir tane ana anlamı olduğu halde kullanıldığı yere göre o anlama yakın yan anlamlarda kazanır. Aslında bu durum sadece salat kelimesine özgü değildir. Çok kişilerin bildiği bir örnek verelim; Darabe sözcüğü vurmak anlamında olduğu halde yola topuk vurmak anlamı da zamanla kazandığı için yola çıkmak anlamında da kullanılır. Kısaca darabe kelimesinin asıl anlamı vurmak iken, darabe kelimesi yola çıkmak anlamında özel olarak kullanılır. Fakat darabe gördüğünüz her yerde yola çıkmak olduğunu iddia ederseniz yanlış yaparsınız. Arapça veya Türkçe bunun gibi sayısız örnekle doludur. Arapça’da salat kelimesinin tek olarak asıl anlamı “bağ kurmak” olarak çevrilmektedir. Bu anlamdan doğan yan anlamlar ise cümlenin anlamına göre “yardım etmek, destek olmak, meyletmek, alaka kurmak, sahiplenmek, ilgilenmek ” anlamlarını içerir. Fakat bunları barındıran asıl anlamı “bağ kurmak”tır.

Kelimenin geçmişine baktığımız zaman SLT kelimesi Sami dillerinde de vardır. Arapça ile aynı guruptaki dillerde de vardır. Eski çağlarda insanlar evlerini yüksek ulaşılması zor olan yerlere yaparlardı. Bu evlere ulaşabilmek için katlanabilir merdivenler kullanırlardı. Evden dışarı çıkan biri bu merdiveni açar aşağı iner ve işine giderdi geri döndüğünde de aşağıda bulunan bir yükseltinin üzerine çıkıp yukarı seslenir ve merdivenin indirilmesini isterdi. Yukarıdakiler de onu tanır ve merdiveni sarkıtarak yukarı çıkmasını sağlarlardı. İşte bu seslenmenin adı SLT dir. http://www.akevler.org/AkevlerMakaleler/582/CokOk/10316/Sam-Adian/EKIMUS-SALAT—Namaz-bir-Rituel-midir

Yine Araplarda önde giden atı izleyen arkadaki ata “sallâ” ve “musallî” denmekte idi. Bu yönüyle arkadaki atın öndeki ata bağlı olduğu, bağ kurduğu ifade edilirdi. (Bkz: Fîruzâbâdî, el-Kamûsu’l-muhît, c. I, s. 1681; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. XIV, s. 465.)

Yani kısaca Namazı tanımlamak için SLT kelimesi boşuna seçilmemiştir. SLT ayetlerine baktığımız zaman ise, hemen hemen bu kelimenin anlamını ihtiva eden her detayı açıklıkla görmek mümkündür.

Ahzab 56: “Kuşkusuz Allah ve melekleri, Nebi’ye salat ederler. Ey iman edenler! Siz de O’na salat edin. Tam bir bağlılıkla salat edin.” Ayetinde bu anlamları net görebiliriz. Burada Allah’ın Resulüne yönelme, yardım etme anlamlarıyla beraber, asıl anlam olarak O’nunla bağ kurma, alaka kurma anlamı görülüyor. Yani Kuran’da geçen her salatın namaz olmadığı zaten eskiden beri bilinen bir gerçektir, kimsenin yeni ortaya çıkardığı bir şey değildir.

Kuran'da böyle bir şey yazmaz. Kuran'da yazan, Hz. Muhammed'in içten içe Kabe'nin kıble olması için istekte bulunduğu ve çeşitli şartlar oluşup zamanı geldiğinde Allah'ın esas kıble olan Kabe'ye dönülmesi emrini verdiğidir. Yahudilerin bu duruma bozulacağı biliniyordu fakat Allah Yahudilerin gönlünü razı etmeye çalışmaz. Yani bu iddia Kuran'a dayanan bir iddia değil ve tarihi gerçekleri bile yansıtmıyor.

Aslında arada bir meal okumuş çok ilmi olmayan bir kimse bile bu sorunun gerçekleri yansıtmadığını hemen anlar. Fakat sözde Kuran’ı 3.897.659 defa bitirdiğini iddia eden bazı ergen ruhlu ateist arkadaşların nedense Kuran’dan haberi yok ki bu soruyla akılları karıştırmak istiyorlar ve bilgisiz gençler üstünde maalesef başarılı olabiliyorlar.

Cennet ayetlerinde kadınlar ve erkekler ayrı ayrı anılır

Öncelikle 69# numaralı “KURAN’DA KADINLARA CENNET VAAD EDİLMİYORMUŞ (!)” isimli yazımızı sitemizden okursanız, Cennet ayetlerinde mümin erkekler ve mümin kadınların ayrı ayrı zikredildiğini göstermiştik. Örneğin Bkz: Mümin suresi. 40, Nisa suresi 124, Tevbe Suresi 72, Nahl suresi 97, Ahzab Suresi 35, Ahzab Suresi 73, Hadid Suresi 12, Hadid Suresi 18, Ali imran Suresi 195 gibi.

Fakat beş ayetinde ise müminlerin orada güzel kadın eşleri olacağından bahsediyor. O bazı ateistlerde diyor ki Kuran baştan aşağıya hurileri anlatıyor, hep erkeklere anlatmış, kadınlara hiçbir şey yok (!).

Yepyeni bir yaratılışla muhteşem tekrar yaratılan kadınlar

Öncelikle Kuran’da onlarca Cennet’i anlatan ayetler vardır, beş tanesinde ise eşlerden veya Hurilerden bahsedilir. Fakat bu ayetlerde de erkekleri gözetip kadınları gözetmeme durumu diye bir şey yok, çünkü Dünya kadınlarının da orada yepyeni bir güzellikle yaratılarak erkeklerle eşleşecekleri için o eşlerden ve hurilerden bahseden ayetler zaten Dünya kadınlarıdır ve her iki cinsiyete da eşit müjde veren ayetlerdir. Bakın Cennet’te kadınların mükâfatı neymiş:

Vakıa 35-37: “Biz (oradaki) kadınları da yeniden bir güzel inşa’ etmişiz, Onları bakireler (el değmemiş bekarlar) yapmışızdır. Hep yaşıt (denk) sevgilidirler.”

Evet Dünya’da iki sevgili nasıl birbirlerinden ünsiyet duymada eşitlerse ahirette de kadınlar ve erkekler birbirlerine yaşıt ve denk sevgililer olacak.

Şimdi sadece erkeklere eşler vaad edildiği düşünülen ayetlere bakalım ve bu ayetlerin aslında her iki cinsiyet için müjdeler içeren ayetler olduğunu gösterelim. Bu ayetler erkeklere hitap edilerek söyleniyor evet, ama Arap dil kaidelerine göre inen Kuran’ın genel üslubudur bu üslup. Genel olarak kavmin erkeklerine hitap edilerek konuşulur ama emirler ve yasaklar kadın ve erkek herkes içindir. Bu durumu sitemizde 160# nolu yazımızda detaylı açıklamıştık.

Cennet kadınları Cennet erkekleri ile eşleşir ve eşit sevgilileridir

Kuran’da belirtilen bu beş ayette de erkeklere hitap edilerek (veya öyle biliniyor) eşler verileceği söylenir ama yukarıdaki Vakıa 35 ve Nebe 33 ayetlerine göre Cennet kadınları Cennet erkeklerinin yaşıt ve eşit (denk) sevgilileridir. Öyleyse o beş ayette müminlerle eşleştirilecek olan kadınlar (ve muhtemelen huriler) bu Dünya’nın kadınlarıdır. Kuran Dünya kadınlarından başka bir kadından veya huriden bahsetmiyor. Evet, huriler de bu Dünya’nın kadınları olsa gerek, çünkü Cennet’e sınav olmadan, Allah dostu olduğunu ispat etmeden giren insanların olması Cennet’in mantığına ters. Huri denilen kadınlar da Dünya kadınlarının Cennet’te üstün derecelere kavuşmuş olanları olması mümkün ve bu bana daha kuvvetli ihtimal olarak görünüyor.

İlgili ayetlere bakalım

Bakara 25: “İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine ait olduğunu müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıklarında: “Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir” derler ve o rızık birbirinin benzeri olmak üzere, kendilerine sunulacak. Orada çok temiz eşler de onların. Hem onlar orada ebedî kalacaklar.”

Rahman 70-72: “İçlerinde güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar vardır. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Otağlar içinde sahiplerine tahsis edilmiş hûriler vardır.

Saffat 48: “Yanlarında da bakışlarını yalnızca kendilerine çevirmiş iri gözlüler vardır.”

Vakıa 22-24: “İri gözlü hûriler, Saklı inciler gibi, Yaptıklarına karşılık olarak.”

Nebe 31-35: “Erdemliler için kurtuluş vardır. Bağlar, bahçeler. Genç ve yaşıt eşler. Dolu kadehler. Orada ne bir boş söz ne de bir yalan işitmezler.”

Özetle

  1. Kuran’da çok sayıda geçen Cennet nimetlerinde hep mümin kadınlar ve mümin erkekler diye her iki cinsiyette ayrı ayrı belirtilir.
  2. Onlarca ayetteki nimetler her iki cinsiyet için ortaktır.
  3. Beş ayette ise erkeklere hitap edilerek eşler verileceği, eşleştirilecekleri söylenir ki bu yaşıt eşlerin yeni bir yaratılışla tekrar yaratılan kadınlar olduğu Vakıa 35 ayetinde belirtilmiş. O halde erkeklere hitap edilerek gelen bu tüm ayetler, her iki cinsiyete eşit bir müjde vermektedir. Her iki cinsiyetin Cennet’te eşit sevgililer olacağını aynı yaşta bulunacaklarını söylemektedir.
  4. Yine kadınlara özel olarak onların Cennet’te çok güzel ve bekâr yani el değmemiş olarak tekrar yepyeni ve Cennet’e layık muhteşem bir yaratılışla yaratılacaklarını söyler ki böyle bir ifade ve güzellik tasvirleri erkekler için kullanılmamıştır. (Ama tabiki erkek kadın hepsi güzel yaratılacaktır.)
  5. Ayrıca 70 bin huri söylemleri Kuran eksenli değildir. Cennet’te çok eşlilik olduğu bile Kuran’da geçmez. Çok eşlilik olsaydı Âdem (a.s.) Cennet’te çok eşli olurdu. Demek ki Cennet’in zevkleri sadece eşlerle sınırlı değil ve çok eşliliğe gerek yoktu. Cennet ayetlerinde Müslümanlara çoğul olarak hitap ettiği için karşılığında çoğul olarak eşler kelimesi kullanılır. Yani eşler kelimesinin çoğul kullanılması çok eşlilik olduğu anlamına gelmez.
  6. Ayrıca bazı ayetlerde Cennettekilerin altın bilezikler ve inciler takacağı geçer ki bunlar erkekler için değil kadınlar için gelen ödüller gibi duruyor (Hac 23).
  7. Kadınların yeni bir yaratılışla bakireler (el değmemiş bekârlar) olarak yeniden yaratılması demek, onların yepyeni olarak her şeye sıfırdan başlayacakları, ne bir cin ne de bir insanın daha önce dokunmadığı yepyeni eşsiz bir güzellikle yani bekâr genç kızlar olarak Cennet’e girecekleri demektir. Sonsuza kadar bekâr kalacaklar demek değildir. İlk yaratılıştaki bekârlıktır, sonsuz bir bekârlık değildir.

iddia saçma olmuş biraz, hayvanların insanlara yararından ve nimet oluşundan bahsediyor. Evrim konusu bu soruyla alakasız düşmüş, daha önce neden evrim geçmiyor diye sormuştu ki zaten Bkz: soru 53

Bu soruyu da daha önce birkaç şekilde sormuştu. Aynı cevabı verelim:

Kuran-ı kerimde bazı ayetlerde Allah’ın kanunu değişmez dediği halde bir ayetinde ise “Biz bir âyet nesheder, yürürlükten kaldırırsak veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya benzerini vahy ile getiririz” diyor. Bu ayetler çelişiyor mu?

Cevap: Çelişki yok. Önce ayetlere bakalım.

Fatır 43: “Çünkü onlar yeryüzünde büyüklük taslıyor ve kötü tuzaklar kuruyorlardı. Hâlbuki kişi kazdığı kuyuya kendi düşer. Onlar öncekilerin kanunundan (onlara uygulanandan) başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın sünnetinde (kanununda) asla bir değişme bulamazsın, Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın.”

Bu ayette Allah kötülük kuranların kendi kurdukları tuzağa düşmesi kaçınılmazdır. Bu benim hiç değişmeyen bir sünnetimdir (kanunumdur) diyor. Amenna.

Enam 34: “Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah’ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi.”

Bu ayette de değişmeyen bir kanunundan haber veriyor. Diyor ki elçilerimiz yalanlanmalarına sabır gösterirse mutlaka onlara yardımımız gelir.

Demek ki Allah’ın hangi durum için ne türlü bir kanun koyacağı veya uygulayacağı bellidir. Peki insanların durumu değişirse ne olacak?

Örneğin; çalıştığınız gıda üreticisi bir işyeri, gıda paketlemedeki çalışanlarına eldiven takması kuralını getiriyor. Gıda kolilerini depoya götürenlere ise kafalarına baret takması zorunluluğu var. Yani iki farklı durum için iki farklı kural var. Şimdi gıda bölümünden depo bölümüne geçen bir işçi için kurallar değişecektir. Fakat şirketin kendisi için kurallar değişmemiştir. Yani A durumu için B kuralı ve C durumu için ise D kuralı. Şirket bu kuralı hiç değiştirmiyor.

Allah’ın kuralları da böyledir. A durumu için B kuralı ve C durumu için ise D kuralı sürekli işler. Sizin durumunuz A’dan B’ye değişirse Allah’ın sizin hakkınızda da C kuralı değil D kuralı geçerli olur.

Bakara 106: “Biz bir âyet nesheder, yürürlükten kaldırırsak veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya benzerini vahy ile getiririz. Allah’ın gücünün kudretinin her şeye yettiğini, her türlü düzenlemeyi yaptığını bilmiyor musun?”

Topluluklar için indirdiği kurallarda böyledir.

Bu yüzdendir ki Rad 11 ayetinde “ Bir topluluk kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” buyurulur.

Yine bundan dolayıdır ki Ali İmran 50’de “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim ve Rabbiniz tarafından size bir mucize de getirdim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”

buyrularak insanlığın şartları değiştiğinden dolayı hükümlerin de değiştiği beyan edilir. Hz. Muhammed’den önce insanlık çok dağınık ve kültürler arası dev farklar olduğundan değişik kanunlar gerekmişse de Hz. Muhammed ümmeti zamanında Dünya insanları daha çok birbirleriyle temaslar kurup birbirlerine gitgide daha çok benzediğinden dolayı kıyamete kadar tek bir hüküm (Kuran-ı Kerim) yeterli olmuştur.

Bir kuralın kaldırılıp yerine başka bir kural getirilmesine “Nesh” denir. Kuran’da pek örneği yoktur ama en meşhur örnek olarak, şu ayeti verirler:

Enfal 65: “Ey Peygamber, mü’minleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlub edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur.”

Enfal 66: “Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za’f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle beraberdir.”

Bu iki ayet başta sanki kuralın değişmiş olduğu gibi görünüyor. Ama yukarıda anlattığımız gibi Allah’ın kuralı hep aynı. Yani eğer inanır motive olursanız siz kendinizden on kat fazla orduyu yenersiniz, fakat eğer zaaf gösterirseniz ancak iki katı kadar bir orduya galip gelebilirsiniz. Yani Allah’ın kuralı değişmiyor. Değişen sadece insanın durumudur ve Allah’ın her iki hükmü de her iki durum için geçerlidir. Yani sahabeler tekrar motive olurlarsa tekrar on katı kadar bir orduyu yenebilirler demektir. Bundan dolayı Kuran’da bir ayetin gelip başka bir ayeti iptal etmesi durumu yoktur. Farklı durumlar için konulmuş farklı hükümler vardır.

Yine Peygamberle gizli konuşmadan önce sadak verin ayetinde de herhangi bir hükmün kaldırılması yoktur.

Mücadele 12: “Ey iman edenler, Peygamber’e gizli bir şey arzedeceğiniz zaman, gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet (buna imkan) bulamazsanız, artık şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Mücadele 13: “Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermekten ürktünüz mü? Çünkü yapmadınız, Allah sizin tevbelerinizi kabul etti. Şu halde namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah’a ve O’nun Resûlü’ne itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”

Birinci ayette sadaka verin eğer vermeye gücünüz yetmezse Allah bunu sizden affeder deniliyor. İkinci ayette ise sadaka vermekten ürküpte vermeyenler tevbe ettiği için tevbelerinin kabul olunduğu söyleniyor. Fakat sadaka verin hükmü kalkmıyor, yine aynen devam ediyor.

Başka bir örnek olarak içki ayetlerine bakarsak,

Bakara 219: “ Sana hamrı (sarhoşluk veren maddeleri) ve kumarı soruyorlar. De ki her ikisinde büyük bir ism (günah, zarar) ve insanlar için bazı yararlar vardır. Ama bunlardaki ism yararlarından büyüktür. (Hayra) neyi harcayacaklarını da soruyorlar. De ki: Artanı! (sizi sıkıntıya düşürmeyecek kadarını). Allah, âyetlerini size böyle açıklar ki düşünesiniz

Nisa 43: “Ey îmân edenler! Sarhoş olduğunuz zaman ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp olduğunuz zaman da eğer yolcu değilseniz, gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın.”

Maide 90-91: “Ey îmân edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen fal okları hep şeytanın işinden birer pisliktir, ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan, içki ve kumarla, aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz, değil mi?”

Bakara 129’da sadece içki değil aklı baştan alan her türlü madde nin günah olduğu fakat bunun yanında bazı yararlarının da olabileceği belirtiliyor. Nitekim bugün alkol dezenfektan olarak yaygınca kullanılmaktadır. Alkolün demek ki sadece içilmesi yasaklanmış diğer amaçlar için kullanılması yasaklanmamış.

Maide 90’da içkinin şeytan işi olması ve içilmemesi gerektiği bahsediliyor. Bırakılması isteniyor. Buna rağmen içen olursa namaza yaklaşmaması Nisa 43’te emrediliyor. Yani ayetlerin birbirinin hükmünü kaldırır bir tarafı yok. Baştan beri belirttiğimiz gibi farklı durumlar için farklı hükümler var.

Özetle: Allah’ın farklı durumlar için koyduğu farklı hükümler vardır. Allah’ın bu kuralları değişmez fakat insanların durumları değişirse, o durum için bir ayetin hükmü kalkar ve bir diğer ayetin hükmü yürürlüğe girer. Önceki şartlar geri gelirse bu sefer önceki ayetin hükmü geçerli olur. Bu sebeplerden dolayı, Kuran’da birbirini iptal eden ayetler yoktur, farklı durumlarda birbirinin yerine geçen ayetler vardır. Nesh kavramı budur.

Mücadele 12-13: “Ey iman edenler! Peygamber ile gizli bir şey konuşacağınız zaman, bu konuşmanızdan önce bir sadaka veriniz. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet bir şey bulamazsanız, bilin ki Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”

“Gizli bir şey konuşmanızdan önce sadakalar vermekten çekindiniz mi? Bunu yapmadığınıza ve Allah da sizi affettiğine göre artık namazı kılın, zekâtı verin Allah’a ve Resulüne itaat edin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”

Cevap: Facebook’un sahibi Mark Zuckenberg 500 milyar dolara sahip olduğu halde ve Dünya’nın en zenginlerinden olduğu halde bir ara kendisine Facebook’tan direk mesaj gönderme ücreti olarak 100 dolar belirlendi. Evet yanlış duymadınız adama mesaj göndermek bile 100 dolar. Üstelik bazı meşhur kişilere direk mesaj gönderme ücreti olarak ta 100 dolar aldı facebook.

Kaynak: https://webrazzi.com/2013/01/11/facebookta-zuckerberge-ozel-mesaj-gondermek-100-dolar/

Peki facebook bunu neden yapıyor? Cevabı basit aslında. Meşhur ve tanınmış kişilerle gevezelik etmeyi herkes ister. Oysa onlar herkese yetişemezler.

  1. O halde maddi bir fedakârlık beklenen bir samimiyet testi yapılırsa sadece gerçekten önemli bir mesele görüşmek isteyenler bu parayı verip görüşmek isteyeceklerdir. Böylece talep gören kişinin yükü hafifleyecektir.
  2. Bu görüşme ücretsiz ve öylesine gönderilmiş bir mesajdan ibaret kalmayacak, görüşmek isteyen kişi için bir değer arz edecektir.
  3. Gereksiz sorular ve mesajlar azalacak böylece gerekli mesajlar ön plana çıkacaktır.

Peygamberle görüşmeden önce verilen sadaka da bu amacı taşımaktadır. İnsanoğlunun 21. yüzyılda bile belki yeni fark ettiği önemli bir samimiyet testini Allah Kuran’a koyarak her daim herşeyin en güzelini yaptığını göstermiştir.

Fakat arada bazı ciddi farklar da var. Örneğin

  1. Mark Zuckenberg bu görüşme ücretlerini cebe indirirken, Kuran-ı Kerim, paraları Hz. Muhammed’e değil sadaka olarak fakirlere verilmesini istemiştir.
  2. Facebook’ta bu görüşmeler için paranız yoksa buyur sende gönder denilmezken, Kuran verecek parayı bulamayanları affettiğini yani bu kuralın dışında tuttuğunu belirtir.
  3. Bu para sadaka olduğu için, sadaka verenin kalbinde bir yumuşama olacak, böylece olumsuz şeyler konuşacaksa bile dozunu azaltacaktır.

Hatta doğru uygulama bu olmasına rağmen sadaka vermek kendisine zor gelip te vermek istemeyenlere de zor gelen bir yük yüklemez, affeder Kuran. Fakat yine de doğrusu şudur der. Kısaca bu iş takva işi. Parası olup sadakasını vermek isteyenler verir, vermek istemeyenler vermez, bundan dolayı kınanmazlar ama takva ciheti ile doğrusunu yapanlar kendilerini Allah katında daha kıymetli yapan insanlardır.

Bakara 273: “Sadakalar, kendilerini Allah yolunda hizmete adamış fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşıp hayatlarını kazanmaya fırsat bulamazlar. Onların hallerini bilmeyen kimse, istemekten çekindikleri için, onları zengin sanır. Ey Habibim, sen onları yüzlerinden tanırsın. Yoksa onlar insanlardan ısrarla bir şey istemezler. Ve siz her ne bağışta bulunursanız, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilir.

Ayrıca burada bir ayetin diğerinin hükmünü kaldırması söz konusu değil. Her iki durum için, her iki hüküm de geçerlidir. Yani sadaka vermek gerekir, fakat vermek istemeyenler de sorumlu tutulmaz. Bunu daha önce açıklamıştım, şu adreste bulabilirsiniz:

Rabb'inizin bağışlamasına ve muttakiler için hazırlanmış, yer ile gök arası kadar geniş olan Cennet için yarışın.

Ali İmran 133: "Rabbinizin affına mazhar olmak ve sakınanlar için hazırlanan gökler ve yer kadar geniş bir cennete ulaşmak için birbirinizle yarışınız."

Hadid 21: "O halde Rabbinizin affı ve cenneti için yarışınız! Allah'a ve peygamberlerine inananlar için hazırlanan bu cennetin eni, gök ve yer genişliğindedir. Bu, Allah'ın hak edene vereceği bir lütuftur. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir."

Bu ayetlerin neresinde çelişki var, görebilene aşk olsun.

Bu soruyu da daha önce açık olmayan 45. soruda sormuştu. Cevaplayalım:

FUSSİLET

  1. De ki: “Gerçekten siz, arzı iki günde halkedeni mi inkâr ediyorsunuz? Ve O’na eşler mi kılıyorsunuz? İşte O, âlemlerin Rabbidir.”
  2. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti.
  3. Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler.
  4. Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, azîz, alîm Allah’ın takdiridir. halaka

BAKARA

29 –  O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir. halaka

Fakat şu surede ise göklerden sonra yerin düzenlenmesine geçildiği söyleniyor. Bunun izahı nedir?

NAZİAT

27 – Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? Onu Allah bina etti.

28 – Tavanını yükseltti, onu bir düzene koydu.

29 – Gecesini kararttı, kuşluğunu çıkardı.

30 – Bundan sonra da yeryüzünü döşedi. dehâ-hâ

Cevap: İnsanların gökler ve yerlerle ilgili ayetleri karıştırmasının en büyük nedeni gökler tabirinin sadece uzay için kullanıldığını sanmasından kaynaklanır. Daha önce bir paylaşımımızda Kuran’da gökler tabirinin gökyüzüne baktığımız zaman bütün görünenler için kullanıldığını, çünkü Kuran’ın indiği devirde insanların atmosfer ve uzay diye bir ayrıma gitmediğini bahsetmiştik. Bundan dolayı Kuran’ın gökler derken bazen atmosferden haber verdiğini bazen tüm uzaydan haber verdiğini örnek ayetlerle açıkladık. Bu gerçek göz önünde tutulduğunda, buradaki gökler tabirlerinin atmosferimiz için kullanıldığı ayetlerin manasından anlaşılıyor.

İlk iki surede yerlerden bahsederken halaka kelimesi kullanılır. Halaka yaratmak demektir. Yani burada yerlerin yaratılışının atmosferin yaratılışından önce olduğunu belirtir ki bunu “Göğü düşmekten koruyoruz” ayetinin açıklamasında paylaşmıştım ve bilimin de aynen böyle dediğini belirtmiştim.

Fakat çelişki varmış gibi görülen sonraki Naziat suresinde ise halaka değil dehâ-hâ kelimesi kullanılır. Yani bu ayette bahsedilen yaratma değil şeklinin düzenlenmesidir. Ayette “serip döşedi” olarak çevrilen “deha” kelimesi, yaymak anlamına gelen “dahv” kelime kökündendir. Dahv kelimesi, döşemek, düzeltmek anlamlarına gelse de, taşıdığı anlam bakımından basit bir döşeme fiili değildir. Çünkü bu kelimede, yuvarlak olarak düzeltmek, döşemek fiillerini tarif etmek için kullanılmaktadır.

Ayetin Arapça’sında geçen “dahv” kelimesinin köklerinden türetilen kelimeler “yuvarlaklık” ifade etmekte, “devekuşu yumurtası” gibi anlamlara gelmektedir. Yine bu kelimeyi deve kuşunun yumurtaları için yuva yapması ve yuvasını ayaklarıyla yayıp döşemesi için de kullanılır.

Ayet bu haliyle bize “atmosfer oluşturuldu, atmosfere şekli verildi ama yeryüzünün şeklini bir deve kuşu yumurtasına benzetmeye devam ediyoruz” veya “ Deve kuşunun yuvasını yayıp düzenlediği gibi yeryüzünü yayıp düzenliyoruz” anlamını veriyor. Yani göklerden sonra yeri yarattık değil, göklerden sonra yerin şeklini düzelttik anlamını verir. Bilim de bu aşamaları aynen Kuran’ın anlattığı gibi bize haber veriyor.

İnsanlık uzun bir müddet Dünya’yı tepsi gibi düz zannetti. Sonra Galileo ile birlikte küre şeklinde denilmeye başlandı. Sonra Dünya’nın tam küre olmadığı anlaşıldı. Yumurta şeklinde denildi. Çünkü Dünya üstlerden basık yanlardan ise şişkindi. Daha sonra yumurta şekli değil de geometrik ifade olan Geoid ifadesi kullanılmaya başlandı. Şu anda bilimin aktardığına göre Dünya ideal geoid biçimini almaya hâlâ devam ediyor. Yani henüz kusursuz bir geoid değil ama hâlâ çeşitli kuvvetlerin etkisi ile (yerçekimi, merkezkaç, rüzgârlar, sular, güneşin aşındırıcılığı) yeryüzü dehâ-hâ olmaya yani ideal geoid şeklini almaya devam ediyor.

Kısacası ilk ayetlerde yaratılış olarak yeryüzünün önce yaratılması, sonraki ayette ise yeryüzüne şeklinin verilmesinden bahseder ki bilim de bize aynen bu durumu haber veriyor. Şimdi bu çelişki zannedilen ayetlerde kaç tane mucize gördük sayın bakalım.

  1. Önce yeryüzünün ve sonra ise atmosferin yaratılması
  2. Yeryüzünün yaratılışından sonra şeklinin düzenlenmeye devam edilmesi
  3. Yeryüzünün bir yumurta biçimine dönüştürülüyor olması.

dd5.jpg

Kadının sık sık boşanıp evliliğin oyun haline dönüştürülmesini engellemek için konulmuş bir tedbir olmasın sakın?

Daha önceki bir yazımda, Kuran’da geçen gökler kavramının bazen üstümüzde bulunan atmosferimizi bazen de tüm uzayı kast ettiğini örnekleriyle anlatmıştım. O yüzden o bahsi burada tekrar açmayacağım. İndirildiği zamandaki muhataplarının sade diliyle konuşarak herkese hitap eden Kuran, bu sadeliği içinde yine de gelecek asırlarda anlaşılabilecek çok önemli gizli gerçekler barındırıyor. Örneğin;

Yeryüzü bilimcilerine göre, yer kabuğu sadece katı materyalleri (6 ila 70 km) değil aynı zamanda hidrosferi (denizler, yerüstü ve yer altı suları) ve atmosferi de kapsamaktadır. Çünkü atmosfer de bu yer kabuğunun gaz kısmıdır ve üzerinde asılı durmaktadır ki kabukla bağlantısını da koparmamıştır. Sürekli etkileşim halindedirler. Kısacası atmosfere yer kabuğunun uçucu bileşenleri olarak bakarlar [1]

Bilim insanlarına göre ilk atmosfer volkan bacalarından çıkan metan ve amonyak ve karbondioksit gazlarıyla oluşmaya başladı. Yani ilk atmosfer Dünya’mız üzerinde tam bir duman perdesi idi. Daha sonraki devirlerde mikroorganizmaların ve bitkilerin fotosentez yapmasıyla birlikte karbondioksit seviyesi düşüp oksijen seviyesi yükselmeye başladı ve atmosfer bugünkü halini aldı. [2]

93161-004-C3C7AF97.jpg

Şekil 1: Volkan bacalarına bir örnek. Yeryüzünün ilk hali bu dumanlardan dolayı görünmeyecek seviyedeydi.

Atmosferin Dünyamız üzerinde yükselmesi gazların uçuculuğundan dolayıdır. Gazların uçup uzaya dağılmaması ise Dünya’nın yerçekimi etkisinden dolayıdır [3]. Hidrojen gibi hafif gazlar yerçekiminden daha kolay kurtulduğu için atmosferi oksijen gibi daha ağır gazlara terk ederler, bu ise yaşamın devamlılığını sağlar. Peki, Dünya’nın yerçekimi daha fazla olsaydı ne olurdu? Cevap: Gazlar yer kabuğundan ayrılamazdı yani hiç atmosfer oluşamazdı veya şu an olduğundan çok daha ince bir atmosfer olurdu. Yerçekimi daha az olsaydı, gazları yeterince tutamadığı için gazlar uzaya kaçacaktı ve yine çok ince ve yoğun olmayan bir atmosfer oluşacaktı. Bu durumda da şu anda Dünya’da yaşayan hayvanların yaşaması imkânsızdı.

Bu ön bilgiler ışığında şu ayetlerin harikalığına bir bakalım:

“Göğü de, kendi izni olmadıkça yerin üzerine düşmekten korur.” Hacc 65

Atmosferin yerin üzerine düşmemesinin nedeni Dünya’nın hafif kütle çekimi etkisi olduğunu söylemiştik. Yani daha ağır olsaydı atmosfer yer üzerine çökmüş olacaktı. Peki, 1450 sene önceki bir kitabın bugünün bilimine tıpatıp uymasını ve hiçbir bilimsel çelişki barındırmamasını ne ile izah edebilirsiniz? İnsanların dehası ile mi, yoksa o kitapta konuşanın âlemleri yaratan ile aynı olduğu gerçeği ile mi?

Devam edelim, şu ayete bakın:

“İnkâr edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” Enbiya 30

Bu ayet aynı zamanda big-bang patlamasıyla yerin ve uzayın ayrılmasına da uyuyor. Yani insana diyorki bir zamanlar üzerinde yaşadığınız yeryüzü ve uzay tek parça idi.  Kuran’ın mucize yönlerinden bir tanesi de bir cümle içinde çok hakikatleri barındırmasıdır, bu ayet hem evrenin hem atmosferin oluşumunu tek cümlede açıklıyor.

Buyurun bakalım bu mucize ayeti ne ile izah edeceksiniz? Devam edelim;

Dünya’da bulunan kütle çekimi gücünün etkisinden dolayı Dünya (ve diğer gezegenler) küremsi şekle sahiptir. Dünya’nın ve diğer gezegenlerin başka şekil almaları mümkün değildir. Yani bir gezegen bir yıldızdan koptuğunda eğri büğrü bir şekli varsa da zamanla ister istemez küremsi veya geoit olacaktır. İstese de istemese de şekli buna dönüşecektir. Yine atmosfer Dünya’nın kütle çekiminden dolayı istese de istemese de orada asılı kalacaktır. Çünkü fizik sabitleri hassas bir şekilde bu sonucu verecek şekilde ayarlıdır. Ne atmosferin uçuculuğu yerden kopmasını sağlayabilir, ne de yer kendine tamamen çekip onun oluşumunu engelleyebilir. Çok hassas ayarlarla atmosfer Dünya üzerinde dengede kalmıştır. Peki şu ayete bakalım:

Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de, “İsteyerek geldik” dediler. Fussilet 11

Daha önceden ilk atmosferimizin duman halinde olduğunu söylemiştik. Sonra fizik ve kimya sabitlerinin etkisi ile Dünya kaçınılmaz hali olan geoit halini almıştır. Yani burada üç harika gerçek var. Birincisi atmosferin ilk halinin duman olduğunun bildirilmesi, ikincisi ise “isteyerek veya istemeyerek” derken fizik sabitlerinin dünyayı ve atmosferi oluşturan gücünü göstermesi ve görevini vermesidir. Bilim insanları uzayda bulunan toz parçacıklarının statik elektrik yardımı ile birbirlerine yapıştığını ve kümeler oluşturduğunu ve bu kümelerin zamanla gezegenlere dönüştüğünü rapor etmişlerdir. Yani bu toz zerreleri kaçınılmaz olarak gezegenleri ve yıldızları oluştururlar. Üçüncüsü göklerin ve yerin sonradan bu hale dönüştürüldüğünün belirtilmesi.

Bütün bu harika ayetleri ne ile açıklayacaksınız. Buyurun hadi bakalım. Kuran meydan okuyor. Şimdi bize on tane çok garip gelecek bilimsel teoriler söyleyin, Söyledikleriniz yeni olsun ve şaşırtın bizi. Aradan 1450 sene sonra gelişen teknoloji ile anlayalım ki söylediklerinizin hepsi doğruymuş. İşte Kuran’ın nasıl bir meydan okuma yaptığını şimdi anlayabildiniz mi?

“Yoksa “onu (Kur’an’ı) uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi Allah’tan başka gücünüzün yettiklerini de (yardıma) çağırıp, siz de onun gibi uydurma on sûre getirin.” Eğer size (bu konuda) cevap veremedilerse, bilin ki o (Kur’an) ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Artık müslüman oluyor musunuz?” Hud 13-14

İnstagram: https://www.instagram.com/?hl=tr 

KAYNAKLAR

Cevap: Bir müddettir Nuh tufanı hakkında paylaşımlar dikkatimi çekiyordu. Üç büyük dinde belirtilmesine rağmen özellikle ateist arkadaşlarımın bu konu hakkında özel bir merakları olduğunu gördüm. Çünkü klasik görüşe göre Nuh tufanı küreseldi ve ateistlerin çoğunluğuna göre Dünya çapında bir tufan olması imkansızdı, çünkü Dünya’yı dağlarıyla beraber kaplayacak miktarda su Dünya’da yoktu ve tüm Dünya hayvanlarından birer çift toplamak mümkün değildi. Bu konu hakkında yerli ve yabancı kaynakları taramaya karar verdim, iki haftalık bir kaynak taramasından sonra elde ettiğim bilgileri sizinle paylaşmak istiyorum.

Büyük bir tufan esasında sadece üç büyük dinde değil, Kızılderililer, Çinliler, Hintliler, Avustralyalılar, Sümerler, Akadlar ve Babillilerin kayıtları da dahil birçok medeniyetin kayıtlarında büyük bir tufan yaşandığından bahsediyor. Fakat bazılarının bahsettiği tufan eğer Nuh tufanı ise bunların insanlar tarafından yazıya kaydedilmesi hemen olmayıp nesilden nesile hikayeleştirilerek aktarıldıktan sonra olduğu için, tek Tanrı’lı dinlerle aynı şekilde anlatmalarını beklemek mümkün değildir. Çünkü sözlü kültürün ve efsane anlatımının yaygın olduğu böyle medeniyetlerde her efsane anlatıcının kendinden bir şeyler katmaması ve insanlara çekici gelmesi için kendi mitlerini ve kahramanlarını ya da kendi pagan Tanrılarını gerçek olaya karıştırmamaları imkansızdır. Bu yüzden Nuh tufanı da mitolojik anlatılar içinde kaybolacak, benzer bazı noktalar kalsa da gerçekler çoğunlukla değiştirilecektir.

Sümerlerde Gılgamış destanı ve Nuh tufanı

Sümerlerdeki Gılgamış destanına göre;

Tufanın geleceğini bilen tanrılar, insan ırkının yok olması için, seslerini hiç çıkarmazlar. Çünkü, Tanrıların başındaki tanrı ‘Enlil’, insan ırkından hoşlanmaz, insanların inançsızlıkları, hakaretleri, Tanrılara değer vermeyişleri onu çileden çıkarmıştır. İnsanları bir tufanla yoketme kararı alan baş Tanrı Enlil, bütün Tanrılara, “insanlara yardım etmeyeceksiniz, tufanı hiçbiri öğrenmeyecek” diyerek, hepsine yemin ettirir. Yalnız, aralarından, kurnaz su tanrısı Enki (Ea), insan ırkını çok sevdiği için bir şekilde yardım etmek ister. Hemen dünyaya gider. Ziusudra’yı bulur. Kendisi, insanların girip (kiliselerdeki günah çıkarma odası gibi) Tanrılara dertlerini, günahlarını anlatıp rahatladıkları odaya girer. Ziusudraya kapıda beklemesini söyler. İçeride Enki, bağıra bağıra tufan olayını anlatır. Böylece yeminini bozmamış, insanlara birşey söylememiş olacaktır, ama kapıda bekleyen Ziusudra, Tanrının kendi kendine yaptığı bu konuşmayı duyarak herşeyi öğrenecektir. Enki tufan olayını bağıra çağıra anlatır, insanlara yardım edemeyeceği için üzgün olduğunu söyler. Yardım edebilseydi, insanların tufandan kurtulmak için neler yapmaları gerektiğini söyleyeceğini anlatır. Bu şekilde, Ziusudra’ya tufandan kurtulmak için neler yapması gerektiğini anlatmış olur. Tabii, kapıda bekleyen Ziusudra, herşeyi duyar ve hemen işe koyulur. Tanrısının verdiği talimatlara göre gemisini inşa eder, her canlıdan bir çift alır. Kendisine inananlarla birlikte (ki ailesi, hizmetçileri ve bir-iki arkadaşından başka kimse inanmaz) gemiye doluşurlar. Sular heryeri doldurur. Bütün şehirler suyla kaplanır, insanlar boğularak can verir. Olanları, dünyanın çevresinde dönen bir gemiden gören Tanrılar ağlarlar. Yarattıkları medeniyetin yokoluşunu izlemek onlara büyük acı verir. “Ne yaptık biz” diye dövünürler. Ziusudra ve yandaşları, sular çekilmeye başlayınca ortaya çıkan ilk kara parçasına çıkarlar. Bu kara parçası Tevrat’ta Ararat dağı, Kur’an’da Cudi dağı olarak geçer. Ancak “Cudi”, kelime anlamı, yüksek yer demektir. Yani muhtemelen dağın halk arasında bilinen ismi değildir. Hala yaşayan insanlar olduğunu gören Tanrı Enlil, hemen yanlarına gider. Tabii, ardından diğer Tanrılar da onu takip ederler. İlk başta sinirlenen Enlil’i, diğer Tanrılar sakinleştirirler. Bir anlaşma yapılır. Artık insanlar, Tanrılarına hürmet göstereceklerdir, karşılığında da Tanrıların koruması olacaktır.

Babillilerin Atarharis destanında da benzer mitolojik bir tufanı anlatılır.

Pagan mitlerinin doğası

Tabiki insanlar tarafından yazılan bu Sümer ve Babil mitiolojilerinin hayal gücünün ürünü olmaması ihtimali yok. Çünkü bahsettiğimiz gibi insanlar bir efsaneyi kulaktan kulağa aktarırken yüzyıllar içinde efsanenin şekli çok değişir. İnsanlar dinleyenleri şaşırtmak için ilgi çekici tarzda olayları anlatırlar. Özellikle putperest toplumlar mutlaka bu olayı kendi bildikleri Tanrı’larına nispet ederek aktarır. Yani bütün toplumlarda benzer bir tufanın anlatılması, böyle bir tufanın gerçekten yaşanmış olduğunu gösterirken her birinin anlatımında farklılıkların olması ise her toplumun bu tufana zamanla kendi mitlerini karıştırıldığını göstermektedir.

Tufanın büyüklüğü

Tufanın büyüklüğü ile ilgili olarak, geçen yüzyıl içinde Ninive’de yapılan kazılarda çıkan Asur kralı Asurbanipal’in kütüphanesi içindeki bir tablette yazılı olan şu ifade bize Nuh Tufanının ne kadar büyük ve dehşetli bir olay olduğunu gösterir:

“Tufan her şeyi silip süpürdükten sonra,

Ülkenin yıkılması tamamlandıktan sonra,

İnsanlık sonuna kadar dayandıktan sonra,

İnsanlığın tohumu korunduktan sonra,

Karabaşlı Sümer halkı kendisini yeniden kalkındırdıktan sonra,”

Yukarıdaki belgede yer alan “İnsanlığın tohumu korunduktan sonra” ifadeleri, Tufan olayının insanoğlunu ne kadar derinden etkilediğini çok açık bir şekilde gösteriyor.

Antik Yunanda tufan miti

Antik yunan efsanelerinde de hemen hemen aynı inanış farklı bir versiyonla şöyle anlatılır:

Kötüleşen insan soyunun yok olması için Zeus tufan göndermiş. Hesiedos tufandan bahsetmemektedir. Tufan Apollodoros’a göre tunç çağında, Ovidius’a ise demir çağında olmuştur. Zeus’un insan soyunu tufanla yok etmek istediğini öğrenen Prometheus, oğlu Deukalion’a bildimiş. Bunun üzerine Deukalion bir tekne yapmış, bütün gerekenleri de yanına alarak, karısıyla birlikte bu tekneye sığınmış.Bütün Yunanistan sular altında kalmış. Tekne dokuz gün dokuz gece sular üzerinde yüzdükten sonra Parnassos Dağı’nın tepesinde durmuş.

Nuh tufanına benzer bir anlatı başka bir kültürde olmasaydı?

En ilginç gerçeklerden biri şudur ki, Nuh tufanını inkâr etmek isteyen ateistler eğer tarihte Nuh tufanını veya benzeri bir olayı anlatan yazılı bir kayıt olmasaydı, bunu olayın olmamış olduğuna delil göstereceklerdi. Olsaydı bir yerlerde mitolojikte olsa kayıtlara düşerdi diyeceklerdi. Ama Sümer ve Babil kayıtları gibi Nuh tufanını mitolojik olarak anlatan efsaneler ortaya çıktıktan sonra, dinlerin bu olayı Sümerlerden almış olması gibi kanıtsız bahaneler sunmaya başladılar. Aslında Gılgamış destanı 1870’lerde Sümer tabletlerinin incelenmesi ile ortaya çıkarıldıktan sonra tüm Dünya’nın gözünde Nuh tufanı daha anlamlı hale gelmiştir ve tufanın bir kanıtı olarak görülmeye başlanmıştır.

tuff

Kuran’da Nuh tufanı, İncil ve Tevrattan farkı anlatılır

Batılılar Nuh tufanını M.Ö. 3.000 (bir papaz 2348 der) yıllarına tarihlendirdikleri ve kitaplarında tufanın küresel bir boyutta olduğu anlatıldığı için, eleştiriler hep bunları dikkate alarak yapılıyor. Sonra Türkiye’de bu Nuh tufanı meselesini yazanlara baktığımda onlarda, İncil ve Tevrat’a yönelik bu eleştirilerden çok etkilenmiş olacaklar ki aynı söylemlerle Kuran’ı eleştirmeye çalışmışlardır. Oysaki Kuran’ı eleştirmek için kullandıkları yöntem baştan hatalı olduğu için boşa kürek çekmiş olurlar. Çünkü Kuran’daki Nuh tufanı anlatımı İncil ve Tevrat’tan bazı yönleri ile ayrılmaktadır.

Bunlardan ilki tufanın bölgesel mi yoksa Dünya çapında mı olduğudur. İnsanlar eliyle defalarca yeniden yazılan Tevrat bu konuda suların tüm Dünya’yı kapladığı, bütün dağların görünmez olduğunu, bütün hayvanlardan birer veya birkaç çift gemiye bindirildiğini yazar. Oysa ki Kuran’da bu tür ifadelerin hiçbiri geçmez. O yüzden İslam âlimleri arasında da tufanın bölgesel mi yoksa Dünya çapında mı olduğu tartışma konusu olmuştur. Oysaki Tevrat’tan öğrenilen bilgileri bir yana bırakıp ilk defa Kuran’ı tahlil eden birinin gözü ile bakarsak durumun açık olduğunu göreceğiz. Şöyle ki; Kuran’da Nuh’un kendi kavmine gönderildiğini açıklar. Zaten eski Dünya’da birbirinden çok kopuk halklar vardı ve peygamberler tebliğ görevini ancak sınırlı bir topluluk üzerinde icra edebiliyorlardı.

Hud 25: “Ve andolsun ki; Nuh’u kendi kavmine gönderdik.” 

Araf 64: “Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.”

Ayetten, Nuh’u görüp yalanlayan bir kavmin, yani bir veya birkaç şehrin tufana maruz kaldığı anlaşılıyor. Araf 64’te de ayetlerimizi yalan sayanlar denerek Nuh’un görüştüğü kişilerin boğulduğu anlaşılıyor. Eğer tüm insanlık dar bir alanda yaşıyor ise ancak o zaman küresel bir tufanın mantığı da olabilirdi.

Sonra şu ayete bakalım;

Kasas 59: “Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir elçiyi memleketlerin merkezine göndermedikçe, o memleketleri helâk edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.”

Değerlendirme

Öyleyse Kuran’a göre düşündüğümüzde şu iki şıktan biri karşımıza çıkıyor; ya tufanın tüm Dünya çapında olmadığıdır, ya da Nuh zamanında insanlar hep bir arada yaşıyordu, yeryüzüne yayılmamışlardı. Oysa ki, ikinci şık insanın doğasına aykırı bir durum. İnsan doğası gereği yeni yerleri merak eder, içinde bulunduğu Dünya’yı keşfetmeyi sever. Bundan dolayı tarih içinde insanlık sürekli Dünya’nın her yerine yayılmıştır. İkinci olarak, insanlar bazen düşmanlık gibi sebeplerden dolayı birbirlerinden uzaklaşmak isterler. Zaten tarihsel kayıtlar ve arkeolojik kayıtlar insanların sürekli bir dağılım içinde olduğunu göstermiştir. Örneğin Aborjinler M.Ö 40.000 yılında Avustralya’ya bir okyanus aşarak varmışlardır. M.Ö. 10. 000 yılında ise insanlar Sibirya üzerinden Amerika kıtasına geçmişler ve güney Amerika’nın uç kesimlerine kadar yayılmışlardır. Demek ki Nuh’tan ve O’nun davetinden haberi olmayan bu insanların tufan ile boğdurulması yukarıda ki ayete göre mümkün değildir.

Nuh tufanının bölgeselliği konusunda akla gelebilecek konular

Burada bazılarının aklına takılan iki ayet önümüze çıkmaktadır;

İşte onlar, (kıssalarını sana anlattığımız kimseler) Âdem’in zürriyetinden, Nûh ile berâber (gemide) taşıdığımız kimselerden, İbrâhîm ve İsrâîl’in (Ya’kub’un) zürriyetinden hidâyete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerden Allah’ın kendilerine ni’met verdiği peygamberlerdir.

Bu ayette Hz Adem’den sonra Hz Nuh’un ve beraberindekileri zürriyetinin gösterilmesi sanki ikinci baştan insanlığın doğumu olarak algılanmamalıdır. Çünkü böyle düşünülürse devamındaki Hz İbrahim ve Hz İsrail ile de insanlığın üçüncü defa sıfırlandığı anlaşılmalıdır. Oysa böyle bir durum yok. Ayette bu peygamberlerin soyundan gelen temiz şahsiyetler konu edilmektedir.

Ve Nûh dedi ki: ‘Rabbim! Arz’da o kâfirlerden hiçbir kimseyi bırakma!’ Nuh 26

Bu ayette arz “yer” demektir. Göklerden yere gelen bir felaket için “yer” kelimesi kullanması normaldir. Bu arz kelimesinin tüm Dünya’yı kast ettiğine dair hiçbir kanıt yoktur. Yani Türkçe’de olduğu gibi diğer dillerde de “yer” kelimesi lokal bölgeler için de kullanılır. Yoksa, ne Nuh yeryüzünü tamamen gezmiş tebliğ yapmıştır, ne de yerde derken tüm yeryüzünü kastetmiştir. Zaten Kuran “Arz-Yer “ kelimesini başka bir ayette lokal bir bölge için kullanmıştır;

“Onlar, Arz’dan çıkarmak için seni tedirgin edip dururlar.”İsra, 17/76

Bu ayet, Peygamberimizin Mekke’den çıkarılmaya çalışıldığını haber veriyor. Bir bölge anlatılırken de arz kelimesi kullanılmış.

İncildeki Nuh tufanı anlatısında da benzer mantık vardır

Nuh tufanı konusunda etkili tespitleri olan Caroll Hill makalesinde İncil’de geçen Nuh tufanının lokal olduğunu yazar. O’na göre İncilde geçen face of the ground (yeryüzü) (Genesis 23) ifadesi bütün yeryüzünü kapsamıyor. Genesis 8’de geçen earth kelimesi de İbranice aslından çevirisini tam karşılamıyor. İbranice eretz kelimesini earth-dünya olarak çevirmişler fakat aslında land-kara parçası olarak çevrilmeliydi diye ekliyor. Buna bir kanıt olarakta Zechariah-6’da geçen “all the earth-tüm yeryüzü” ifadesinin Filistin’e atıf yapmakta olduğudur.

Bilindiği gibi Kuran’da, geminin Tufan sonrası “Cudi”ye oturduğu bildirilmiştir. “Cudi” kelimesi kimi zaman özel bir dağ ismi olarak kabul edilir, oysa kelime Arapça’da “yüksekçe yer, tepe” anlamına gelmektedir. Tespitlerime göre Kuran’ı Kerim bazı peygamberler hariç özel isim kullanmıyor. Bu da Onu evrensel yapan özelliklerden birisi. Hatta Zulkarneyn yazımızda da belirttiğimiz gibi Zulkarneyn ismi bile şahsın ismi değil verilmiş bir sıfattır. Çift boynuzlu veya çift zamanlı demektir.

Nuh tufanında tüm Dünya hayvanları mı gemiye bindi?

Kuran’da tüm Dünya hayvanlarının gemiye alındığı gibi bir bilgi yoktur. Bu iddia daha çok değiştirilmiş Tevrat kaynaklıdır. Tufan lokal bir bölgede meydana geldiği için elbette ki, Nuh’a lazım olacak birkaç tür çiftlik hayvanının gemiye alınması gerekir. Çünkü kurtuluştan sonra tarım yaparak hızlı bir besin tedariki yapılamayacağından, sütüyle, yumurtası ile en hızlı besinleri sağlayacak olan ise ancak hayvanlardır. Bu yüzden hayvanların beraberlerinde olması da istenmiştir. Çift olarak alınması ise çoğalmaları içindir.

Bölgesel ise gemi yapmasına ne gerek vardı?

Küresel mi bölgesel mi diye çok kesin sınırlar vermek doğru olmasa da eldeki veriler bölgesel bir Nuh tufanını öngörüyor. Fakat bölgesel olsa da küçük bir bölgede basit bir sel baskınından söz etmiyoruz, aşağıda örneklerini göstereceğimiz gibi şehirleri yutan ve tortu ile üzerlerini örten kaçmanın mümkün olmadığı boyuttaki tufanlardan bahsediyoruz.

Peki Nuh tufanı nerede olmuştur? Jeolojik kanıtlar var mıdır?

Öncelikle şunu belirtelim, şu an Dünya üzerinde iki yüze yakın medeniyet kendi bölgelerini mahveden bir tufandan haber vermiştir. Yapılan araştırmalar, Tufanın hemen bütün toplumların efsanelerinde yer aldığını gösterdi. Asya’da 13, Avrupa’da 4, Amerika’da 37, Avustralya ve Okyanusya adalarında ise 9 adet Tufan hikayesi tespit edildi. Bunların en şaşırtıcısı da Hopi kızılderililerine ait olanıydı. Denizden çok uzakta, Kuzey Amerika’nın güney batısında yaşayan Hopilerin destanlarında kabaran suların ülkelerini baştanbaşa kapladığı, dağların tepelerine kadar yükseldiği ve yeryüzündeki canlıları yok ettiği anlatılıyordu.

Amerika’nın eski sahiplerinden olan Azteklerin destanlarından ise Tufanın süresi bile veriliyordu. Bütün bunlar, insanlık tarihinin hemen hemen başlarında meydana geldiğini gösteriyor. Qinglong Wu ise Science dergisinde yayınladığı 2 çalışmada M.Ö. 1920’de Çin’de ülkeyi etkisi altına alan bir tufan yaşandığını anlatmıştır. Çindeki tufan yine tarih boyunca bu tür lokal tufanların yaşandığını gösterir. Dolayısıyla bu tufan yeryüzünün herhangi bir yerinde olmuş olabilir.

Bu meseleyi şahsen ilk düşündüğümde, aklıma en eski uygarlıkların Ortadoğu’da kurulduğundan dolayı bu coğrafya geldi. Sonra böyle büyük bir tufan’ın sularının henüz çekilmemiş olabileceğini düşündüm. Aklıma Akdeniz geldi, acaba koca akdeniz bölgesi tufanın yeri olabilirmiydi? Yani Cebelitarık boğazından kara parçalarının yıkılmasıyla birlikte gelen akdenizin suyunun tufanı oluşturma olasılığı var mıydı? Bu konuyu biraz araştırdığımda Okyanusun sularının tufan halinde Akdenize doluşması doğruydu fakat eldeki veriler bu olayın 5 milyon yıl önce olduğunu gösterdiğini öğrendim.

Fakat bu durumun Akdeniz için mümkün olmasa da Karadeniz için mümkün göründüğünü öğrendim.

Karadeniz Tufanı

Amerikalı iki araştırmacı William Ryan ve Walter Pitman Nuh tufanı’nın M.Ö. 5600 yılında Karadeniz’de gerçekleştiğini iddia eden bir kitabı 1999 ylılında yayımlamışlardı. İddialarını ise Karadeniz’de yaptıkları denizaltı araştırmalarına dayandırmışlardır. Bu araştırmacılar Karadeniz’de dev bir tufanın jeolojik kanıtlarını buldu. Denizin dibinden farklı derinliklerden çok sayıda örnekler alıp bunları incelediler. Bu tabakalardaki fosilleşmiş deniz canlıları da tahlil edildiğinde bu canlıların ani bir tufan sonucu çamura gömüldükleri sonucu ortaya çıkıyordu. Fosillerin karbon yaşı da M.Ö. 5600 yılını doğrulamıştı.

Karadeniz, M.Ö. 5600 yılına kadar bir tatlı su gölü idi. Sınırları bu kadar büyük değildi ve bereketli olan çevresinde birçok yerleşim yerleri kurulmuştu. İnsanlar tarım ve balıkçılıkta ileri idiler. Son buzul çağının bitimi zamanlarında yani M.Ö. 25.000-10.000 yıllarında buzulların erimesiyle birlikte deniz seviyeleri sürekli yükseldi. Akdeniz’de de yükselmeye başlayınca bunu önce ege denizinin yükselmesi takip etti ve sular İstanbul boğazına kadar dayandı. Deniz seviyesi yükseldikçe, Akdeniz’in suyu öncelikle tıkalı olan İstanbul Boğazı’na sızmaya, ardından onu aşındırmaya başladı ve sonra aniden bu büyük engelin yıkılmasına neden oldu.

Deniz suyu yaklaşik 200 tane Niagara Şelalesi’nin gücüyle Karadeniz’e akmaya basladı. Yüzlerce kilometre uzaklıktan bile duyulabilecek bir kükremeyle akan su, kıyı şeridinin her gun 1.5 kilometre kadar geriye çekilmesini sağlıyordu, yani hergün birbuçuk kilometre yerleşim alanı sular altında kalıyordu. Tabi günlük birbuçuk km. gözünüze az gelmesin. Günümüzde bir yağmuru takip eden sellerde bile ne kadar can kaybı yaşanabildiğini düşündüğünüzde bu tufanın yıkıcı etkisini anlayabilirsiniz. Bu büyük tufanda birçok yerleşim yeri ansızın çoşkun bir tufanın altında kalarak yok olmuştur. Dr Bob Ballard ise Sinop’tan 30 km içeride ve 150 m. suyun altında eski bir uygarlığa ait izler bulduklarını ve bu uygarlığın dev bir yapbozun parçaları gibi deniz altında durduğunu National Geographic aracılığı ile ilk defa duyurmuştur. Aşağıdaki resimde yeşil kısımlar tufandan önceki yerleşim yerlerini gösteriyor.

bl

Ryan şöyle demiştir: “Bu adeta dev bir toprak barajın çatlamaya başlaması ve sonunda yıkılmasi gibidir”. “Toprak barajın su sızdırması, günlerce hatta aylarca sürebilir; ancak baraj, gücü kalmayınca, birkaç saat içinde tamamen ortadan kalkar”.

Selden sonra dehşete düşen göçmenlerin bir kısmı batıya, Avrupa’ya; diğerleri güneye, Mezopotamya’ya, Babil’e ve bugünkü Irak’ın bulunduğu bölgeye göç etti. Bu göçten sonra Karadeniz havzasında bilinen tarım teknikleri Mezopotamya, Mısır ve Avrupa coğrafyalarına taşındı ve medeniyetin ilerleme süreci hızlanmış oldu. Bu bilgilerin getirdiği zenginlik Mezopotamya’da Sümer devletinin kurulmasını sağladı ve tufan olayı bin yıllar boyunca sözlü kültürde dilden dile aktarıldı. Fakat gittikçe putperestliğe kaymış olan bu toplumun destanları da bunlardan payını alarak çok Tanrılı bir anlatıma dönüştü.

Karadeniz’de tufan olduğu belirlendikten sonra ateizmin darbe aldığını anlayan bazı akademisyenler hızlı bir şekilde karşıt görüşler geliştirmişler ve  cevaplar yazmışlardır. Fakat onların cevapları hiçbir zaman ikna edici olmamış çünkü yanlılıktan kurtulamamıştır. Örneğin, neden insan ve hayvan fosilleri bulunamadı gibi sorularla bu durumu çürütmeye çalışırlar. Fakat böyle bir durumun olanaksız olduğunun kendileri de farkındadır. Çünkü tsunamiye banzer böylesine büyük bir selde cesetlerin kaç km sürüklendiği ve Karadeniz’in neresine dağıldığı asla bilinemez. Onları aramak samanlıkta iğne aramaktan zordur. Tabi ilk olarak şunu bilmemiz gerekir. Su bulunan ve mikroorganizmaların yaşadığı deniz diplerinde ancak kabuklu canlılara ait kalıntılar ancak fosilleşebilir. İnsan ve hayvanların fosilleşmesi imkansızdır. Bu yüzden Pompei’deki gibi insan fosilleri bulmak olanaksızdır.

Diğer muhtemel bir tufan ise Mezopotamya’da yaşanmıştır.

Mezoptamya tufanı

Tufan lokal bir olaysa bu bir tsunami ile meydana gelmiş olabilir. Mezopotamya ise Basra körfezine ve Akdeniz’e yakın olduğu için buradan aniden bastıracak suların böyle bir olay yapması mümkündür.

AkkadMap

Bugün arkeolojik ve tarihi kayıtlar yeryüzünde en eski ve köklü medeniyetlerin Mezopotamya’da başladığında hemfikirdir. İngiliz arkeolog Sir Leonard Wooley, 1922-1929 yılları arasında, Mezopotamya’nın antik şehirlerinden Ur’da uzun kazılar yaptı. Çalışmalar sırasında arkeolojik değeri çok yüksek kap, kaçak, miğfer, silah vs. yanında Tufandan önceki kralların listesini ihtiva eden kil tabletler de bulundu. Ne var ki 12 metre daha derine inildiğinde izler tamamen kesilmişti. Tarihi hiç bir bulguya rastlanmıyordu.

Bu arada toprağın yapısı incelendiğinde tuhaf bir şeyle karşılaşıldı. Zemin tamamen balçıkla kaplıydı, fakat bu kadar derinlikte saf balçığın ne işi vardı? Üstelik kazı çukurunun dibi, denizden çok uzakta ve nehir seviyesinden de bir kaç metre daha yukarıdaydı. Hiçbir arkeolog tatmin edici cevabı bulamamıştı. Wooley kazıyı devam ettirdi ve daha aşağılara indi. Derken 3 metreden fazla derinlik tutan balçık tabakası birden bire kesildi. Şimdi normal toprak tabakalarına gelindiği düşünülebilirdi ama hayır, zımpara taşlarına ve kap kaçak gibi eşyalara yeniden rastlanılmıştı. Demek oluyordu ki bu çok eski medeniyetin üzerini 3 metrelik balçık tabakası örtmüş, en üstte de Ur medeniyeti yeşermişti.

İlk çukurdan 300 metre uzakta açılan ikinci çukurda da aynı sonuç elde edildi. Wooley, bu sefer de yüksekçe bir tepeyi kazdırdı. Sonuç değişmemişti, Böylece, balçık yığılmasının, ancak çok kuvvetli bir su baskını, yani Tufanın eseri olabileceğine dair rapor hazırlandı ve bütün dünyada heyecanlı yankılar uyardı. Tufanla ilgili olarak Mezopotamya dışında etraflıca bir çalışma yapılmadığından, su baskınının nerelere kadar uzandığını tam olarak bilemiyoruz. Tahmin edilen mıntıka, Basra körfezinin kuzeybatısında, 400 mil (643 km) uzunluğunda ve 100 mil (160 km) genişliğinde bir sahadır. Olayın tarihi, MÖ. 4 binden çok önceki yüzyıllardır.

Fred Warshofsky bu durumu şöyle anlatır:

Çamur iyice temizlenince altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın, eski Sümer uygarlığını yok edecek kadar büyük bir tufan tarafından buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu. Gılgamış Destanı ile Nuh’un öyküsü, Mezopotamya Çölü’nde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynakta birleşmiş oluyordu. “ (Fred Warshofsky, “Ur of the Chaldees”, Readers Digest, Aralık 1977)

7Ur_bw-56a021493df78cafdaa04087

Günümüzde Tel El-Fara olarak adlandırılan Güney Mezopotamya’daki Şuruppak kenti de Tufan’ın açık izlerini taşımaktadır. Bu kentteki arkeolojik çalışmalar 1920-1930 yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi’nden Erich Schmidt tarafından yürütüldü. Schmidt’in çalışmalarını anlatan Mallowan şöyle demektedir: “Schmidt 4-5 metrederinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti (bu tabaka selle beraber oluşmuştu). Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu…” Cemdet Nasr dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı tabakayı Schmidt “tamamen nehir kökenli bir kum” olarak tanımlayarak Nuh Tufanı ile ilişkilendirdi.” (Max Mallowan, Early Dynastic Period in Mesapotamia, Cambridge Ancient History 1-2, Cambridge, 1971, s. 238 )

Aşağıda antik Ur şehrine ait temsili resimler verilmiştir.

ur

Tufan’dan etkilendiğine dair elde kanıtlar olan son yerleşim birimi, Şuruppak’ın güneyinde yer alan ve günümüzde Tel El-Varka olarak isimlendirilen Uruk kentidir. Bu kentte de diğerleri gibi bir sel tabakasına rastlanmıştır. Bu sel tabakası da, MÖ 3000-2900’lü yıllarla tarihlendirilmektedir. (Bilim ve Ütopya, Temmuz 1996, s. 176 )

Kuyrukluyıldız teorisi

Denizden gelen büyük bir tsunami oluşması için bir deprem yetebildiği gibi, bir kuyrukluyıldız da aynı etkiyi yapabilir. Bazı araştırmacılara göre;

Kamer 11: “Bunun üzerine, semanın kapılarını gürül gürül akan suya açtık”

ayeti, gökten gelen bir kuyrukluyıldızın barındırdığı buzun atmosferde erimesi ile Nuh kavminin üzerine yağmasını işaret ediyor olabilir. Çünkü semanın (göklerin) kapısının açılması oradan gelen birşeye işarettir. Kuyrukluyıldızın kendisinin ise deniz düşmesiyle bir tsunamiye neden olması ise mümkündür. İstanbul Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Yavuz Örnek’te böyle bir teoriyi savunlar arasındadır.

Küresel tufan teorisi

Her ne kadar tufanın bölgesel olduğu hakkında kanıtlar varsa da küresel olmuş olması da mümkündür.

Tufanın küresel olduğunu düşünmemizi engelleyecek sebeplerden birisi yeryüzünde tüm Dünya’yı kaplayacak kadar suyun olmadığıdır. Bu konuyu ateistler sık sık dil getirir ve çözülemez bir problem olarak karşımıza koymaya çalışırlar. Gerçekten de yeryüzünde o kadar su görünmüyor. Fakat 2016 yılında Northwestern üniversitesinden Steve Jacobsen ve ekibi yerin 1000 km altında devasa okyanuslar olduğunu buldular ki bu suyun yeryüzüne çıkması durumunda herkesin boğulacağı belirtildi.

Çünkü yer altındaki okyanusların suyu yeryüzündekinden fazla olarak bulundu. Nuh tufanının anlatıldığı ayette ise yerden sular fışkırdığını yazar ve en sonunda Allah’ın “ey yer suyunu yut” diye emir verdiği belirtilir (Hud 44). Bu demek oluyor ki ayet bize  yer altının sahip olduğu ve tüm Dünya’yı kaplayacak suların varlığından 1450 sene önce bahsetmişti. Fakat yine de yer altında Dünya yüzeyini kaplayacak suyun bulunması hepsinin yeryüzüne çıktığı anlamına gelmiyor. Eğer tufan bölgesel ise bir bölgede bir deniz oluşturacak kadar çıkması yeterli. Böylece Kuran yeryüzünü denize çevirecek yer altı denizlerinden bahsetmiş oluyor ki Kuran’ın verdiği haberlerin hepsinin doğru çıkması Peygamberin yüzbin insandan daha zeki olduğu veya haşa her attığının tutuyor olması ile açıklanamaz. Ancak herşeyin Yaratıcısı tarafından gelen bir kitap olması ile açıklanabilir.

Diğer ilgi çeken nokta ise ayette “tandır’dan sular fışkırmaya başladığı zaman tufanın başladığı” anlatılır ki yer altında ki magma da yeryüzünün tandırıdır (tandır=fırın). Ve olağanüstü bir benzetme ile bu durumu haber vermiştir. Bu ayet bize magma tabakasının yer altındaki bu su okyanusuna ulaşması sonucu suyu yeryüzüne çıkmaya zorladığını anlatıyor. Yine Hz. Muhammed bir sözünde “Denizin altında ateş vardır, ateşin altında da deniz vardır.” (Ebu Davud, Cihad 90) demiştir ki yer altında bulunan ve henüz bilmediğimiz büyük bir denizin varlığından haber vermiştir. Gerçekten olağanüstü. Bu olaydan çıkarmamız gereken ders şu: Kuran birşeye oldu demişse olmuştur. Bilim bunu henüz açıklayamıyorsa yeterli bilgi seviyesine henüz ulaşamadığı içindir.

Yine Graham Hancock ise “Underworld, the mysterious origins of civilization” isimli kitabında 1970’lerden bu yana yapılan araştırmaların üç küresel süper tufan olduğunu gösterdiğini belirtir: M.Ö. 15.000 ila 14.000 yıl önce; 12.000 ila 11.000 yıl önce; ve 8.000 ila 7.000 yıl önce. Bunu son buzul çağının buz tabakalarının erimesine bağlamıştır. İkincisinin kayıp kıta Mu ve Atlantis uygarlığı ile ilişkili olduğunu belirtir. Yine bu tarihler arasında oluştuğu tespit edilen ve denizlerde oluşan büyük bir depreme bağlı bir tsunami’den bahseder. Miami Üniversitesinden jeokimyacı Jerry Stip’e göre, dünyanın yaşadığı en müthiş tufan, günümüzden yaklaşık 11.600 sene önce olmuştur. Ancak bütün bu bulgular Nuh a.s. zamanındaki tufana ait midir bilinememektedir.

Nuh tufanı küreseldir diyen görüşler

Kuran’da tufanın küresel olduğundan direk bahsedilmez ama küresel bir tufanın mümkün olabileceğini iddia eden yabancı araştırmacıların delillerine de yer vermek gerekir. Şöyle ki;

Nuh tufanı hakkındaki bilimsel çalışmaları ve yayınlarıyla tanınan Dr Andrew Snellig’e göre tufan Dünya çapında olmuştur. Bunun kanıtlarını şu şekilde sunar: Özet olarak şu adresten ulaşılabilir: https://www.godisreal.today/evidence-of-the-flood/

  1. Sadece okyanuslarda yaşayabilen canlıların fosilleri Himalayalar’ın tepelerinde bulunmuştur der. Bunların nasıl oralarda bulunduğunu açıklayabilecek hiçbir teori yoktur.
  2. Sadece bitkilerin fosilleri değil aynı zamanda, yarasaların, arıların, bir balığı yutmakta olan başka bir balığın, doğum yapan hayvanların fosilleri bulunmuştur. Oysa bu organizmalar yavaş fosilleşmez, çamura birden gömüldüğünün kanıtıdırlar.
  3. Amerika’daki büyük kanyonda bir kireç taşı tabakasının tamamıyla fosiller ile dolu olduğunu ve bunun bir anda ancak büyük bir tufan ile olabileceğini belirtir. Üstelik bu tabaka aynı pozisyonda Penisilvanya’da İngiltere’de ve Himalayalarda’da olduğu gösterilmiştir.
  4. Amerika’daki bir çökelti tabakasının çok uzun hatlar boyunca devam ettiğini söyler.
  5. Bu katmanın diğerlerinden bıçak gibi ayrıldığını belirtir. Bunun ise ancak aniden oluşan bir çökelti ile mümkün olacağını söyler.

Dr. John Baumgardner’de büyük kanyonda diğerlerinde daha büyük olduğu açıkça görülebilen bir tabakanın bir tufan sonrası oluşan çökelti ile açıklanabileceği görüşündedir. Bu katmanın diğerlerinden bıçak gibi ayrılması onun kısa bir zaman diliminde olduğunu göstermekte olduğunu söyler.

Sonuç olarak tufanın küresel veya bölgesel mi olduğunu veya hangi zaman diliminde gerçekleştiğini  bilemiyoruz ama hiçbirşeyin mantıksız olmayıp her ihtimalin mümkün olabileceği görülüyor.

flood19

flood17-1024x693

flood18

Dr. John Baumgardner’in küresel tufan hakkında ileriye sürdüğü çok sayıda kanıtı kendi makalesine (ingilizce) bırakıyoruz. Aşağıdaki şu linkten ulaşabilirsiniz.

Yararlanılan başlıca kaynaklar ve ileri okumalar

Hill, ‘The Noachian Flood: Universal or Local?’, Perspectives on Science and Christian Faith (54.3.180-181), 2002.

Hill, ‘Qualitative Hydrology of Noah’s Flood’, Perspectives on Science and Christian Faith (58.2.120-129), 2006

Jacobsen, “The Waters of Ur,” Iraq 22 (1960): 174-85; and S. Lloyd, The Archaeology of Mesopotamia (London: Thames and Hudson, 1978), 15.

C. Whitcomb and H. M. Morris, The Genesis Flood (Philadelphia: Presbyterian and Reformed Publishers, 1966), 518

David MacDonald 1988: The Flood: Mesopotamian Archaeological Evidence. Creation/Evolution Journal 8, 14-20.

LG Collins, 2009: Yes, Noah’s Flood may have happened, but not over the whole earth, scholarworks.csun.edu 29 Issue: 5 Year: 2009 Date: September-October

Civil, M. 1969. “The Sumerian Flood Story.” In W. G. Lambert and A. R. Millard, Atra-hasis: The Babylonian Story of the Flood (Oxford: Clarendon Press)

Kramer, S. N. 1967. “Reflections on the Mesopotamian Flood.” Expedition. Volume 9, number 4.

Mallowan, M. E. L. 1964. “Noah’s Flood Reconsidered.” Iraq. Volume 26.

Peake, Harold. 1930. The Flood: New Light on an Old Story. London: Kegan Paul, Trench, Trubner.

Tigay, Jeffrey H. 1982. The Evolution of the Gilgamesh Epic. Philadelphia, PA: University of Pennsylvania Press.

Woolley, Sir Charles Leonard. 1954. Excavations at Ur. London: Ernest Benn.

Ryan, William, and Walter Pitman. Noah’s Flood: The new scientific discoveries about the event that changed history. Simon and Schuster, 2000.

Kerr, Richard A. “Black Sea deluge may have helped spread farming.” Science 279.5354 (1998): 1132-1132.

Mestel, Rosie. “Noah’s flood.” New Scientist 156.2102 (1997): 24-7.

Stone, Richard. “Black Sea flood theory to be tested.” (1999): 915-916.

https://www.newscientist.com/article/mg23231014-700-deepest-water-found-1000km-down-a-third-of-way-to-earths-core/

https://www.ancient-code.com/scientists-baffled-an-ocean-of-water-found-1000-km-below-the-surface-of-our-planet/

https://www.iflscience.com/environment/earths-deepest-water-may-be-1000-kilometers-below-the-surface/

https://www.dailymail.co.uk/sciencetech/article-3960442/An-ocean-water-620-miles-Earth-s-surface-dries-life-planet-END.html

https://www.galtsgulchonline.com/posts/a4ed0225/deepest-water-found-1000km-down-a-third-of-way-to-earths-core

https://www.wykop.pl/link/3469779/deepest-water-found-1000km-down-a-third-of-way-to-earth-s-core/

Aksoy, T. (2007). Mitoslarda yaratılış motifleri (Doctoral dissertation, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü).

Araf 61: "Halkından ileri gelenler: "Biz, seni kesin bir sapkınlık içinde görüyoruz." dediler. Ey halkım, bende bir sapkınlık yok. Ben ancak alemlerin Rabb'inden bir elçiyim. "Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum." "

Bay ateist çevirilerdeki sapık veya sapkınlık kelimesini hayal dünyasındaki sapıklarla karıştırmış ama buradaki sapkınlık yoldan çıkma demektir. müşriklerin "o sapıtmış" iddilarına karşın Allah böyle söylemesini ve oynadıkları algı oyununu bozuyor.

hangi ayetten bahsettiği belli değil ama bununla alakalı bir yazımda tespit ettiğim bir mucizeyi aktarayım:

Yasin 40: “Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir felekte (döngüde) yüzerler.”

Ayetteki “yesbehune” kelimesi yüzmek demektir.

Fakat bazı meal yazarları da benim gibi yüzme kelimesine anlam verememiş olacak ki yüzme olarak çevirmemiş, dolaşma vs. olarak çevirmişler. Birazdan göreceğiz ki bu tür çeviriler Kuran mucizelerini gizliyor.

Benzer bir ifade Enbiya 33’te var, Allah bu konuya dikkatleri çekmek için benzer ifadelerle iki yerde ifade etmiş.

Enbiya 33: “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler”

Sonra aynı yüzme fiili Naziat 3’te de geçiyor.

79-NAZİ’AT SURESİ:

1 – Andolsun şiddetle çekip çıkaranlara,

2 – Usulcacık çekenlere,

3 – Yüzüp yüzüp gidenlere,

4 – Yarışıp geçenlere…

Bu ayetlerin neden bahsettiği henüz anlaşılamadı. Bilim ilerledikçe muhtemelen daha iyi anlayacağız. Fakat Kuran araştırmacıları tarafından genelde uzay ile ilişkilendiriliyorlar. Peki ayetteki yüzmek ne anlama geliyor? Güneşin ve ayın yüzmesiyle aynı fiil kullanılmış. Bakalım bu gerçek ne imiş.

Prof. Stefano Liberati ve Maccione 2014 yılında uzay zaman dokusunun sıvı özellik gösterdiğini ve aslında tüm uzayın bir çeşit sıvı içinde olduğunu, yani gezegenlerin ve yıldızların kısaca herşeyin göremediğimiz bir tür sıvı içinde yüzdüğünü açıkladı. Suyun H2O moleküllerini göremediğimiz gibi bu sıvının da kendi moleküllerini göremiyoruz fakat maddeler sıvı içinde yüzüyormuş gibi davranıyor diyor ve ekliyor “bizim hesaplarımıza göre uzay bir süper sıvıdır (superfluid)”. Bu süper sıvı ise şöyle açıklanıyor: Bu sıvının vizkozitesi (akışkanlığı) o kadar düşük ki nerede ise sıfıra yakın. Bu sıvıyı hissedemeyişimizin sebebi sıfıra yakın bir incelikte olmasıdır. Uzay sıvı içinde olduğundan dolayı fotonlar bir dalga şeklinde ilerleyebiliyor. Bir suya bir taş attığınızda dalgalar oluşmasının sebebi sıvının akışkanlığıdır. Aynı şekilde evrenimizde maddelerin dalga şeklinde davranabilmesinin sebebi içinde bulunduğu çok ince sıvıdır. Bu sıvı madde esir (ether) maddesi olarak yorumlanıyor. Daha önceden kuantum fiziğinin yerçekimi kuvvetini açıklayamaması hep bir gizem olarak kalmıştı. Prof. Stefano Liberati bunun sebebinin evrenimizin bir sıvı içinde yüzdüğünün göz ardı edilmesinden kaynaklandığını söylüyor.

Bu uzay sıvısının içinde tüm fotonlar yüzer. Fotonların yani ışığın milyarlarca ışık yılı öteye kadar nakil edilebilmelerinin ve bir dalga gibi davranabilmelerinin sebebi de bu sıvı olduğu açıklanıyor. Evet ışık parçacıkları da bu uzay denizinde yüzüyor, tıpkı Güneş’in Vega yıldız burcuna doğru yüzüşü ve Ay’ın Dünya etrafında yüzüşü gibi. Ayete göre gündüz de yüzüyor, yani gündüzle birlikte bize gelen fotonlar da yüzerek hareket ediyorlar. Evet bu tam da bilim insanlarının haber verdiği gibi, öyleyse gündüzün parçacıkları varsa gecenin yani karanlığında parçacıkları olmalı. Çünkü gece de gündüz gibi yüzüyor diyor ayet. Eğer gündüzün parçacıkları olan fotonların uzay –zaman dokusunda yüzdüğünü biliyorsak gecenin yani karanlığın da kendi fotonları olmalı. Karanlığı biz hep ışığın olmaması olarak öğrendik ama belli ki öyle değil, ayete göre karanlığın da kendine has parçacıkları bu uzay denizinde yüzmeli ve ışığın fotonları maddeyi aydınlattığı gibi karanlığın fotonları da maddeleri karartmalı. Karanlığı oluşturacak bir parçacık veya foton henüz bulunmadı fakat bilim insanları bu olaya çok yakın bir parçacığın peşinde. Şöyle ki:

Bilim insanları evrende bir karanlık madde olması gerektiğini ve bu karanlık maddenin bildiğimiz maddeden daha fazla olması gerektiğini hesaplamışlardı. Eğer bir karanlık madde varsa (olduğunda şüphe yok) bu karanlık maddeyi de karartan bir parçacık olmalı ve evrendeki karanlığı da bu parçacık sağlamalı diye öngördüler ve bu parçacığa karanlık fotonu (dark photon) adını verdiler. Bu parçacık evrendeki karanlıktan sorumlu olmalıydı ve evrendeki maddenin çoğu olan karanlık maddeyi karanlığa sokan da bu karanlık foton olmalıydı. Kısaca evrende ışığın fotonları ile karanlığın fotonları, biri evrendeki aydınlıktan sorumludur diğeri ise karanlıktan ve ikisi de bu uzay denizinde yüzüyor. Karanlık maddeyi görmek için çok deneyler yapılıyor fakat şu ana kadar görülemedi. Bazı bilim insanları ise karanlık maddeyi karanlık yapan bir değil birden fazla farklı parçacık olduğunu öngörüyorlar (Bkz. Adam Mann)

Şimdi şu ayete bakın:

İsra 12: “Oysa Biz geceyi ve gündüzü iki delil yaptık; sonra gecenin delilini silip gündüzün delilini gösterici yaptık ki, Rabbinizden lütuf ve ihsan isteğinde bulunasınız; bir de yılların sayısını ve hesabını bilesiniz. Artık herşeyi ayrıntılı olarak anlattık.”

Bu ayette gecenin bir delili olduğu ve gündüzün de bir delili olduğu yazıyor. Tıpkı bilim insanlarının ışığın parçacığını foton olarak ve karanlık maddeyi karanlık yapanın karanlık foton olduğunu açıkladıkları gibi. Ayetten anladığımıza göre ışığın parçacığı yani foton gelirse karanlığın parçacığı siliniyor yani fotonun ele geçirdiği bölgeyi terk ediyor ya da özelliğini kaybediyor. Işığın fotonu çekilince de karanlık foton tekrar o bölgeye gelip karartıyor. Ya da o bölgeden gitmemişti ama özelliği silinmiş kaybolmuştu, ışığın fotonu çekilince tekrar özelliklerini sergileyip karanlığı oluşturmaya devam ediyor.

Yani karanlık sadece ışığın yokluğu demek değil o da tıpkı aydınlık gibi parçacıklardan oluşuyor ve bu haliyle her ikisi de uzayda yüzen birer madde özelliği sergiliyorlar. Ayette bahsedilen bu karanlığın delili tıpkı ışığın delili olan foton parçacığı gibi bir parçacık olmalı. Fakat bu parçacık evrendeki karanlık maddeyi karanlığa gömen parçacık mıdır henüz bilemiyoruz. Karanlık foton görünemez olduğundan ve çok düşük enerji seviyelerinde olduğundan, belki de negatif enerji diyebileceğimiz bir enerji içerdiğinden dolayı tespit edilebilmesi çok zor ve fizikçileri bir hayli uğraştıracağa benziyor. Karanlığın parçacığı gerçeği, ister karanlık foton olsun ister başka bir parçacık, ilerde mutlaka daha iyi anlaşılacak ve Kuran’ın büyüklüğü daha da iyi kavranacaktır.

Bilim insanları karanlık maddenin her yerde olduğunu bildiriyorlar. Dünyamızın etrafında ve hatta bizim etrafımızda da var. Fakat ışığın fotonları ile etkileşime girmediği için göremiyoruz. Princeton İleri Araştırma Enstitüsü’nden Stephen Adler, Dünya’nın ve Ay’ın etrafında 24 trilyon ton karanlık madde olduğunu hesaplayıp Journal of Physics dergisinde 2017 Ekim’de yayınladılar. Yani bu da demek oluyor ki karanlık maddenin fotonları olan karanlık fotonlar da Dünya’nın etrafında ve bizim etrafımızda yüzüyorlar. Özellikle ışığın olmadığı gece vakitlerinde varlar. Ve ayette belirtildiği gibi gündüzün delili olan fotonlar geldiği zaman karanlığın delili olan karanlık fotonlar siliniyor. Sonra tekrar gündüz kaybolunca karanlık fotonlar Dünya’nın karanlık yüzünü yine kaplıyorlar. Işığın fotonları ne kadar çok gelirse o kadar aydınlık yapıyorlar.

Özetle: Bu yazıda dört muazzam gerçeğe şahit olduk. Birincisi, Kur’an, Güneş ve Ay’ın yüzdüğünü söylemişti ve biz insanlık, 6 sene önceye kadar garip gelebilecek bu gerçeği ayrıntısıyla anlamaya daha yeni çok yaklaşmış bulunuyoruz. İkincisi ise Kuran gündüzün yani ışığın da yüzdüğünü söylemişti ve gerçekten de bilim insanları fotonların da bu sıvı içinde yüzdüğünü söylüyor. Üçüncüsü, gündüzü de bir varlık olarak nitelendirmiş oluyor ki evet ışık ta kendi parçacıklarıyla uzayda yer kaplayan bir maddedir. Dördüncüsü ise karanlığın da tıpkı ışık gibi bir varlık olduğunu bildirmiştir, yani tıpkı ışık gibi kendine has parçacıkları var demektir. Bugün bilim de karanlık maddenin karanlığını sağlayan bir parçacığı olması gerektiğini söylüyor ve karanlık maddeyi karanlığa gömen fotonun veya başka bir parçacığın evrendeki tüm karanlıklardan sorumlu olması bugünkü bilime göre çok olası. Son olarak, Kuran’ın bu “sıvı uzay” mucizesi ve herşeyin o sıvının içinde yüzüyor olması gerçekten akıl dondurucu bir gerçek olduğu besbelli.

Ayrıca bkz: 86# Güneşin Ay’a yetişmesi ne demektir?

KAYNAKLAR VE İLERİ OKUMA

  1. Astrophysical Constraints on Planck Scale Dissipative Phenomena,  Rev. Lett. 112, 151301 – Published 14 April 2014. Stefano Liberati and Luca Maccione, DOI: 10.1103/PhysRevLett.112.151301http://journals.aps.org/prl/abstract/10.1103/PhysRevLett.112.151301
  2. https://phys.org/news/2014-04-liquid-spacetime-slippery-superfluid.html
  3. https://www.livescience.com/64511-helium-mimics-early-universe.html
  4. https://www.pbs.org/wgbh/nova/article/spacetime-might-superfluid-help-explain-gravity/
  5. http://betteridgeslaw.com/2014/05/are-we-living-underwater-researchers-believe-the-universe-might-be-a-liquid-superfluid/
  6. https://home.cern/news/news/physics/na64-casts-light-dark-photons
  7. https://www.express.co.uk/news/science/1132279/Dark-matter-breakthrough-CERN-experiment-dark-photos-dark-matter-particles
  8. Adam mann https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0262407913621478
  9. https://www.scientificamerican.com/article/does-dark-matter-encircle-earth/
  10. https://www.forbes.com/sites/startswithabang/2018/03/24/ask-ethan-if-dark-matter-is-everywhere-why-havent-we-detected-it-in-our-solar-system/#1c9922e8352f

Kuran'da Mikail'in görevinden bahsedilmez. Mikail'den bahseden tek ayet şudur:

“Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâîl’e ve Mîkâîl’e düşman ise, şübhesiz Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara, 98)

Klasik anlatı da tüm doğa olaylarını yöneten baş melektir. Eskiden tüm doğa denince sadece Dünya meteorolojisi anlaşılabilir ama Kuran'da olmayan bua anlatımı doğru kabul edersek tüm evrenin işlerini düzenleyen baş melek de olmuş olabilir. kesinlik olmayan ve Kuran'da geçmeyen rivayete dayalı ifadeleri "Kuran'a neden inanmıyorum" konusuna dayanak yapmak argüman türetmek için boşa çabalamanın işaretidir.

Tatlı suda mercan yetişir mi? Tatlı su da mercan olur mu olmaz mı konusu çok tartışılıyor. ateistler Kuran’ın yanlış yaptığını, çünkü tatlı sudan mercan çıktığını iddia ediyorlar. Mercanların tuzlu deniz suyunda yetişen canlılar olduğu biliniyor. Kuran tatlı sudan mercan çıkarırsınız gibi bir ifade kullanıyor mu?

Tatlı suda mercan yetişir dediği iddia edilen ayetler

Önce ayete bakalım;

Rahman suresi:

﴾19﴿ O, birbirine kavuşmak üzere iki denizi salıverdi.

﴾20﴿ (Ama) aralarında bir engel vardır; birbirlerine karışmazlar.

﴾21﴿ Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?

﴾22﴿ Onlardan inci ve mercan çıkar.

﴾23﴿ Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?

﴾24﴿ Denizde yelkenlerini bayraklar gibi açarak süzülüp giden gemiler O’nundur.

﴾25﴿ Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?

tatlı suda mercan yetişir mi?
Mercan çeşitleri

 

Ayet tatlı sudan bahsetmiyor

Bu ayetlerde bahsedilen birbirine karışmayan denizler, tatlı su ve tuzlu su denizleri değildir. Çünkü öyle bir ifade yok. Burada tatlı suda mercan yetişirmi diye bir soru sormak anlamsızdır. Daha önce birbirine karışmayan denizler mucizesini açıkladığım 9 numaralı yazıma bakarsanız bu ayetleri iyice açıklamıştım. Denizlerde haloklin ve termoklin bariyerler vardır ve bu bariyerler farklı deniz kütlelerini birbirinden bir duvar gibi ayırır.

Haloklin bariyer

Haloklin bariyer, deniz sularının tuzluluk oranları farklı olduğunda ortaya çıkar. Örneğin kutup buzulları sürekli eridiği için kutuplarda denizin üst 50 metrelik kısmı yani üst deniz tatlı su iken 50 metreden aşağıda olan kısım tuzlu su denizidir. Buzullar erimeye devam ettiği sürece yani en son buzul çağının bitişinden beri üstteki su sürekli tatlı sudur. Haloklin bariyerden dolayı bir anda karışmazlar ve orada üst deniz suyunu 50 metre derinliğe kadar içecek su olarak kullanabilirsiniz. Bu tatlı su ve tuzlu suyun denizlerde karışmaması olayını şu ayet anlatıyor:

Furkan, 53: “İki denizi salıveren de O’dur. Biri tatlı, susuzluğu giderici; biri ise tuzlu, acıdır. Bununla berâber aralarına bir engel ve aşılmaz bir sınır koymuştur.”

Termoklin bariyer

Bunun yanında bir de termoklin bariyer vardır ki denizlerin sıcaklık farkından dolayı aralarında yine bir bariyer oluşup iki farklı suyun karışmaması olayıdır. Burada suların ikisi de tuzludur ve karışmamalarını sağlayan olgu tuz farkı değil sıcaklık farkıdır. Dünya’da bunun da örnekleri çoktur.

Örneğin; Örneğin Danimarka’da BALTIK DENİZİ VE KUZEY DENİZİNİN karşılaşma noktasında yoğunluk ve sıcaklık farkından dolayı büyük su kütleleri hemen birbirine karışmaz. Farklı iki su kütlesi olarak gözle dahi aralarına bir perde çekildiği görülür ki bu perdeye termoklin bariyer deniyor. Yine aynı manzarayı Alaska körfezinde de görebilirsiniz. Fakat her iki deniz de tuzlu sudan oluşur ve bu birleşmeyen her iki denizde de mercan çıkarılır ve balık avlanır. İşte Rahman 19-23’de bahsedilen denizler bu tür normal tuzlu su denizleridir.

Bu yazıyı daha önce İnstagram’da kısaca açıklamıştım. Demiştim ki Rahman 19-23 ayetlerinde bahsedilen denizlerde tatlı su ifadesi geçmiyor, bunlar normal tuzlu su denizlerinden bahsediyor. Fakat ateist arkadaşlar anlamamakta direttiği için bu defa bu yazıyla bilge insanlara anlatır gibi değil de çocuğa anlatır gibi anlatmaya karar verdim. Tatlı suda mercan yetişir mi konusu umarım anlaşılmıştır.

Denizler ve göller

Bir de Fatır 12 ayeti vardır:

"İki deniz bir değildir. Şu, tatlı, susuzluğu keser ve içimi kolay; şu da, tuzlu ve acıdır. Ancak her birinden taze et yersiniz ve takınmakta olduğunuz süs eşyalarını çıkarırsınız. O'nun fazlından aramanız ve umulur ki şükretmeniz için gemilerin onda (denizde) suları yara yara akıp gittiğini görürsün."

Bu ayette ise birbirine karışmayan denizlerden bahsedilmez, büyük göller ve denizler gibi tatlı ve tuzlu su kütlelerinden söz edilir. Arapça da denizlere, göllere ve büyük nehirlere Bahr denir. Tatlı su denizleri olan göllerin ve tuzlu denizlerin her ikisinin de nimet olarak verildiğinden ve süs eşyaları çıkarıldığından bahsediliyor. Süs eşyalarının hangisi olduğu söylenmemiştir. Süs eşyalarına örnek olarak denizden inci ve mercan, tatlı sulardan ise sedef çıkarılır.

Özetle: Tatlı suda mercan yetişir mi meselesi

Bu yazıda tatlı suda mercan yetişir mi şeklinde Kuran'ın sorgulanmaya çalışıldığı anlamsız bir soruyu cevaplandırmaya çalıştık. Kısaca Furkan 53’te geçen tatlı su ve tuzlu su deniz tabakaları kutuplarda görülebilecek bir olayı ifade eder. Fakat mercanlardan bahseden Rahman 19-23’te ise tatlı su diye bir ifade geçmez bu denizler normal bildiğiniz denizleri ifade eder. Örneğini Alaska ve Danimarka’da gördüğümüz birbirine karışmayan normal denizlerdir. Bu denizler tuzlu sudan oluşur ve ayetin belirttiği gibi her ikisinde de mercan yetişir.

Rahman 19-23’ü tatlı su denizleriyle karıştırmalarının bir nedeni de bazı meal yazarlarının bu ayetin mealini verirken parantez içinde “tatlı” diye bir ifade koymalarıdır ki maalesef kendi yanlış anlamalarını Kuran’ın mealine yansıtınca Kuran hakkında yapılan her olumsuz propagandaya hemen atlayan kişileri yanıltmış ve sapıtmışlıklarını iyice artırmış oluyorlar.

Tatlı suda mercan olur mu şeklinde sorulan soruya bildiğimiz kadar yetişmiyor ve Kuran'da böyle bir şey demiyor diye cevap verilebilir.

Mercanlar hakkında muhtemelen bilmediğiniz 6 bilgi

  1. "Denizin yağmur ormanları" olarak bilinen mercan resifleri okyanusun % 1'inden azını kaplar ancak bilinen tüm deniz türlerinin neredeyse % 25'ine ev sahipliği yapar!
  2. Mercanlar aslında hayvandırlar, bitki değildirler.
  3. Mercan resifleri, dünyadaki biyolojik en büyük yapılardır.
  4. Mercan resifleri, mercanların içinde yaşayan ve onlara yiyecek sağlayan algler nedeniyle doğal olarak renklidir.
  5. Üç ana mercan resif türü, saçaklı resifler, bariyer resifleri ve mercan atolleridir.
  6. Ne yazık ki, mercan resiflerinin % 25'i geri dönülemez şekilde hasar görmüştür. Kötü balıkçılık uygulamaları, mercan madenciliği ve iklim değişikliği, kötü durumlarının arkasındaki nedenlerden bazılarıdır.

 

 

Tevrat'ı bilmemekten kaynaklı bir iddia. Bugünkü Tevrat dediğimiz kitap 35 farklı kitabın toplanmış halidir ve yahudiler bu kitaba Tanah derler. Tanah'ın sadece ilk kısmı Tevrat'tır. İçinde Zebur kitabı da dahil çok sayıda kitap vardır. ateist zannediyor ki Zebur diye ayrı kitap yok ve Tevrat'ın parçasıdır. Bu da muhatap olduğumuz kitlenin internet alimi olmalarının getirmiş olduğu özgüveni ve yol açtığı derin cehaleti gösteriyor.

Daha önce bunu 73. soruda makyajlayıp farklı bir şekilde sormuştu. Aynı cevabı buarya da koyalım:

Aslında arada bir meal okumuş çok ilmi olmayan bir kimse bile bu sorunun gerçekleri yansıtmadığını hemen anlar. Fakat sözde Kuran’ı 3.897.659 defa bitirdiğini iddia eden bazı ergen ruhlu ateist arkadaşların nedense Kuran’dan haberi yok ki bu soruyla akılları karıştırmak istiyorlar ve bilgisiz gençler üstünde maalesef başarılı olabiliyorlar.

Cennet ayetlerinde kadınlar ve erkekler ayrı ayrı anılır

Öncelikle 69# numaralı “KURAN’DA KADINLARA CENNET VAAD EDİLMİYORMUŞ (!)” isimli yazımızı sitemizden okursanız, Cennet ayetlerinde mümin erkekler ve mümin kadınların ayrı ayrı zikredildiğini göstermiştik. Örneğin Bkz: Mümin suresi. 40, Nisa suresi 124, Tevbe Suresi 72, Nahl suresi 97, Ahzab Suresi 35, Ahzab Suresi 73, Hadid Suresi 12, Hadid Suresi 18, Ali imran Suresi 195 gibi.

Fakat beş ayetinde ise müminlerin orada güzel kadın eşleri olacağından bahsediyor. O bazı ateistlerde diyor ki Kuran baştan aşağıya hurileri anlatıyor, hep erkeklere anlatmış, kadınlara hiçbir şey yok (!).

Yepyeni bir yaratılışla muhteşem tekrar yaratılan kadınlar

Öncelikle Kuran’da onlarca Cennet’i anlatan ayetler vardır, beş tanesinde ise eşlerden veya Hurilerden bahsedilir. Fakat bu ayetlerde de erkekleri gözetip kadınları gözetmeme durumu diye bir şey yok, çünkü Dünya kadınlarının da orada yepyeni bir güzellikle yaratılarak erkeklerle eşleşecekleri için o eşlerden ve hurilerden bahseden ayetler zaten Dünya kadınlarıdır ve her iki cinsiyete da eşit müjde veren ayetlerdir. Bakın Cennet’te kadınların mükâfatı neymiş:

Vakıa 35-37: “Biz (oradaki) kadınları da yeniden bir güzel inşa’ etmişiz, Onları bakireler (el değmemiş bekarlar) yapmışızdır. Hep yaşıt (denk) sevgilidirler.”

Evet Dünya’da iki sevgili nasıl birbirlerinden ünsiyet duymada eşitlerse ahirette de kadınlar ve erkekler birbirlerine yaşıt ve denk sevgililer olacak.

Şimdi sadece erkeklere eşler vaad edildiği düşünülen ayetlere bakalım ve bu ayetlerin aslında her iki cinsiyet için müjdeler içeren ayetler olduğunu gösterelim. Bu ayetler erkeklere hitap edilerek söyleniyor evet, ama Arap dil kaidelerine göre inen Kuran’ın genel üslubudur bu üslup. Genel olarak kavmin erkeklerine hitap edilerek konuşulur ama emirler ve yasaklar kadın ve erkek herkes içindir. Bu durumu sitemizde 160# nolu yazımızda detaylı açıklamıştık.

Cennet kadınları Cennet erkekleri ile eşleşir ve eşit sevgilileridir

Kuran’da belirtilen bu beş ayette de erkeklere hitap edilerek (veya öyle biliniyor) eşler verileceği söylenir ama yukarıdaki Vakıa 35 ve Nebe 33 ayetlerine göre Cennet kadınları Cennet erkeklerinin yaşıt ve eşit (denk) sevgilileridir. Öyleyse o beş ayette müminlerle eşleştirilecek olan kadınlar (ve muhtemelen huriler) bu Dünya’nın kadınlarıdır. Kuran Dünya kadınlarından başka bir kadından veya huriden bahsetmiyor. Evet, huriler de bu Dünya’nın kadınları olsa gerek, çünkü Cennet’e sınav olmadan, Allah dostu olduğunu ispat etmeden giren insanların olması Cennet’in mantığına ters. Huri denilen kadınlar da Dünya kadınlarının Cennet’te üstün derecelere kavuşmuş olanları olması mümkün ve bu bana daha kuvvetli ihtimal olarak görünüyor.

İlgili ayetlere bakalım

Bakara 25: “İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine ait olduğunu müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıklarında: “Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir” derler ve o rızık birbirinin benzeri olmak üzere, kendilerine sunulacak. Orada çok temiz eşler de onların. Hem onlar orada ebedî kalacaklar.”

Rahman 70-72: “İçlerinde güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar vardır. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Otağlar içinde sahiplerine tahsis edilmiş hûriler vardır.

Saffat 48: “Yanlarında da bakışlarını yalnızca kendilerine çevirmiş iri gözlüler vardır.”

Vakıa 22-24: “İri gözlü hûriler, Saklı inciler gibi, Yaptıklarına karşılık olarak.”

Nebe 31-35: “Erdemliler için kurtuluş vardır. Bağlar, bahçeler. Genç ve yaşıt eşler. Dolu kadehler. Orada ne bir boş söz ne de bir yalan işitmezler.”

Özetle

  1. Kuran’da çok sayıda geçen Cennet nimetlerinde hep mümin kadınlar ve mümin erkekler diye her iki cinsiyette ayrı ayrı belirtilir.
  2. Onlarca ayetteki nimetler her iki cinsiyet için ortaktır.
  3. Beş ayette ise erkeklere hitap edilerek eşler verileceği, eşleştirilecekleri söylenir ki bu yaşıt eşlerin yeni bir yaratılışla tekrar yaratılan kadınlar olduğu Vakıa 35 ayetinde belirtilmiş. O halde erkeklere hitap edilerek gelen bu tüm ayetler, her iki cinsiyete eşit bir müjde vermektedir. Her iki cinsiyetin Cennet’te eşit sevgililer olacağını aynı yaşta bulunacaklarını söylemektedir.
  4. Yine kadınlara özel olarak onların Cennet’te çok güzel ve bekâr yani el değmemiş olarak tekrar yepyeni ve Cennet’e layık muhteşem bir yaratılışla yaratılacaklarını söyler ki böyle bir ifade ve güzellik tasvirleri erkekler için kullanılmamıştır. (Ama tabiki erkek kadın hepsi güzel yaratılacaktır.)
  5. Ayrıca 70 bin huri söylemleri Kuran eksenli değildir. Cennet’te çok eşlilik olduğu bile Kuran’da geçmez. Çok eşlilik olsaydı Âdem (a.s.) Cennet’te çok eşli olurdu. Demek ki Cennet’in zevkleri sadece eşlerle sınırlı değil ve çok eşliliğe gerek yoktu. Cennet ayetlerinde Müslümanlara çoğul olarak hitap ettiği için karşılığında çoğul olarak eşler kelimesi kullanılır. Yani eşler kelimesinin çoğul kullanılması çok eşlilik olduğu anlamına gelmez.
  6. Ayrıca bazı ayetlerde Cennettekilerin altın bilezikler ve inciler takacağı geçer ki bunlar erkekler için değil kadınlar için gelen ödüller gibi duruyor (Hac 23).
  7. Kadınların yeni bir yaratılışla bakireler (el değmemiş bekârlar) olarak yeniden yaratılması demek, onların yepyeni olarak her şeye sıfırdan başlayacakları, ne bir cin ne de bir insanın daha önce dokunmadığı yepyeni eşsiz bir güzellikle yani bekâr genç kızlar olarak Cennet’e girecekleri demektir. Sonsuza kadar bekâr kalacaklar demek değildir. İlk yaratılıştaki bekârlıktır, sonsuz bir bekârlık değildir.

Soru: Allah bazı insanları cehennem için yarattık der mi? Araf 179 ayetinde cehennemde yakmak için insanlar mı yaratıldığı söyleniyor? Yoksa biz mi ayeti yanlış anlıyoruz.

Araf 179: “Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.”

Ayette bir sebep ve sonuç ilişkisi var. Yani aklı, kalbi, gözü, ve kulağı olduğu halde, bunları evrendeki Allah’ın ayetlerini ve delillerini görmek için kullanmayanlar Cehennem’in halkıdırlar.

Bu ayet sebep-sonuç ilişkisi içinde bir durumu belirtirken ateist arkadaşım bunu tersten okuma yaparak sonuç-sebep ilişkisi içinde göstermek istemektedir. Yani ateiste göre önce sonuca karar verilmiş ve sonra sebep oluşturulmuş. Yani Allah önce Cehennemlik olacaklara karar vermiş sonra onları akıllarını ve gözlerini Allah’ı anlamak için kullanamaz varlıklar olarak yaratmıştır. (Hâlbuki Kuran, insanın özgür iradesinden dolayı yargılanacağını ve hesap vermesinin nedeninin iyilik ve kötülüğe karar verecek kendi iradesi olduğunu hep vurgular.)

Ayeti şimdi de anlamsal olarak tersten okuma yapalım: “Aklını, kalbini, gözünü, kulağını Allah’ın evrendeki ayetlerini anlamak ve O’nu tanımak için kullananlar Cennet için yaratılmıştır.”

Soru:

Allah dilediğine azap eder, dilediğini bağışlar ayeti ne demektir? Allah’ın dilediğine azap ettiği kişiler kimlerdir? Allah dilediğine azap eder, dilediğini bağışlarsa kulun iradesi nerede kalmıştır?

Giriş

Al-i İmran 129: “Oysa göklerde ve yeryüzünde olan her şey Allah'ındır. O, dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır. Allah affedicidir; merhametlidir.”

Bu ayet hakkında bir kafa karışıklığı oluşturmak için internet sitelerinde veya bazı kitaplarda yazılar yazıldığını görürsünüz. Oysa durum klasik bir ayet cımbızlamasından ibarettir. Çünkü bir önceki ayeti okursanız zaten bu ayetin kimlerden bahsettiğini anlayacaksınızdır.

Allah dilediğine azap eder -  Al-i İmran 129

Al-i İmran 128: “(Allah'ın) Onların tevbelerini kabul etmesi veya zalim olduklarından dolayı azaplandırması işinden sana bir şey (sorumluluk ve görev) yoktur.”

Al-i İmran 129: “Oysa göklerde ve yeryüzünde olan her şey Allah'ındır. O, dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır. Allah affedicidir; merhametlidir.”

128 nolu ayete bakarsanız günahlarından tevbe edenler ve zalimliklerine devam edenlerden bahsediliyor. Yani samimi tevbe edenleri Allah affetmek ister, zalimliklerine devam edenleri ise azaplandırmak ister. Bunun yanında tevbenin kabulü de vurgulanmıştır. Yani tevbe etmekle bağışlanacak diye bir şey de yok, başka ayetlerde belirtildiği gibi bu tövbenin samimi olması ve zoru görünce yapılmış olmaması gerekir. Allah herkesin kalbindekini iyi bilir.

Allah dilediğine azap eder

Allah her tevbeyi kabul edecek diye bir şey yok

Nisa 17: “Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Bu yüzden dolayı Allah bu zalimleri ve tövbesini kabul etmedikleri kişileri kendi iradesi ile cezalandırmak isteyecek fakat samimi tövbe edenleri ise affedip Cennet’ine koymak isteyecektir. Bunların kararı ve dilemesi Allah’a aittir fakat sebebi kullara aittir. Din gününün Mâliki Hâkimi odur. Tıpkı mahkemelerdeki hâkimlerin kararlarında özgür oldukları gibi, dilediğini cezalandırıp dilediğine beraat vermekte serbest oldukları gibi… Tabiki hâkimin dilemesi de kişinin işlediği zulmüne ve iyi niyetine göre değişir.

Maide 40

Benzer bir ifade Maide 40’ta da geçmekte olup onunda bir öncesindeki ayette kötülükleri işleme ve tövbe etme durumuna vurgu yapılmaktadır.

Maide 39: “Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.”

Maide 40: “Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu bilmiyor musun? O, kimi dilerse azaplandırır, kimi dilerse bağışlar. Allah, her şeye güç yetirendir.”

Özetle

Allah dilediğine azap eder, dilediğini bağışlar ayeti zulüm edenler ve tövbe edenlerle alakalı bir ayettir. İnsanların iradesine bağlı olmayan bir durum yoktur. Başka ayetlerde de Allah’ın kimseye haksızlık yapmayacağı, kimseye zulmetmeyeceği bildirilmiştir.

Yunus 44: “Doğrusu Allah, insanlara zerrece zulmetmez. Fakat insanlar kendilerine zulmederler.”

Nisa 40: “Gerçek şu ki, Allah zerre ağırlığı kadar haksızlık yapmaz. (Bu ağırlıkta) Bir iyilik olursa, onu kat kat kılar ve kendi yanından pek büyük bir ecir verir.”

Ayrıca Allah’ın saptırması ile ilgili ayetlerin ne demek olduğunu anlayamıyorsanız 271 nolu yazımızı okuyunuz.

Daha önceki bir yazımda, Kuran’da geçen gökler kavramının bazen üstümüzde bulunan atmosferimizi bazen de tüm uzayı kast ettiğini örnekleriyle anlatmıştım. O yüzden o bahsi burada tekrar açmayacağım. İndirildiği zamandaki muhataplarının sade diliyle konuşarak herkese hitap eden Kuran, bu sadeliği içinde yine de gelecek asırlarda anlaşılabilecek çok önemli gizli gerçekler barındırıyor. Örneğin;

Yeryüzü bilimcilerine göre, yer kabuğu sadece katı materyalleri (6 ila 70 km) değil aynı zamanda hidrosferi (denizler, yerüstü ve yer altı suları) ve atmosferi de kapsamaktadır. Çünkü atmosfer de bu yer kabuğunun gaz kısmıdır ve üzerinde asılı durmaktadır ki kabukla bağlantısını da koparmamıştır. Sürekli etkileşim halindedirler. Kısacası atmosfere yer kabuğunun uçucu bileşenleri olarak bakarlar [1]

Bilim insanlarına göre ilk atmosfer volkan bacalarından çıkan metan ve amonyak ve karbondioksit gazlarıyla oluşmaya başladı. Yani ilk atmosfer Dünya’mız üzerinde tam bir duman perdesi idi. Daha sonraki devirlerde mikroorganizmaların ve bitkilerin fotosentez yapmasıyla birlikte karbondioksit seviyesi düşüp oksijen seviyesi yükselmeye başladı ve atmosfer bugünkü halini aldı. [2]

93161-004-C3C7AF97.jpg

Şekil 1: Volkan bacalarına bir örnek. Yeryüzünün ilk hali bu dumanlardan dolayı görünmeyecek seviyedeydi.

Atmosferin Dünyamız üzerinde yükselmesi gazların uçuculuğundan dolayıdır. Gazların uçup uzaya dağılmaması ise Dünya’nın yerçekimi etkisinden dolayıdır [3]. Hidrojen gibi hafif gazlar yerçekiminden daha kolay kurtulduğu için atmosferi oksijen gibi daha ağır gazlara terk ederler, bu ise yaşamın devamlılığını sağlar. Peki, Dünya’nın yerçekimi daha fazla olsaydı ne olurdu? Cevap: Gazlar yer kabuğundan ayrılamazdı yani hiç atmosfer oluşamazdı veya şu an olduğundan çok daha ince bir atmosfer olurdu. Yerçekimi daha az olsaydı, gazları yeterince tutamadığı için gazlar uzaya kaçacaktı ve yine çok ince ve yoğun olmayan bir atmosfer oluşacaktı. Bu durumda da şu anda Dünya’da yaşayan hayvanların yaşaması imkânsızdı.

Bu ön bilgiler ışığında şu ayetlerin harikalığına bir bakalım:

“Göğü de, kendi izni olmadıkça yerin üzerine düşmekten korur.” Hacc 65

Atmosferin yerin üzerine düşmemesinin nedeni Dünya’nın hafif kütle çekimi etkisi olduğunu söylemiştik. Yani daha ağır olsaydı atmosfer yer üzerine çökmüş olacaktı. Peki, 1450 sene önceki bir kitabın bugünün bilimine tıpatıp uymasını ve hiçbir bilimsel çelişki barındırmamasını ne ile izah edebilirsiniz? İnsanların dehası ile mi, yoksa o kitapta konuşanın âlemleri yaratan ile aynı olduğu gerçeği ile mi?

Devam edelim, şu ayete bakın:

“İnkâr edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” Enbiya 30

Bu ayet aynı zamanda big-bang patlamasıyla yerin ve uzayın ayrılmasına da uyuyor. Yani insana diyorki bir zamanlar üzerinde yaşadığınız yeryüzü ve uzay tek parça idi.  Kuran’ın mucize yönlerinden bir tanesi de bir cümle içinde çok hakikatleri barındırmasıdır, bu ayet hem evrenin hem atmosferin oluşumunu tek cümlede açıklıyor.

Buyurun bakalım bu mucize ayeti ne ile izah edeceksiniz? Devam edelim;

Dünya’da bulunan kütle çekimi gücünün etkisinden dolayı Dünya (ve diğer gezegenler) küremsi şekle sahiptir. Dünya’nın ve diğer gezegenlerin başka şekil almaları mümkün değildir. Yani bir gezegen bir yıldızdan koptuğunda eğri büğrü bir şekli varsa da zamanla ister istemez küremsi veya geoit olacaktır. İstese de istemese de şekli buna dönüşecektir. Yine atmosfer Dünya’nın kütle çekiminden dolayı istese de istemese de orada asılı kalacaktır. Çünkü fizik sabitleri hassas bir şekilde bu sonucu verecek şekilde ayarlıdır. Ne atmosferin uçuculuğu yerden kopmasını sağlayabilir, ne de yer kendine tamamen çekip onun oluşumunu engelleyebilir. Çok hassas ayarlarla atmosfer Dünya üzerinde dengede kalmıştır. Peki şu ayete bakalım:

Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de, “İsteyerek geldik” dediler. Fussilet 11

Daha önceden ilk atmosferimizin duman halinde olduğunu söylemiştik. Sonra fizik ve kimya sabitlerinin etkisi ile Dünya kaçınılmaz hali olan geoit halini almıştır. Yani burada üç harika gerçek var. Birincisi atmosferin ilk halinin duman olduğunun bildirilmesi, ikincisi ise “isteyerek veya istemeyerek” derken fizik sabitlerinin dünyayı ve atmosferi oluşturan gücünü göstermesi ve görevini vermesidir. Bilim insanları uzayda bulunan toz parçacıklarının statik elektrik yardımı ile birbirlerine yapıştığını ve kümeler oluşturduğunu ve bu kümelerin zamanla gezegenlere dönüştüğünü rapor etmişlerdir. Yani bu toz zerreleri kaçınılmaz olarak gezegenleri ve yıldızları oluştururlar. Üçüncüsü göklerin ve yerin sonradan bu hale dönüştürüldüğünün belirtilmesi.

Bütün bu harika ayetleri ne ile açıklayacaksınız. Buyurun hadi bakalım. Kuran meydan okuyor. Şimdi bize on tane çok garip gelecek bilimsel teoriler söyleyin, Söyledikleriniz yeni olsun ve şaşırtın bizi. Aradan 1450 sene sonra gelişen teknoloji ile anlayalım ki söylediklerinizin hepsi doğruymuş. İşte Kuran’ın nasıl bir meydan okuma yaptığını şimdi anlayabildiniz mi?

“Yoksa “onu (Kur’an’ı) uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi Allah’tan başka gücünüzün yettiklerini de (yardıma) çağırıp, siz de onun gibi uydurma on sûre getirin.” Eğer size (bu konuda) cevap veremedilerse, bilin ki o (Kur’an) ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Artık müslüman oluyor musunuz?” Hud 13-14

İnstagram: https://www.instagram.com/?hl=tr 

KAYNAKLAR

Kuran’da miras ayetlerinde (Nisa 11-12) matematik hatası olduğu iddia ediliyor. Şöyle ki; ölenin çocuğu, eşi, babası gibi kişiler için ayrı bir miras katsayısı belirlenmiştir. Fakat bu ayetlerde bir denklem hatası olduğu iddia ediliyor. İddiaya göre miras bölüşümünde her zaman verilen oranların toplamının 1 olması gerekir. Ama bazen 1’i geçiyor. Örneğin; ölen bir adamın kız evlatlara malın 2/3’ünü verirsiniz, anne ve babanın her birine 1/6, karısına 1/8 verdiniz mi toplam 1,125 olur. Yani mal yüzde 125 çıkar. Hâlbuki yüzde yüz çıkmalıydı derler.

Cevap: Kuran’da miras ayetlerinde bir hata yok fakat insanların matematik yöntemi hatası var. Şöyle anlatayım, oradaki rakamları düz denklem tarzında algılarsanız oran sonucunun bir (1) rakamından daha az çıktığı da bir sürü denklem yazabilirsiniz. Mesela yukarıdaki örneğe göre mirasçılar sadece bir kız çocuğu olsa idi mirasın 2/3’ü paylaştırılmış olurdu, yani 0,66 sayısı ortaya çıkar ki bu da 1 rakamından azdır, eşit değildir. Yukarıdaki iddia sahibi diyor ki Tanrı örnekteki kombinasyonları hesaplayamamış (!).

Mirasta bir kişi varsa ne olacak?

İyi tamam da sadece bir kişinin örneğin bir kızın kaldığı durumu da mı hesaplayamamış, çünkü o durumda ise bir (1) rakamından daha düşük çıkar. Oysa az sayıda mirasçının kalması çok yaygındır ve herkesin aklına gelir.

Veya mirasçı sadece baba ise mirasın 1/6’sı paylaştırılmış olur, bu da bir rakamından azdır. Veya kız çocukları ve babası kalsa bu durumda oran düz denkleme göre 5/6 çıkar, bu seferde bir rakamından küçük çıktı. Bu örnekleri oldukça uzatabilirsiniz. Hâlbuki ölen birinin sadece bir kızı kalabileceğini veya anne babasının kalabileceğini herkes bilir. O halde demek ki burada 1’e eşitlenecek bir denklem verilmemiştir. Kuran’da matematik hatası var yanılgısının temeli buradan kaynaklanıyor.

Peki miras ayetlerindeki mesele nedir?

Mesele; bu oranların mirasçıların birbirine karşı nispi oranları olmasıdır. Mesela erkek çocuk kız çocuğunun iki katı alacak denildiği zaman kız için 0,5 pay miras, erkek için 1 pay miras diye hesap ederseniz yine denklemde sonuç 1.5 çıkar, yine yanılırsınız. Bu iki oran her iki çocuğun birbirlerine karşı nispi oranlarıdır. Bu nispi oranları bir rakamına tamamlarsınız ve erkek çocuk 0,66 alır, kız çocuk ise 0,33 alır.

Aynı şekilde yukarıda saydığımız miras durumlarında oranlar 1’den fazla çıkıyorsa herkesten eşit oranda azaltılarak mal miktarına çekilir. Yine oranlar bir rakamından az çıkıyorsa herkesin oranları eşit oranda artırılarak malın tamamı bölüştürülür. Örneğin bir kız çocuğu kalmışsa ve bu kız çocuğuna 2/3 denmişse başka kişi olmadığı için malın tamamını alır. Eğer bir kız çocuğu ve bir dede varsa sonuç 5/6 çıkacağı için her iki kişinin payı 6/5 oranında artırılır, böylece malın hepsi bölüştürülür. İlk sorudaki örnekte ise her kişinin nispi oranı 5/4 oranında azaltıldığı zaman birbirlerine karşı oranları korunmuş olur ve malın tamamı eksiksiz bölüşülür.

Yani ayetteki oranlar denklemi bir (1) rakamına tamamlamak için verilmemiş, mirasçıların aldıkları payın birbirine göre nispi oranları olsun diye verilmiştir. Hz. peygamber çok fazla miras paylaştırmadığından dolayı her türlü miras kombinasyonları onun zamanında görülmemiş ama ilk devirde Hz. Ömer başkanlığındaki sahabeler mirasta kimin ne alacağını sistematik bir şekilde açıklamışlar ve bu ayetlerin azaltma (avliye) ve artırmaya (reddiye) dayalı nispi oranları ifade ettiğini belirtmişlerdir. Oranları 1’e çekecek şekilde bu artırmanın ismi Reddiye azaltmanın ismi ise Avliye’dir. Bu matematik yöntemlerini bilmezseniz veya sadece azaltmayı (avliyeyi) görüp artırmanın (reddiye) da doğal bir sonuç olduğunu görmezseniz Kuran’da matematik hatası var zannedebilirsiniz.

Kitaplar dolusu olasılıklar

Eğer ateistlerin iddia ettiği gibi miras paylaşımında bütün kombinasyonların 1 rakamına eşit olacak şekilde bir denklem yazmak isterseniz, matematik kanunları çerçevesinde bu imkânsızdır. Çünkü mirasta yüzlerce kombinasyon var ve her kombinasyonun oran olarak değil de denklem olarak 1’e eşit olmasını isterseniz yüzlerce farklı formül yazmanız gerekir. Fakat Kuran, denklemlerin değil de oranların 1 rakamına eşit olacak şekilde bir yol göstermiş. Bu şekilde yüzlerce sayfa ile anlatılabilecek denklemleri, çok basit şekilde bir ayetteki birkaç cümle ile halletmiştir.

Aslında Kuran’ın bu yöntemine Matematik hatası demek büyük hatadır ve Kuran’a Matematik ödülü verilmesi gerekirken, anlamaktan uzak kişiler bu gerçekleri görmemekte veya anlamak istememektedirler. Kısaca Kuran’da matematik hatası yoktur, bazen artarak (reddiye) bazen azalarak (avliye) oranların nispi dengesinin korunması vardır.

İsra 82: “Biz Kur’ân’ı müminlere şifa ve rahmet olarak indiririz. Ama o, zalimlerin ise sadece ziyanını artırır.”

Bunu hangi ayetten çıkarmış şaşılacak birşey, böyle muğlak iddiaların yanına ayet belirtmemiş zaten.

11. soruda bunu yine sormuştu. Cinleri görebiliyorsunuz demiyor zaten ayetler. İnsanoğlunun göremediği veya algılayamadığı çok geniş bir spektrum evreninde yaşıyoruz. Cinleri veya melekleri tespit edemeyeşimiz olup veya olmadıklarını ispatlamaz. Nötr bir argüman.

ateist iddiacı yine ayeti belirtmek istememiş. Cevabı kolay olan iddialarda ayet belirtmemiş genellikle. Allah birşeyleri şart koşsa bile ona pazarlık denmiyor. Teolojideki karşılığı antlaşmadır. Eski antlaşma ve yeni antlaşma gibi. Veya Kuran'da salih amel ve iman şartıyla Cennet'e girebileceğimizin söylenmesi gibi.

Formal olmayan uluslarası savaş kurallarına göre bir topluluk sizinle canınızı almak üzere savaşıyorsa ve siz onları yenerseniz, malları üzerindeki tüm tasarruf yetkisi size geçer. Bunun kaldırılması demek düşmanı caydırıcılık açısından zayıflamak demektir, psikolojik olarak da düşmanın üstün duruma gelmesi demektir. Bu tüm kavimler için geçerlidir. Osmanlı veya Orta asyada'ki atalarımızda savaşı kazanınca topraklarınız ve mülklerinize dokunmayınız dememişler malı temellük etmişlerdir. Tabi ateist bu durumu ganimet ve yağma kelimeleri ile verince daha iyi algı oyunu çekebiliyor.

Ahzab 50'de peygamberin amca kızlarıyla evlenmesine izin veriyor, ensest dediği bu. Ancak bu kadar samalanabilirmiş. İddiaların tarafsızlıktan yoksun ve düşmanlık hisleriyle yanıltıcı kelimelerle dolu olduğunun bir örneği daha işte.

AHZAB 50: “Ey Peygamber, gerçekten biz sana ücretlerini (mehirlerini) verdiğin eşlerini ve Allah’ın sana ganimet olarak verdikleri (savaş esirleri)nden sağ elinin malik olduğu (cariyeler) ile seninle birlikte hicret eden amcanın kızlarını, halanın kızlarını, dayının kızlarını ve teyzenin kızlarını helal kıldık; bir de, kendisini peygambere hibe eden ve peygamberin kendisini nikahlamak istediği mü’min bir kadını da, -mü’minler için olmaksızın yalnızca sana has olmak üzere- (senin için helal kıldık). Biz, kendi eşleri ve sağ ellerinin malik olduğu (cariyeleri) konusunda onlar (mü’minler) üzerine neyi farz kıldığımızı bildik (size bildirdik). Böylelikle senin için hiç bir güçlük olmasın. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”

Ahzab 50’de Peygamberin kimle evlenebileceği neden anlatılmıştır diyorlar. Fakat bu ayette Peygambere ve Müslümanlara sahip olmadıkları yeni bir hak gelmemiş, tam tersine hak sınırlandırılmasına gidildiğini göremiyorlar mı? Yani Peygamber de diğer insanlar gibi zaten istediği kişi ile evlenme hakkı doğal olarak varken bu ayet geliyor ve ancak şunlarla şunlarla evlenebilirsin deyip seçeneğini daraltıyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi Hz. Muhammed, İslam için sıradan herhangi bir kişi değildir. Allah, kendi Resulünü hata yaptığında birkaç ayetinde eleştirdiği gibi, bazı ayetlerinde de bilerek hata yapması halinde çok ağır cezalara çarptıracağıyla uyarır. Çünkü O’nun hayatı artık kendine ait değildir ve İslam’ın ağır sorumluluğunu kabullenerek omuzuna almıştır. Bu yüzden yapabileceği evlilikleri de Allah’ın, Kuran’da açıklayarak akıllardan soru işaretlerini kaldırması elbette ki gereklidir. Peygamber, sıradan bir kişi olmayıp hareketleri sınırlandırıldığı gibi Peygamberin hanımları da İslam’ı temsil ettiğinden dolayı Kuran, onlar için de sıradan biri değilsiniz der (Ahzab 32) ve onlara özel olmak üzere de birkaç emir ve sınırlamalar getirir (Ahzab 33). Ahzab 50 ayetinde ise herkesin sahip olduğu “istediği kişi ile evlenme hakkı” Peygamber’e mahsus olmak üzere sınırlandırılmıştır. Yani Peygamberin evlenebileceği kişiler ancak bunlar arasından olabilir denerek, 53. ayette ise bunların dışında başka bir kadını istesen bile sana helal değil diyerek herkese helal olan evlilikler Peygamber için sınırlandırılmıştır. Yani bu ayetler ateistlerin kullanabileceği ayetler değil tam tersine onları çürüten ayetler olduğu halde gerçeği çarpıtmakta bu kadar pişkinlik olmaz doğrusu.

Bu ayette geçen “mü’minler için olmaksızın yalnızca sana has olmak üzere” ifadesi müfessirler tarafından hep en sondaki cümleyi açıklıyor diye düşünülmüş. Yani bir kadın mehirsiz olarak nikah yapmak isterse bu sana mahsus olarak helaldir gibi yorumlanmış. Oysa dinimizde zaten diğer müminler için de geçerli bir durum bu. Yani kadın isterse mehirden vaz geçip nikah yapabilir. Demek ki burada ayet hakkında bir yanlış anlaşılma var. Yanlış anlaşılma şu ki “mü’minler için olmaksızın yalnızca sana has olmak üzere” ifadesi sadece o son cümle için değil ondan önceki Peygamberin evlenebileceği kişileri tarif eden tüm ayetlere aittir. Yani Allah, Peygamberinin evlenebileceği kişileri sınırlarken bu kuralların diğer müslümanlar tarafından görev olarak bilinmemesini çünkü bu emirlerin sadece Peygambere mahsus olduğunu söylemiştir. Fakat ilk müfessirler sadece sondaki ifade ile sınırlandırdığından dolayı bu yanlış anlayış devam etmiştir. Delilini ortaya koyduğumuz gibi, mehirini hibe edip bağışlama zaten diğer müslümanlar için de geçerlidir. Öyleyse “mü’minler için olmaksızın yalnızca sana has olmak üzere” ifadesi sadece bu son kuralı değil, diğer tüm kuralların Peygambere has sınırlandırmalar olduğunu anlatmak içindir. Yani diğer müslümanlara bu sınırlandırmaların hiçbiri geçerli değildir. Yani diğer müslümanlara bu sınırlandırmaların hiçbiri geçerli değildir. Onlar istediği kişiyle istediği şekilde evlilik yapabilir. Onlar için sadece sayı sınırlaması vardır. Diğer bir konu da burada nikahsız bir ilişkinin var olduğunu iddia eden ateistler var. O ayette “yestenkihaha” yani Peygamber nikahlamak isterse kelimesi geçer. Yani nikahsız bir evlilik durumu sadece ateistlerin bir çarpıtmasıdır.

Ayette geçen ganimet olarak verilen sağ elinin malik oldukları konusu: Ez Zadul Mesir tefsirinde bu kadınların Safiye ve Cüveyriye olduğunu açıklar; çünkü o ikisini azat edip onlarla evlenmişti diye ekler. Evet Peygamberimizin savaşlardan direk cariye alması durumu yoktur. Bu iki hanımı ise önce azat edip sonra mehirlerini vererek hür bir kadın olarak evlenmiştir. Bu iki hanım da yahudi reislerinin kızları olup, Peygamberimiz, onlarla evlenerek yahudilerle evlilikten doğan bir akrabalık oluşturmuş ve böylece yumuşamalarını sağlamış oldu, ayrıca bu savaş esiri hanımların sıradan bir eve verilmesi yerine yine bir devlet reisi ile evlenip üst konumlarını müslümanlar arasında da korunması sağlandı.

Saçma bir iddia olmuş ama cevaplalım. Kuran'da sevgi kelimesi HBB kelimesinin türevleridir ve aşkı ifade eder. Bu kelime Kuran'da yüze yakın geçer. örneğin:

Yusuf 30: "Şehirde bazı kadınlar da "Azizin karısı, delikanlısından murad almaya kalkmış, sevgi yüreğini yakıp kavuruyormuş, görüyoruz ki, kadın çıldırmış besbelli..." dediler."

 

Bu yazı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Loading spinner

Kurtuluş Berzan

Yazar 1979 doğumludur. Palandöken dağının eteklerinde yaşamaktadır. 20 yıldır dini ve bilimsel kitaplar okumaktadır. 2018 yılının başından beri öğrendiklerini, çözümlemelerini ve yeni araştırmalarını bu sitede yayınlamaktadır. Doktora derecesine sahiptir. Yazılarımızdan alıntı yapma kuralları için tıklayınız.

8 Yorum

  1. Eksik cevaplar ne zaman tamamlanır hocam?

     

    Bu yazı hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Loading spinner

    1. Elimde farklı projelerle uğraşıyorum ama hızlı tamamlanmasını istediğiniz soru varsa numarasını bildirin, öne alayım.

       

      Bu yazı hakkında ne düşünüyorsunuz?

      Loading spinner

  2. Merhaba, cevaplara tek tek baktım ve bazı eksikler olduğunu gördüm, elimden geldiğince düzeltmeye çalışacağım. 72. soruda “Her şeyi bilen Allah kıyamet saatini meleklerden öğreniyor.” denmiş ve cevap verilmemiş. (Tabii ayet de belirtilmemiş soruda) Hangi ayette geçiyormuş bu diye merak edip Google arama motoruna “Allah’ın kıyamet saatini meleklerden öğrenmesi” yazdım ve karşıma Risale-i ateizm isimli bir sayfa çıktı. Sitede Allah’ın her şeyi bilemeyeceğini falan söylemiş ve kanıt olarak şu örneği kullanmış, orada yazanın tam olarak aynısını yazıyorum;

    “İslam’da da “kıyametin kopacağı anı sadece Allah bilir” inancı vardır.
    Gerçekten öyle midir?
    Kıyametin ne zaman kopacağını herkesten önce Allah mı bilir?
    Örneğin şu anda Allah bu tarihi biliyor mudur?
    Füssilet-47. İleyhi yüraddü ılmüs saah ve ma tahrucü min semeratüm min ekmamiha ve ma tahmilü min ünsa ve la tedau illa biılmih ve yevme yünadıhim eyne şürakaı kalu azennake ma minna min şehıd
    Kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi O’na havale edilir. Meyveler tomurcuklarından ancak O’nun bilgisi altında çıkar, dişi ancak O’nun bilgisi altında hamile kalır ve doğurur. Allah onlara, “Nerede bana ortak koştuklarınız?” diye seslendiği gün şöyle derler: “Sana arz ederiz ki, içimizden onları gören hiçbir kimse yok.”
    Herhalde Allah’a kıyametin saatini ulaştıranlar melekler olsa gerek.
    Kıyametin kopacağı kesinleşince, vakti belirlenebilir hale gelince bu bilgi Allah’a iletilecek anlamı çıkıyor ayetten. Yani bir süreç, bir evrim tamamlanacak ve artık sona doğru yaklaşılacak da, Allah öyle haber alacak.”

    yazılan şey tam olarak bu. O kadar absürd ve gülünç ki, “havale etmek” kalıbının anlamını bilmedikleri gibi, bir de “Herhalde Allah’a kıyametin saatini ulaştıranlar melekler olsa gerek.” diye kendince tahmin yürütüp kafalarından Kur’anî bilgi uydurmuşlar. Önce havale etmek kalıbını inceleyelim. “Havale etmek”in iki anlamı vardır,
    1.
    bir şeyin alınmasını, yapılmasını bir kimseye yüklemek, ona bırakmak, ona ısmarlamak.
    2.
    göndermek, yollamak.
    Günlük hayatta da başımıza gelen bir durumdan örnek verelim, mesela bir şeyi yapmaya gücümüz veya bilgimiz yetmeyince işi daha kudretli, bilgili ve yapabilecek birine havale ederiz. Yani kendimiz elimizi ayağımızı çeker, işi ona “bırakırız”. Zaten “Seni Allah’a havale ediyorum” diye bir söylem vardır dilimizde. Yani “artık senin bu davranışlarını ben düzeltemiyorum, Allah’a bıraktım seni, ben daha uğraşmıyorum” demektir bu. Bu da aynı şey işte, Fussilet suresi 47. ayette kıyamet saatinin yalnızca Allah’ın bilgisi dahilinde olduğu ve bu bilginin irdelenmemesi, öğrenmeye çalışılmaması gerektiği, sadece Allah’a bırakmanın uygun olduğu anlatılır. Nitekim aşağıya bir meal bırakıyorum, tüm olayı açıklıyor;
    “Kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi Allah’a bırakılır.” (Ahmet Parlıyan meali)
    Yani Allah’ın bilgiyi bilmeyip de (hâşâ) başkasından öğrenmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Ve “melekler” diye bir şey geçmiyor ayette zaten. Farazîyetle bir İslâm eleştirisi yapmışlar. Düzeltmek görevimizidir.

     

    Bu yazı hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Loading spinner

  3. AŞK kelimesi neden geçmiyor vay be 😀 mükemmel eleştiri

     

    Bu yazı hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Loading spinner

  4. Hocam Müsait vakitte 67. iddia ile ilgili yazı yazabilir misiniz?

     

    Bu yazı hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Loading spinner

  5. Hocam bazı iddialar boş kalmış, onları da ben cevapladım. 🙂

    54.İddia:
    Nahl 67: “Üzüm ve hurma meyvelerinden sarhoşluk veren içecek ve faydalı besinler elde edersiniz. Aklını kullanan bir halk için, bunda kesinlikle bir ayet vardır.”
    Burada içkiye karşı olumlu veya olumsuz bir yorum bulunmuyor. İçkinin nasıl elde edildiğini anlatıyor, Allah böyle yaptık şöyle şükredin diyor. Ve zaten Allah Nahl 65’ten 69’a kadar tamamen nimetleri sayıyor, böyle yaptım şükredin diyor ve iyi veya kötü olduğunu söylemiyor. Burada üzüm ve hurma meyvelerinden elde ettiğimiz şeylerden bahsediliyor, bunların arasında içki de var, faydalı besinler de. Özetle, Allah burada nimet sayıyor ve iyi mi kötü mü olduğunu söylemiyor.
    Bakara 219: “Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar. De ki: “O ikisinde de büyük günah ve bazı yararlar vardır. Fakat onların günahı insanlar için yararından daha büyüktür.”
    Burada içkiye olumlu bir yorum yapılmamış. Tam tersi, içki içmemeye teşvik eden bir ayet.
    Maide 90: “Ey iman edenler! Şüphesiz şarap, kumar, dikili taşlar ve şans okları şeytan işi pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.”
    Bu ayet de içkinin tamamen yasaklandığı ayet.

    55.İddia:
    Maide 51: “Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar…”
    Ayetin Arapçasında el-yehuda ve el-nasara olarak geçer Yahudi ve Hristiyanlar. Baştaki el takısı, onların belirli bir sınıf olduğunu gösterir. Bu belirli sınıf kimdir diye sorarsanız: Müslümanlara zulmedenlerdir.
    Çünkü aynı ayet diyor ki: “Allah, zalim topluma hidayet etmez.”
    Ayrıca, Ankebut 46 ve Mümtehine 8-9 ayetlerini okursak bunu tam anlarız:
    Ankebut 46: “Haksızlık edenleri hariç, Kitap Ehli ile ancak en iyi şekilde mücadele edin.”
    Mümtehine 8-9: “Allah; sizi, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmaktan, onlara karşı hak neyse onu yapmaktan alıkoymaz. Kuşkusuz ki Allah, haktan ve haklıdan yana olanları sever. Ancak Allah, din konusunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardımlaşan kimselerle yakınlık kurmanızı yasaklamıştır. Kim onlarla yakınlık kurarsa, onlar zalimlerin ta kendileridir.”

    60.İddia:
    Aksine, bu iki ayet Ay’ın, Güneş’ten aldığı ışığı yansıtmada olduğunu kanıtlıyor. İsterseniz, bir Arapça Kur’an sözlüğü olan 10.yüzyılda yazılmış Ragıp İsfahani’nin sözlüğü Müfredat konuşsun:
    Kaynak: Müfredat T-L-V Maddesi:
    “Ardından gelmekte olan Ay’a (Şems 2) Burada örnek almak, uymak ve makamına tabi olmak anlamında kullanılmıştır. Bunun böyle olmasının nedeni, Ay ışığını Güneş’ten alır ve Güneş için halife konumundadır denmesindendir. Deniyor ki, Yüce Allah: “Gökte burçları var eden, onların içinde bir kandil (Güneş) ve nurlu bir Ay barındıran Allah yüceler yücesidir.” (Furkan 61) ayetinde buna dikkat çekilmiştir. Burada Güneş’in bir lamba konumunda olduğu, Ay’ın ise ondan alınan bir ışık konumunda olduğunu bildirmiştir. Yüce Allah Yunus 5’te buna işaret eder.”
    Bir Arap dil alimi bile bu ayetten bu sonucu çıkardığına göre iddia geçersizdir. Kur’an’a göre Ay, Güneş’in ışığını yansıtır. Ayrıca farz edelim ki, bu ayetlerde denildiği gibi, Ay’ın bir yansıtıcı değil de, ışık kaynağı olduğu yazıyor olsun. Neyi ispat eder? Geceleyin insanlar için bir ışık kaynağı Ay olmuştur. Ay ışığını Güneş’ten alsın veya almasın, sonuçta insanlar için bir ışık kaynağı konumundadır. Ki, aslen böyle olmadığını üstte verdiğimiz bilgiler doğruluyor.

    62.İddia:
    Nisa 25 “…Hür ve köle…hepiniz birbirinizdensiniz…”
    Ayette hür ve köle kadınlar ile evlilikten bahsedip devamında “hepiniz birbirinizdensiniz” diyerek, her iki tarafın da insanlık bakımından eşit olduğu söylenir.
    Nahl 75’i bir örnekle açıklayalım.
    Siz eşitliği savunan birisi olarak bir şirkete gidiyorsunuz.
    Şirkette patrona “Hiç işçi ile patron bir olur mu?” diyorsunuz.
    Bu sizin insanlar arasında ayrım yaptığınızı mı gösterir? Yoksa bulunduğunuz ortamda, kişilerin sahip olduğu imkanın farklılığından mı bahsettiğinizi gösterir? Tabii ki ayrım yaptığınızı değil, imkan farklılığından bahsettiğinizi gösterir.
    İnsanlık bakımından hür ve köle arasında hiçbir farkın olmadığını, yukarıda gösterdiğimiz Nisa 25 ayeti gösteriyor.

    64.İddia:
    Arapça’da tağlib sanatı vardır. Çoğunluğa seslenilir. Mesela bir sınıfta 30 başarılı, 1 başarısız öğrenci varsa hepsinin ayağa kalkması için başarılı öğrenciler ayağa kalksın demek yeterlidir. Arapça’da bu böyle.
    Bu ayette de meleklerin arasında tek cin İblis olduğu için, tağlib sanatı uygulanmıştır. Buna kanıt şudur:
    Araf 11-12: “…Sonra meleklere, Âdem’e secde edin dedik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O, secde edenlerden olmadı…”Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten onu çamurdan yarattın.” dedi…”
    Görüldüğü üzere, burada da bir tağlib sanatı uygulanmıştır. Çünkü melekler nurdan, cinler ise ateşten yaratılan varlıklardır. (Hicr 27) (Müslim, Zühd, 61, 4/2294)
    Yani bir çelişki yoktur. İblis’in melekler arasında tek cin olması sebebiyle, tağlib sanatı uygulanmıştır.

    67.İddia:
    Bir ayette şart, diğerinde değil derken ayeti belirtmemişler.

    70.İddia:
    Bu ayetlerin nüzul sebebi şudur:
    Abdullah b. Abbas anlatıyor:
    “Hz. Peygamber (asm) (Kabe’nin yanında) namaz kılıyordu. Ebu Cehil yanına gitti ve “Sana böyle bir şey yapma (namaz kılma) demedim mi?” diye onu tehdit etmeye başladı.
    Hz. Peygamber (asm) namazını bitirince, Ebu Cehil’e döndü ve ağır sözlerle onu azarladı.
    Bunun üzerine Ebu Cehil: “Sen çok iyi bilirsin ki, bu Vadide (Mekke’de) benden daha kalabalık aşiret sahibi yoktur.” demek suretiyle tehditlerini sürdürmeye devam etti. Bu olay üzerine ilgili ayet nazil oldu: “Sen adamlarını çağır! Biz de zebanileri çağıracağız.” (Tirmizi, Tefsir, 85, No: 3349)

    71.İddia:
    Edebiyat bilmek de önemli tabii ki, aksi takdirde bir şairin sadece tebessüm edeceği türden bir eleştiri yaparsınız… Buna “tekrir sanatı” denir. Arapça pek çok şiirde bu sanat uygulanır. Aynı cümle, bu sanatı uygulamak için tek şiir içinde defalarca kez tekrar edilir. Edebiyatçı hiçbir insan “Bozuk plak gibi aynı şeyi tekrar ediyor.” demez. Kur’an, indiği dönemde şairlere edebiyatı ile meydan okuduğu için, her türlü söz sanatını uyguluyor. Bunu eleştiren insanların en azından Google’a “Tekrir sanatı nedir?” diye yazmasını rica ediyorum.

    72.İddia:
    Ayet belirtilmemiş.

    79.İddia:
    Bu ayette bahsedilen, gemiler değil dalgalardır. Arapça’da gemi sefinet veya fuluk kelimesiyle ifade edilir. Arapça metnine bakabilirsiniz öyle bir ifade geçmez.
    Mealciler kendi anladıkları kadarıyla buraya parantez içinde “gemi” ifadesini ekliyorlar. Halbuki denizde dağlar gibi akıp gidenler ve rüzgara bağlı olanlar dalgalardır.
    Zaten mantıksal açıdan:
    O dönemde kürek vardı. Birisi çıkıp “Ey Muhammed! Rüzgar olmazsa kürek var.” diyemez miydi?

    83.İddia:
    Medine döneminde, peygamberin güçlü olduğu dönemde inmiş ayetlere örnekler:
    Mümtehine 8: “Allah sizi dini uğrunda öldürmeyen ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz”
    Enfal 61: “Onlar barışa yanaşırlarsa, sende barışa yanaş”
    Bu ayetler Medine döneminde inmiş olarak ateistlerin bu iddiasını çürütüyor. İslam’da savaş ve barış, şartlara göredir; güce göre değildir!
    Hac 39: “Zulme uğradıkları için savaşa müsaade edildi.” Bu ayet İslam’daki savaşın mantığını özetliyor. Savaş sadece savunma amaçlıdır:
    Bakara 190: “Size savaş açanlara karşı savaşın haddi aşmayın.”

    94.İddia:
    Kur’an’da bütün Evren’in ve her şeyin sadece insan için yaratıldığına dair bir ayet yoktur. Aksine her şey her canlı için yaratılmıştır. Bu evrenin amacı insan ile sınırlı değildir. Evren’in başka bölgelerinde bilinçli canlılar olabilir. Bu düşünce Kur’an’a zıt değildir.
    Rad 15: “Göklerde ve yerde bulunanlar da sadece Allah için secde (itaat) ederler.”
    Meale pek yansımıyor olsa da, ayette men fissemavat kısmındaki men ifadesi bilinçli varlıklar için de kullanılır. Göklerde bulunanların da yerdekiler gibi canlı varlıklar olduğu sonucu çıkar.

     

    Bu yazı hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Loading spinner

    1. Allah razı olsun, ben bir türlü önem verip bitiremedim burayı. Benim hatam

       

      Bu yazı hakkında ne düşünüyorsunuz?

      Loading spinner

    2. 54.
      burada sarhoş edici içkiler faydalı meyvelerle birlikte sayılıyor faydalı meyve faydalı olduğuna göre burada içkinin de faydalı olduğu anlatılıyor
      sonraki ayetlerde işlerine gelmeyen durumu değiştirme vardır

      55.
      Orada el takısı olması hiç bir şeyi değiştirmez oradaki el takısı bütün yahudileri ve hristiyanları kapsar , belirli sınıfın zulmeden yahudiler ve hristiyanlar olduğuna kanıt yok ayetin sonundaki zalimler büyük bir ihtimalle yahudi ve hristiyanlarla dost olanlar , ankebut 46 kuranı duruma göre muhammetin yazdığı bilinir yani gücü yetinceye kadar dost gücü yetince düşman

      60. yanlış bu ayet tamamen ayı ve güneşi ışık kaynağı olarak gösterir ve billimsel bir hatadır ( hiç kıvırma )

      62. bu cidden komikti bizim gösterdiğimiz ayette statü olarak farklılıktan bahsediyor senin gösterdiğin soy olarak ki ayet özellikle statüyü vurguluyor kölelik ve efendilik

      işçi patron konusu güzel bir örnek oldu senin rabbin diyorki hiç patronla köle bir olur mu diyor yani apaçık bir şekilde işçi ile efendiyi ayırıyor

      64. bu da beni baya güldürdü
      öncelikle orada kişi yok melekler ve iblis var
      30 kişilik sınıfta öğretmen çalışkan öğrenciler sınıfı geçti diyince sen tembel olan bir kişininde sınıfı geçtiğini mi anlıyorsun bu açık bir mantık hatasıdır kapsamayan bir kelimenin kapsadığını varsaymak yani zenciler secde etsin sonra beyazlar secde etmeyip kafir oldular ama cidden eğlenceli

      şimdi senin karşında melekler ve iblis var sen diyorsun ki melekler secde etsin sonra da diyorsun ki iblis secde emedi ( dayıcığım sen zaten iblise secde etmesini söylemedin )

      67.

      70. neyin nüzuluymuş bunlar muhammetten 200 yıl sonra yazılan metinler doğruluğu yazanın keyfiyetine bağlıdır

      71. tamamen saçmalık sizin saçma olan bir duruma sanat demeniz onu sanat yapmaz ve aynı saçmalığı korur ki kuran da bu saçma durumu koruyor rabbin millletle s*dik yarıştıracağına adam gibi ayetler yazsaydı da 40 takla atmasaydınız senin rabbin çocuk mu millete laf yetiştiriyor ( kitabın % 90’lık kısmında )

      79.
      ayete bakmamışsın anlaşılan ayette l-ful’ki var bir kaç kaynaktan arapça gemi demek olduğunu doğruladım fakat arapça bilmiyorum tartışılrı

      ( bu arada muhammet ve çevresinde o kadar akıl yok )

      83. muhammet medine döneminde hep güçlü değildi ilk gittiğinde yine güçsüzdü çünkü medine ve çevresinde muhammete inanmayalar boldu , medine döneminin geneli mekke dönemine göre daha savaşçıdır ( ki bunların ne zaman idiğide tartışmalı )

      enfal 61 . medinenin ilk yıllarında inmiştir muhammet güçsüzken

      hac 39 medinenin ilk yılları ( mekke de olabilir tartışmalı

      bakara 190 yazmışsın ama devamını yazmamışsın ( ki bu da medinenin ilk yılları )

      191 Onları yakaladığınız yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Harâm civarında onlar sizinle savaşmadıkça siz de orada onlarla savaşmayın. Şayet sizinle savaşmaya kalkışırlarsa o zaman onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir!
      192 Eğer onlar vazgeçerlerse, artık Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir. 193 itne kalmayıncaya ve din Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer onlar vazgeçerlerse, zalimlerden başkalarına düşmanlık edilmez.

      haddi aşmayın bulduğunuz yerde öldürün fitne öldürmekten daha kötüdür yani islamı kabul etmemek ve eleştirmek öldürmekten kötüymüş ve ölüm kafirlerin cezasıymış ve daha da öte ya müslim olurlar yada kelle gider ki ilk dönemlerde inen ayet

      bakara 216 Hoşlanmadığınız hâlde savaş size farz kılındı.hoşunuza gitmeyenler sizin için hayır, hoşunuza gidenlerse sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz. 217 Sana, savaş haram olan ayda savaşı soruyorlar. De ki: O ayda savaş büyük bir günahtır. Fakat insanları Allah yolundan çıkarmak, onu inkar etmek, halkı Mescidi Haram’dan menetmek ve mescit ehlini, oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitneyse adam öldürmeden de beterdir. Gücü yeterse sizi dininizden döndürmedikçe sizinle savaştan geri kalmaz onlar. Sizden birisi dininden döndü de kafir olarak öldü mü işlediği hayırlı işler, dünyada da heder olup gitmiş demektir, ahirette de. Onlardır ateş ehli, orada da ebediyen kalırlar.

      ve bu ayetlerden sonra kendisi taarruza geçiyor muhonun ( nuzullere göre ben nuzulleri ciddiye almıyorum zaten sen alıyorsan işte sana nuzul )

      Savaş ile ilgili pek çok ayet bulabilirsin

      94. komik bir düşünceymiş dostum sen hangi dine inanıyorsun sizin hadisiniz icmanız yok mu

      göklerden kasıt acaba miraç ve diğer hikayelerde anlatılan peygamnerlerin bulunduğu allahın tahtının altında bulunan gökyüzü mü

       

      Bu yazı hakkında ne düşünüyorsunuz?

      Loading spinner

Başa dön tuşu